Geçmişe bakmak zor iş; hatırlamak, sonra bazen dün gibi gelen, bazen üzerinden asır geçmiş izlenimi veren yol üzerine iç titremeden, adaleti gözeterek kelam etmek!
İnsanlık tarihinde bir toplu iğne başı etmeyen, kadının tarihinde ondan biraz daha büyük, feminizmin tarihinde olsa olsa bir pirinç tanesi, Türkiye'deki feminist hareket içinse ancak uçucu bir zerre olabilecek bir tarihten söz ediyoruz, 1983'ten 2013'e geçen zamandan, 40 yıldan...
Şimdi; 1983 yılının Şubat'ında, yani Somut dördüncü sayfasını kadınlara ayırdığında neredeydim, ne yapıyordum? Eskişehir'de yerel bir gazetede muhabirdim, ama ne muhabirlik, hem birinci sayfadan köşe yazıyordum, hem de emniyetin basın bültenlerinin peşini kovalıyordum. On dört aylık evliydim, hala üniversiteyi bitirmekle meşgul kocam, kayınvalidem, kayınpederim ve benimle yaşıt kayınbiraderimle aynı evde oturuyordum.
O günlerdeydi, gazetenin polislikten dinci olduğu gerekçesiyle atılan yazı işleri müdürü evimin dinlendiğini fısıldadı kulağıma ve o evden ayrılmam gerektiğini. Çünkü 12 Eylül öncesinde Kurtuluş sempatizanı olarak hapis yatmışlığım, evlendiğim gün baba evini polisin basmışlığı, evliliğimin ikinci ayında bir ay süreyle kayınvalidemle birlikte her sabah- akşam karakola gidip imza vermişliğim vardı.
Dahası fena yazıyordum, Eskişehir'in en eski, en radikal, bir zamanlar 'Kahrolsun Faşizm' diye manşet atan bu gazetesinde. Galiba şuursuzdum, olup bitenin, şiddetin pek farkında değildim ve otosansürü kavram olarak bile bilmiyordum. Yok, işten atılmadım, hapse de girmedim, ama 1983'ün 19 Mayıs'ında, şiddetli bir yağmurda, bodrum katındaki gazeteyi su bastı, tipo matbaa makinesi, arşiv, ne varsa gitti. İşsiz kaldım, iki yıl sonra Dünya Gazetesi’nin Eskişehir temsilciliğinde muhabir olarak iş başı yapana kadar.
Söylemeden edemeyeceğim, üstelik birkaç kez bir yerlerde yazdım ya da söyledim de, daha ortaokulda geleceğimin rotasını çizmiştim, gazeteci olacaktım, kadınlar cezaevine gidip "kader mahkumları"yla röportaj yapacaktım. Solcu değildim henüz, ama galiba ruhum arabeske teşneydi ve o teşneliği bugün bile sinsice taşırım içimde. Bunu söylememin nedeni, kadınlık sezgisinin bazımızı erkenden bir yola soktuğunu anlatabilmek.
Upuzun sokağımızda çalışan tek bir kadın vardı örneğin, maliyede memurdu, aksi bir kocası, bir de hiperaktif bir çocuğu vardı (hiperaktif bugünün dili, yoksa biz yaramaz diyorduk ona). Birgün bize geldi, annemle laflamaya, oturdu, konuştu, gitti. Birkaç dakika geçmemişti, sokak bir patlamayla sarsıldı. Bomba diye koştuk camlara (12 Eylül öncesiydi ve oluyordu böyle şeyler, eğer sokağınızda solcu bir öğretmen oturuyorsa ki bizim sokakta oturuyordu). Meğer kadıncağız düdüklüye mercimek koyup gelmiş bize, dönüp de eve girdiğinde, tam da mutfak kapısının eşiğinde tencere patlamış. Ağlıyordu, ama bana ya da oğluma bir şey olsaydı diye korkudan değil, akşam kocama ne diyeceğim, diye.
