Barış en çok bize, biz kadınlara gerekiyor.
Çünkü, ağıt yakmaktan günlerimiz de sözlerimiz de karardı.
Çünkü, her ölümde bizim de ömrümüzden günler, aylar, yıllar toprağa aktı...
Çünkü, savaş bizi tam da kadınlığımızdan vurdu...
Oysa biz çocuklarımıza Barış adını koyarken, hem yeryüzünü, hem gökyüzünü istemiştik, silahların hiç konuşmadığı, dillerin, yüreklerin birbirine kavuştuğu bir dünyayı düşlemiştik.
Ve önce Barış adlı çocuklarımızı gömdük...
Barış en çok bize, biz kadınlara gerekiyor.
Çünkü savaşın, şiddetin ne olduğunu en iyi biz biliyoruz.
Çünkü evde, işte, sokakta, evlilikte, gecede gündüzde varlığı yok edilmek istenen biziz.
Çünkü biz, bizim adımıza yapıldığı söylenen savaşın adsız ganimetleriyiz...
Oysa, biz hayatın tümünü isterken, en çok barışa güvenmiş, en çok barışta var olabileceğimizi söylemiştik. Tüm mekan ve zamanlarımızı barışa, yani kadınlığımıza adamıştık.
Ve önce barışımızla lanetlendik.
Şimdi,
Zamanın ve mekanın tam da bu noktasında, 25 yıllık savaştan geriye kalan 50 bin mezar, yakılmış yıkılmış sayısız köy, binlerce faili meçhul ve kayıp, yerinden edilmiş milyonlarca insan adına, kendimiz için barış istiyoruz.
Onlar bizim kızlarımızdı.
Onlar bizim oğullarımızdı.
Onlar bizim eşlerimiz, sevgililerimizdi.
Onlar bizim annemiz, kız kardeşimiz, ağabeyimiz, babamızdı,
Onlar dünümüz ve geleceğimizdi.
Şimdi,
Bir kez daha barışın mümkün olduğuna tüm kalbimizle inanıyoruz. Bir kez daha erkeklerin ağızlarına, kapalı kapıların arkasında yapılan görüşmelere, iktidar dalaşlarına bırakmayacağız barışı. Hiçbir şeyin, ama hiçbir şeyin, yaşamaktan, eşit ve özgür yaşama hakkından daha önemli olduğunu söylemesin bize kimse. Kimse, barışı teslimiyetle bir tutmasın, savaş için mazeretler uydurmasın.
Biz savaşın ne olduğunu bu savaşın kararını alanlardan çok daha iyi biliyoruz.
Bu yüzden, şimdi, tam da burada, bir zamanlar doğanın bereketine tanık olduğumuz, savaşla kurutulan, coşkusu susturulan bu yaylada, bir gecelik uykumuzu barışa armağan ediyoruz...
Biz hemen, şimdi silahların susmasını istiyoruz.
Biz hemen şimdi barış istiyoruz.
Çünkü biz hayatı savunuyoruz.
* * *
Hayatı savunduğumuzu dağa taşa, meydanlara, gökyüzüne, yeryüzüne göstermek için çıktığımız yolculuğun başında hemen hemen hepimizin zihninde, öyle ya da böyle işte bu cümleler dolaşıyordu. Kürtçe, Zazaca, Kırmanice, Çerkezce, Lazca... Barış ya Jiyan, ya mowüvalu oluyordu. Buluşma noktası Van Kalesi'nin etekleriydi. Aramızda her kentten, her sivil toplum örgütünden kadınlar vardı, DTP milletvekilleri Gültan Kışanak ile Sebahat Tuncel de bizimleydi, Berçelan'da Fatma Kurtalan ve Pervin Buldan da katılacaktı.
Sonra Hakkari'ye doğru yola çıkıldı camından beyaz şal sarkan minibüsler ve önünde "Hakkari Berçelan'da Barış İçin Sabahlıyoruz" pankartı asılı otobüslerle...
Daha yarısına varmadan yolumuzun kesilmesi, arabaların plakalarının resmi kayıtlara geçmesi, omuzlarından sarkan uzun namlulu silahlarıyla "Biliyorsunuz, güvenliğiniz için bunu yapıyoruz" diyen özel timcilerin "kibar" saldırganlığının binlerce ölüyü, faili meçhul cinayeti, kayıbı anımsatması, savaşın içinden geçerek barışa doğru gittiğimizi gösterdi. Uygulayıcılarının umut kırıcı olmasını arzuladığı bu tehditkar gösteri, açıkçası kimseye değmedi, çünkü hepimiz savaşın kolay, barışın zor olduğunu, savaştan nemalananların kolay kolay bundan vazgeçmeyeceğini biliyorduk.
