Cumhuriyet gazetesinin muhabiri olarak Adana'dan İstanbul'a geldiğim 1989 yılının son günlerinde -Bu bir tercihten çok zorunluluktu, Genelkurmay'ın emriyle o güne kadar Yeşilyurt köylülerine dışkı yedirilmesi dahil Kürtlere uygulanan işkence ve baskıları haber yapan Cumhuriyet Adana Büro bir anlamda dağıtılmış, büro şefi Celal Başlangıç dahil, hepimiz bir yere savrulmuştuk, benim kısmetime de İstanbul düşmüştü- beni en çok şaşırtan Doğu ile Batı arasındaki gündem farklılığıydı.
Kuruçeşme Toplantıları'ndan birine katıldığım bir akşam şaşkınlığım daha da arttı, solcular mevcut sorunlardan, birlikten söz ediyorlardı, ama Doğu'daki savaşı ağzına alan -elbette, benim katıldığım toplantıda- yoktu. Çok öfkelendiğimi, birkaç cümle kurduğumu hatırlıyorum, bir de kızgınlığımın bir hayli uzun sürdüğünü.
Bugün dönüp o günü hatırladığımda önyargılı davrandığımı, 12 Eylül darbesinin ağırlığının hala sürdüğünü, kapitalizmin yeni çehresine göre politika üretmenin zaman alacağını algılayamadığımı düşünüyorum, -bu anlamda politika üretmekte pek de başarılı olunamadığını, milliyetçi damarın devrimciliği pek çok ideolojik yapıda yerle bir ettiğini de söylemeden edemeyeceğim- ama bu gerçeği değiştirmiyor.
Batıya akan tabutlar
90'ların ortalarına doğru savaşın özellikle de ekonomik faturası kabarınca Batı da savaşa yüzünü döndü. Bu dönüşün bir nedeni de Doğu'dan Batı'ya akan tabutların sayısındaki artıştı. Ölenlerin evlerinden ağıtlar yükseliyor, cenazeler milliyetçi sloganlarla kaldırılıyor, acının ilk şokuyla annelerin ağzından çıkan "Bir oğlum daha olsa, onu da gönderirdim" cümleleriyle ölmek ve öldürmek kutsanıyordu.
Kimse herkes çekilip de o anne yalnız kaldığında ne hissettiğini, milliyetçi söylemin çöküp çökmediğini merak etmiyordu, askerliğini Kürt bölgesinde yapıp da dönenlerin "yeni kişilikleri" de sadece yakın çevrelerini kuşatıyordu.
Bu "yeni kişilik" Türkiye'nin 1950'li yılların başında sırf NATO'ya girebilmek için katıldığı yüzlerce ölü ve kayıpla geri döndüğü Kore Savaşı sırasında da görülmüş, o yıllarda hareketleri ya da düşünceleri "tuhaf" bulunanlara "Koreli" adı takılmıştı. Bu kez hastalığın adı belliydi, Vietnam Savaşı dönüşü Amerikalı askerlerin yaşadığı psikolojik sorunlar nedeniyle "Vietnam Sendromu" ya da tıbbı tanımıyla "Post Travmatik Stres Bozukluğu" tanısı konuluyordu.
Genelkurmay'dan ''icazet''
Bu tanımdan yola çıkarak askerliğini savaş bölgesinde yapanlarla görüştüm, hem askerde hem de dönüşte yaşadıklarını sordum. Bir uzmandan da görüş alarak, hastalığın belirtilerini ve sonuçlarını yazdım. Haber yaklaşık bir yıl Cumhuriyet'in yazıişlerinde bekledi, ta ki dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, Ankara'da Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nde savaş yaralılarını ziyaret edene kadar.
Güreş bu ziyarette "Bunlar Vietnam'da da oldu" deyince, Cumhuriyet bu haberi birinci sayfadan fotoğraf altı verdi, altına da röportajı girdi. Dolaylı da olsa Genelkurmay bu röportajın yayımlanmasına "icazet" vermişti!
1994'te biraz siyasi düşüncelerim, en çok da belediye haberlerinde, özellikle de Boğaz'ın öngörünümünde yapılan inşaatlara dair çalışmalarımda zülfü yare dokunduğum için Pazar Dergi'ye gönderildim ve İpek Çalışlar'ın genel yayın yönetmenliğinde çalışmaya başladım.