Böyle tanıklıklar sezgiyle birleşince farkında bile olmadan o yolda ilerleniyordu işte. Tam ben ders çalışırken babamın gezip tozup eve yeni dönen abime yemek hazırlamamı söylemesi, annemin derslerimden çok camları pırıl pırıl yapıp yapmamamı dert edinmesi, vs. vs. Hem çocuk hem de kız olarak düşüncenin dikkate alınmaması... Bunca sınırlamanın ve yönlendirmenin ortasında şöyle bir kız çocuğu beliriyor gözlerimin önünde: Kaşları çatılmış, dili sivrilmiş, sesi hışımla titreyen, babasının gözlerinin içine baka baka konuşuyor: "Ama benim de bir kişiliğim var!" Tartışma konusunun burada hiçbir önemi yok, kızın kişiliği daima tetikteydi! Lise yıllarında solculuğa işte o "kişilik'ten yakalandım. Doğru seçimdi yolculuk için, dün de öyleydi bugün de.
Solculuk aynı zamanda Clara Zetkin ile Rosa Luxembourg'u tanımaktı, önemliydi, model sunuyordu, ama iş eyleme gelince çoğunluğu erkek sorumlular için onlar başkaydı biz başka...
Onların eylemleri önemseniyordu, bizim eylem talebimiz alaya alınıyordu. Afişe çıkabiliyorduk, ama gözcü olarak, sütkostik hazırlıyorduk, ama duvara süremiyorduk. Elbette deneyimler ve anılar farklıdır, beni yalanlayanlar da çıkacaktır, onaylayanlar da, ama o yıllardan aklımda "kadın olmak"a dair kalan, ister solda olsun, ister merkezde (faşistlerle uzaktan yakından bir ilişkimiz yoktu zaten), ister sokakta ister evde, erkek ağızlarına yapışmış, alaycı bir gülüş...
Ha, aynı dönemde olup da yine şuursuzluktan, kendine dönüklükten ya da dönemin ruhundan farkında bile olmadığımız hareketler de vardı elbette. Örneğin İlerici Kadınlar Derneği. Çok sonra kadın tarihiyle ilgilenmeye başladığımda çıkmıştı hareket karşıma, açıkçası imrenmiş ve ıskalamış olmaktan üzülmüştüm. Yıllar sonra yeni bir keşifmiş gibi dillendirdiğimiz talepler onlar tarafından haykıra haykıra söylenmiş, üstelik sağlam bir örgütlenme de yaşanmıştı. Ama örgütsel ayrım, farkındalığın önüne geçmişti işte.
Erkeklerin alaycı gülüşü 80'den sonra, tam da Somut'un 4. Sayfa'sı yayımlanmaya başladığı günlerde öfkeyle bükülen dudaklara bıraktı yerini. Darbenin etkisinden olacak kimsenin alay edecek gücü yoktu, sadece kırgınlık ve kızgınlık vardı. Kızgındılar çünkü binlerce kişi içerdeyken, kadınlar hala bir ihtimal olan sosyalizmi bırakmış, haklarıyla birlikte mahremiyet diye öğrendikleri muhafazakarlığın da örtüsünü kaldırmaya başlamıştı.
Neler çıkmıştı o örtünün altından? Hatırladığım kadarıyla her şey... Aile içi şiddet, ev emeğinin sömürülmesi, kürtaj olmanın ya da olmamanın sadece kadının tasarrufunda görülmesi, kadınlığa dair her halin sorgulanabilir olması, o güne kadar kadın doğası olarak bildiğimiz her davranışın, düşüncenin aslında bir öğreti olduğu...
Sezgilerimiz bilgiyle buluşunca yolu kısaltacağımızı düşünmüştük ihtimal ama hayat öyle yürümüyordu işte, kafamız karışmıştı. Her anımızı, her davranışımızı sorguluyorduk. Şöyle bir sahne hatırlıyorum mesela, 1984'ten: Yumurtalık ameliyatı geçirmiştim, sakıncalı asteğmen kocamın peşine takılıp, "Doğuyu göreyim" diye gittiğim Muş'un Malazgirt'inde. İyileşmem uzun sürmüştü. Çamaşırları eşim yıkamıştı da, balkona asmaya çıktığında pek bir ağırıma gitmişti, utanmıştım.