Hakkari yasıyla karşıladı bizi. Cudi kod adlı Serkan Taş'ın cenaze töreninden dönen Hakkarililer yol boyunca koşuyor, zafer işaretleri, barış sloganlarıyla araçlarımızı selamlıyordu. Keder, umut, öfke... Aynı anda, aynı yüze yerleşen bu duygulardan hangisinin baskın çıkacağının kararını verecek olanlar barışın ya da savaşın dili arasında salınanlar... Barış umudu, savaş öfkeyi pekiştirecek... En iç acıtanı ise savaştan en çok yaralananların, barışı dillendirmesi, dillendirmek zorunda bırakılması. Türk kadınları savaştan aldıkları yaraları hala ya yanlış adreslere havale ediyor ya da sabrı erdemden sayıyor... Taksim ve Berçelan'da barış için sabahlayan kadınların fotoğraflarında Türk kökenli kadınların azlığı, daha doğrusu boşluğu, tabutların üzerine diğer oğlunu da feda etme yeminleriyle kapaklanmaları, devlet korkulu ve biatlı acılarının sonucu... Oysa yas dil, köken tanımıyor. Duyguların üzerindeki, iktidarlar tarafından gerekçeler, bahaneler ve yalanlarla örülmüş o kalın örtü kaldırıldığında, herkes yasında da eşitleniyor.
Neyse...
Hakkari'den Berçelan'a uzanan kısa ama zorlu yolda, yol arkadaşım, minibüs şoförü Hazim'in karısı Gariban'dı. Hazim 42, Gariban 28 yaşındaydı, bir de kızları vardı, Şirin. Yedi yaşındaki kızını annesine bırakmış, Hazim'la birlikte anne ve babasının kentine, Hakkari'ye gidiyordu Gariban. İlk kez görecekti halalarının, teyzelerinin yaşadığı Hakkari'yi. Yolun başındaki sükuneti, kente yaklaştıkça heyecana dönüşmedi değil ama geç öğrendiği Türkçesi ne duygularını anlatmaya yetti ne de kendini... Yolculuk boyunca bir eli hep kocasının dizindeydi, sürekli Kürtçe konuşup gülüşmeleri, şakalaşmaları, bölgeye ilişkin ezberimizi bozmuş olacak ki, kafamıza sevgili mi, karı koca mı oldukları sorusu takılıverdi.
Gariban 28 yılını üç ülkeye bölüştürmüş, İran, Irak ve Türkiye... Ailesi Hakkari'den İran'a göçmüş, Gariban da Tahran'da doğmuş. Tüccar babası Irak'a, Dahok'a göçtüğünde, yedi çocuğunu da peşinde sürüklemiş. Dahok'ta okula gitmiş Gariban, Kürtçe okuma yazmayı öğrenmiş, ama okulun sonunu getirememiş. Hazim de Dahok'ta çalışmış bir süre, orada tanışmış, Van'da evlenmişler... Çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği üç ülke içinde en çok Türkiye'yi sevmiş Gariban, Türkiye'yi yaşanılası bulmuş. İki ablası Irak'ta evlenip kalmış, o bir daha yolunu düşürmemiş. Hazim Kuzey Irak'taki değişimin, zenginleşmenin farkında, onun da ailesinin bir bölümü hala Dahok'ta, ama o da Van'da yaşamayı yeğliyor... Bir de şu savaş bitse, bir dertleri, sıkıntıları kalmayacakmış...
Hazim'ın "Çok güzel yapmışlar" dediği yolda, içimiz dışımıza çıkarak ilerledik... Berçelan'a vardığımızda meşaleli kadınlar çığlıklarla, sloganlarla karşılandık... Havai fişekler atılınca biraz söylendik, yakındık ama ateşin etrafında halaya duranları, çadırda boylu boyunca uzanmış yaşlı kadınları görünce sustuk... Yaylanın soğuk olacağı konusundaki uyarıların eksikli olduğunu fark etmemiz de uzun sürmedi ama yüzlerce battaniye hazırlanmıştı...
Bir zamanların yasaklı Berçelan'ında kurulan tam donanımlı sahne tarihin akışının bundan sonrasını da gösteriyor gibiydi. Göçerlerin yolculuğu tamamlanmıştı, köy hayatı yerini kente, kentli yaşama bırakmaya bırakmıştı. İhtimal bile isteye yok edilen hayvancılığın yerini turizm alacaktı, ama ne zaman, nasıl?
İlkay Akaya, Yasemin Göksü, Selda Öztürk, Ayşegül Kolivar, Delepe Neno, Helesa... Sahneden yükselen şarkılara, kadınların barış mesajları eklendikçe halaydaki sesler de katlandı... Çadırlarda soğuğa ve yolun yorgunluğuna yenik düşüp kestirmeye çalışanlar dürtüklendi, üzeri açılanlara battaniye taşındı...
Çadırdaki kadınlardan biri de iki buçuk yıl yurt dışında kaldıktan sonra Abdullah Öcalan'ın yakalanmasından sonra oluşturulan Barış Grubu'ya Türkiye'ye gelen ve tutuklanan Aysel Doğan'dı. On yıl hapis yattıktan sonra Perşembe günü salıverilen Doğan, dışarıya, Berçelan'da, sıfır noktasında merhaba dedi. Onun on yılı bizi kederlendirirken o hep acıda buluşulmak yakındı, acının direncin önüne geçmesinden...
Berçelan, acıdan neşeye uzanan yolun adımlarından biriydi elbette. Ama biliyoruz ki ağız dolusu gülebilmek için daha uzun bir yolumuz var... Bu yolculuğu uzatmak da kısaltmak da bizim elimizde. Uzatmak daha çok ölüm, yas demek, kısaltmak ise neşe...
Evet,
Barış en çok bize, biz kadınlara gerekiyor.
Çünkü hayat bizden bunu bekliyor...(BG/EÜ)