Otokontrolü görece de olsa kaldırdığımız bir çalışma içindeydik, sık sık da "haddimizi aştık". Bunlardan biri, sanırım 1994 yılının 1 Eylül Dünya Barış Günü için yaptığımız haberdi. Barış için yazılmış şiirlerle barışı konu edinen metinlerden bir kolaj hazırlamış, görsel olarak da çeşitli savaşlarda ölenlerin mezar fotoğraflarını kullanmıştık. Bu fotoğraflardan birinde bir Kürt kadını mezar taşının başında ağlıyordu. Mezar bir gerillaya mı aitti, bilmiyorum, ama anlamı açıktı. Yönetimden uyarı gecikmedi.
Özgür Ülke'yle dayanışmada
Aynı yıl Özgür Gündem gazetesi kapatılmış, yerine Özgür Ülke yayımlanmaya başlamıştı. Gazetenin Kumkapı'daki binasına 2 Aralık 1994 günü bombalı bir saldırı düzenlendi, bir çalışan yaşamını yitirdi, yaklaşık 20 kişi de yaralandı. Hem bu saldırıyı protesto etmek, hem de gazeteyle dayanışmak amacıyla bazı gazeteciler örgütlendi ve birer gün gazetede çalıştı, kimi yazdı, kimi sayfaların mizampajını yaptı.
İpek Çalışlar'la aynı gün Özgür Ülke'deydik, ikimiz de yazılarımızı orada kaleme aldık, ertesi gün de yayımlandı. Yöneticilerden bu kez ses çıkmadı, ya görmediler ya da "ses"in gazeteye yaşatılan şiddetten sonra abes kaçacağını düşündüler.
O güne kadar özellikle Kürt kentlerinde Özgür Gündem gazetesinin onlarca muhabiri ya da dağıtıcısı öldürülmüştü -ki aralarında , Ceylanpınar'da 9 Ağustos 1992'de öldürülen Adana Cumhuriyet döneminde birlikte çalıştığımız Hüseyin Deniz de vardı- sessizlik içinde, bir sütuna haber olarak geçiştirilmişti.
Batı'dan bir gazeteci!
1992 Newroz kutlamalarında ilk kez Batı'dan bir gazeteci öldürüldü. Cizre'de bir grup gazetecinin üzerine ateş açıldı, Sabah'ın Ankara foto muhabiri İzzet Kezer öldürüldü. Diğer gazetecilerin tanıklığı o gün sokaklarda Cizre halkından kimsenin olmadığını gösteriyordu, Kezer'i polis ya da asker vurmuştu.
Üstelik ateş kesilmemiş, gazetecilerin Kezer'e ulaşması, hastaneye götürülmesi engellenmişti. Kezer'i hastaneye götüren panzerdi, üzerinde mermi çekirdeği bulunmadığı için olayla ilgili dosya kapatıldı ve ölümü "faili meçhul cinayet" olarak kaldı.
90'lı yılların şiddetinden söz ederken Uğur Mumcu'nun 24 Ocak 1993'te öldürülmesini de gözardı etmemeli. Kalabalıkları sokağa döken bu cinayet üzerinde çok polemik yapıldı, katilleri Mumcu'nun yazıları arasında arandı, ancak sonuçsuz kaldı.
Günlerce süren protestolarda gazeteciler yine en öndeydi, adet üzerine biri Mumcu'nun fotoğrafını taşıyordu. En sıklıkla atılan slogan ise "Mollalar İran'a"ydı. Çok katmanlı bir cinayet olmasına rağmen tek hedef seçilmişti. Doğrusu bir kısmımız bu sloganı atmadık, atamadık, ama çoğunluğun sesinde sessizliğimiz kaybolup gitti.
En uzun soluklu direniş
Tarihler 1996 yılının 8 Ocak'ını gösterdiğinde gazeteciliğin en uzun soluklu direnişi de başladı. O gün Evrensel gazetesinin muhabiri Metin Göktepe haber yapmak üzere, cezaevinde öldürülen iki kişinin cenazesini izlerken gözaltına alındı ve işkenceyle öldürüldü.
İlk kez iktidarın gazetecileri "radikal/normal" ayrımı tutmadı ve yüzlercesi bir araya geldi. Gazeteciler Girişimi adını alan bu yapılanma Göktepe'nin katillerinin ortaya çıkarılması ve yargılanması için sesini yükseltirken kısa da sürse bir başka hareketi başlattı, hangi yayın organında çalışıldığına bakılmaksızın gözaltına alındığı duyulan muhabirin peşine düşüldü, kaarakollara telefon edildi, nereye götürüldüğü, nasıl davranıldığı takip edildi. Bu, kısmen de olsa işkenceyi ya da gözaltında kaybedilmeyi önledi.
Gazeteciler Göktepe'nin katillerinin yargılanmasını mahkeme önce İstanbul'dan Aydın'a, sonra Afyon'a taşısa da sonuna kadar izledi, otobüslerle Afyon'a gidildi, yürüyüşler yapıldı, adil bir yargılama istendi.