Sonra bu utancın üzerine düşündüğümde görüntü hiç de iç açıcı değildi, o "benim de kişiliğim var" diyen kız çocuğu o kişiliğinden kocaman bir parçayı eliyle koparmaya çalışıyordu, hem de erkeğe rağmen. Görünürde erkek daha eşitlikçiydi, balkonda çamaşır asarken rahat rahat ıslık da çalabiliyordu.
Bu kadar detayda oyalanmamın, debelenmemin bir sebebi var elbette; amma da kişisel bir yazı diye düşünenleri daha da kızdırmamak için, bu sebebi hemen söylemeliyim:
Bugün yetmişli, seksenli, hatta doksanlı yıllardan çok daha fazla sayıda kadın çalışıyor, sokağı kullanıyor, özellikle metropollerde dikine dikine konuşuyor, dilinin yetmediğini gövdesiyle, gövdesinin akıl edemediğini diliyle aktarıyor. Ama sokağı sanki içine doğmuş, işi başka türlüsü zaten mümkün değilmiş gibi algılıyor, bu yüzden de hala bir uçurumun kıyısında durduğunu göremiyor, her an o uçurumun içine itilebileceğini... Kadınlığın her an tetikte durmayı gerektirdiğine, kendini erkekten korusa sistemden koruyamayacağına, paçasını sistemden kurtarsa kendisine, 'ben'ine kaptırabileceğine ihtimal vermiyor. Dahası bugün giderek katlanan şiddetin münferit değil, sistematik olduğunu göremiyor. Bu da hem onun hem bizim işimizi zorlaştırıyor. Oysa o sokağın kaldırımlarında kadınların uzun, zorlu ve güçlü bir eylemlerinin ayak izleri var.
Neyse biz yine seksenlere dönecek olursak, Somut'taki kadın yazılarını büyük bir açlıkla okuyordum, okuyorduk. Onu Kadın Çevresi'nin kitaplan izleyecekti, Feminizm, Evlilik Mahkumları vs. Bir yanımız yakınlarımızın peşisıra cezaevi kapılarındaydı, bir yanımız gündelik hayatı sürdürecek işin peşinde, bir yanımız da kadınlık halimizi nesi var nesi yoksa sorgulamakta. Kendimizle, toplumla çatışa çatışa yol alıyorduk. Sol ve kadın yanımızın geç kalan, şimdi de içler acıtan çatışmasıydı bu. Duygu Asena'nın Kadının Adı Yok'unu bir yerden yere vuruyorduk, bir yere göğe sığdıramıyorduk. Atıf Yılmaz'ın Mine'sini ahlakçı yanımızla asıp kesiyor, içten içe kocasını bırakıp sevgilisine giden Mine'ye alkış tutuyorduk.
Ama öğreniyor, öğrendikçe yerimizde duramıyor, sokağa fırlıyorduk.
Sonrası malum. Dayağa Karşı Kampanya ile ivme kazanan ve rüştünü ispat eden kadın hareketi, ceza kanunundaki fahişeye tecavüze indirimden ev emeğinin ücretlendirilmesine kadının hakkının gasp edildiği her alanda, yani hayatın bütününde çoğala çoğala yürüdü. Kazandıklarını kaybetmesinin hep ihtimal dahilinde olduğunu bilerek tetikte durdu, duruyor. Dün de bugün de iktidarların kadını evinde görmek istediğini, sokağa davet edenlerin bile ancak bazı caddeleri kendisine açtığını ve açacağını bilerek ilerliyor.
Ben de tetikteyim, bütün kadınlar gibi. Vefa çoğunluk kadının sırtına vurulan ağır bir yüktür, ama bazı şeyler vardır ki, hep akılda saklı tutulur. Somut 4. Sayfa gibi ve ona vefa, bile isteye kurmadığımız, içinde neşeyle dört dönmediğimiz bütün evlerin anahtarını denize atmakla yerine getirilebilir. Çünkü bütün kadınlar bilir, ev kadının mezarıdır. (BG/ÇT)