Beş polis yedişer yıl altı ay hapis cezasına çarptırıldı, ancak 2000 yılında çıkarılan Şartlı Tahliye yasasıyla salıverildi. Asıl yargılanması gereken dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar ile diğer yetkililer ise hükümet tarafından korundu, onca talebe rağmen haklarında soruşturma açılmadı.
''Yeni'' gazetecilik
Gazeteciler Girişimi ise sonraki yıllarda da gazetecilere yönelik şiddet ve baskılar sürse de varlığını koruyamadı. Bunda seksenli yılların ortasından başlayarak gazetelerin yapılarının değişmesinin de etkisi büyüktü.
Holdinglerin birer şirketine dönüşen gazeteler için artık haber değil, iktidarla ticari ilişkilerini koruyacak ve güçlendirecek metinler gerekiyordu, genel yayın yönetmenlerinin asli görevi patronu adına iş bağlamaya dönüşmüştü.
Bu "yeni" gazetecilik anlayışında muhabirin hükmü olmadığı gibi sendikaya üye olması da yasaktı. Örgütsüz bırakılan ve vahşi bir rekabet ortamına atılan muhabirlerden yeni sistemin çarklarına uyan, işçi olduğunu unutup çalıştığı gazetenin ideolojisini sağlamlaştırma misyonu edinenler, giderek daha ırkçılaşanlar da oldu, mesleğinin ilkelerine sadakat gösterenler de.
İnsan haklarına saygılı, hem iktidarla hem de gazete patronajıyla arasına mesafe koyan, barış dilini yerleştirmeye çalışan gazeteciler kimi zaman işsiz kalmayı da göze aldılar.
Yine bu yıllarda özellikle kadın hareketiyle paralel olarak gazetelerin seksist dilini değiştirmeye yönelik hem çalışan hem okur baskıları da yaşandı. Kadına yönelik şiddet gazetelerde daha görülür oldu, arka sayfalardaki erotik kadın fotoğrafları giderek azaldı.
''Haddimizi aşıyoruz''
Yeniden Pazar Dergi'ye dönecek olursak, her sayıyla birlikte gazete yönetimiyle mesafe daha da açıldı. Onlara göre kadınları, eşcinselleri, Ermenileri, Rumları, Kürtleri, 12 Eylül öncesinde ve sonrasında öldürülenlerin yakınlarını konuşturmak, ölüm oruçlarını, F tipi cezaevlerini, ateizmi, Kıbrıs sorununu konu edinmek bir derginin işi değildi.
Pazar günü çıkan bir ek hem eğlenceli olmalı hem de ilan almalıydı. Aralarından kendini tutamayıp editörlerden ilan peşine düşmesini isteyen "sosyolog"lar bile çıktı!
Yazının başlarında "haddimizi aştığımız" durumlardan söz etmiştim, bunlardan biri de Özgür Gündem Gazetesi'nin eski Genel Yayın Yönetmeni Gurbetelli Ersözlü'nün yaşamını anlatan yazıydı. Ersözlü 8 Ekim 1997'de dağda öldürülmüştü.
Gazetede gördüğüm ölüm ilanı üzerine yaşamının peşine düştüm, arkadaşlarıyla, Çukurova Üniversitesi Kimya Bölümü'nden hocasıyla, meslektaşlarıyla konuştum ve bir kadının Kürt olduğu için, Kürtlerin haklarının verilmesi için mücadele verdiği için nasıl sıkıştırıldığını, sonunda gerillaya katılıp bir çatışmada öldürüldüğünü yazdım.
Neredeyse bir yıl sonra, şu an yayımlanmayan, büyük gazetelerin gölgesinde çıkan bulvar gazetesi denilebilecek bir yayın bu haberi manşetine taşıdı: PKK Cumhuriyet Dergi'ye Sızdı!
28 Şubat sürecinde genel kurmay andıçıyla görevinden uzaklaştırılan gazeteciler, tutuklanan, işkence gören, ensesine kurşun sıkılan muhabirler, gözaltında kaybedilen ya da öldürülen gazete dağıtıcıları, sansüre karşı otosansüre sığınan, bunun yarattığı travmayla mesleğinden soğuyan, hatta bilgisayarını kapatıp bir köşeye çekilen basın çalışanları...90'lı yılların karanlığından ve şiddetinden gazetecilerin payına düşen de işte böyle ağır bir lokmaydı. (BG/BA)
* Manşet fotoğrafı: Ali Öz
* Metin Göktepe Davası fotoğrafları Cumhuriyet Gazetesi arşivi.