Cesur mu, deli mi? Belki de yakılmayı umursamayan bir cadı! Eğer cadıysa da bir sınıfı var, hayatı sınıflar üzerinden okuyor. Dik başlı. Neşeli bir asi. Bildiğini yazıyor, bildiğini okuyor. Tek kafa karıştıran yanı ismi, onu yazılarından tanıyanlar erkek sanıyor. Gerçek ortaya çıkınca düşüncenin ve yazının erkeğin tekelinden çıkma hali kadınları için için sevindiriyor, ihtimal erkekleri kıskandırıyor. Oysa onun erkeklerle bir rekabeti yok, sadece varoluşunu yaşıyor…
Şimdilerde, en çok ekonomik krizden nasıl ve ne kadar etkileneceğini hesaplayarak korkanların ona ihtiyacı var. O iyimser… Belli ki bu iyimserlikte kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlardan yana tuttuğu safın cesareti var… Haydi, adını söyleyelim artık, Türkel Minibaş… Profesör. İktisatçı. Köşe yazarı.
Bu röportajda, ekonomiye, politikaya ilişkin düşünceleri de var, ama en çok bir cadı olmanın hikâyesi anlatılacak… İyi de nereden başlamalı?
Fatih Şehir Tiyatrosu’nun sahnesi. Çocuk Tiyatrosu için seçimler yapılıyor. Semtteki bütün ilkokullara salınan haber yerini bulmuş olmalı, kuyruk uzun mu uzun. Sıra dokuz on yaşlarındaki sarışın kız çocuğuna geliyor. Herkes gibi o da şiir okuyacak. Sahne bu, sular gibi bildiği Ziya Gökalp’in “Kızıl Elma”sını unutuveriyor. Susuyor. Gözleri kulise, kulisin karanlığına takılıyor. Bir kulise, bir ön sırada kendisini izleyen yaşlılara bakıyor. O an anlıyor ki, eğer şimdi o karanlığa dalarsa bir daha çıkamayacak. “Ben” diyor “Size bir türkü söyleyebilir miyim”? Yaşlı bir ses “Söylesin” komutunu veriyor, çocuk “Arpa buğday geç olur”la ront yapmaya başlıyor. Cesareti sahnede kalmasını sağlıyor, iki yıl başrol oynuyor.
Yaşlı sesin sahibi ise Muhsin Ertuğrul. Başrollerinden birinde sahne arkadaşları konservatuvar öğrencileri Müjdat Gezen ve Savaş Dinçel. Yetişkinler onları, çocuklar ise Türkel’i izlemeye geliyor.
İyi de bu kız oyuncu mu olacak?
Elbette hayır! Kızılay’ın kurucularından Ali Bey’in torunu o. Hadi o okumuş bir adam ama karısı, karısının ailesi muhafazakâr mı muhafazakâr. Baba İhsan Minibaş’ı da büyüten o anne işte, hayat yenilgisinin gazabını oğullarından çıkaran bir kadın. Türkel sahneden indiriliyor, Cibali Kız Ortaokulu’na veriliyor.
Burada soluklanıp Ali Bey ile mahdumu İhsan Bey’i anlatalım ve onları çevreleyen kadınları… Çünkü Türkel’i Türkel yapan bu adamlar, daha çok da kadınlar… Babaanne İstanbul’un zenginlerinden Baklavacı Hacı Baba’nın küçük kızı Emine. Ablaları boylu poslu, şişman, ama o zayıf ve uzun boylu, bu yüzden babasının gözünde çirkin ördek yavrusu. Diğer kızlarını zengin, tanınmış ailelere verirken, Emine için koca olarak bir memuru, Ali Bey’i seçiyor. Nedenini de yüzüne söylüyor: İki çıplak bir hamama yakışır. Canı çok acıyor Emine’nin ama direnmiyor, susuyor. Öfkesini oğullarına saklıyor, onlara kapris yapıyor, Türkel’in annesini kız doğurdu diye cezalandırıyor. Bu yüzden olmalı İhsan Bey, daha doğar doğmaz İngilizce sözlük Redhause hediye ettiği kızının saçını ilkokula kadar hep kısa kestiriyor. Türkel hep pantolon giyiyor, bebeklerle oynamaktansa kitapların arasına gömülüyor, yakın zamanlara kadar taşıdığı bir kitap dükkânı açma hayali kuruyor… “Bu hayali, çok kitap gördüm, çok kitap okudum diye bilinçli olarak kurduğumu hiç sanmıyorum” diyor Türkel Minibaş “dibinde o gün için erkeklere ait olan işleri yapma isteği vardı”…
Ankaralı anneannenin Türkel üzerindeki etkisi silik. Tipik bir kadın, terliği de dahil evin bütün nevalesini kocası alan, o öldüğünde ne yapacağını şaşıran, ud çalan, idadi (lise) mezunu bir kadın. Kocası Nuri Uzunefe, İstiklal Savaşı gazisi. “Ev mi madalya mı” diye sorulduğunda “madalya” diyecek kadar “hesapsız”. Bu yüzden o ölünce hayatları altüst oluyor, evde para eden ne varsa, elyazması kitaplar dahil satılıyor. Her şey tükenince çocuklarını alıp Edirne’ye, kardeşinin yanına yerleşiyor. Çankaya’da doğan, keman dersleriyle büyüyen, evlerinin hemen yanındaki Pembe Köşk’ün ev sahibi İsmet İnönü’yle her sabah günaydınlaşan Nurten bu yeni şehre alışmakta zorlanmıyor.
Minibaş’ın annesi Nurten Hanım’la babası İhsan Bey de işte bu kentte tanışıyor. Göçmen kampı nedeniyle Edirne’de bulunan Ali Bey’e hukuk fakültesi öğrencisi, karaciğerinden hasta, dinlenmeye ihtiyacı olan oğlu İhsan Bey eşlik ediyor. O gün Edirneli lise öğrencileri kampı ziyaret ediyor. Soğuktan titreyen bir göçmen çocuğa sırtındaki yeni kazağını çıkarıp veren Nurten, İhsan Bey’in gözünden kaçmıyor. Türkel’e göre aşk sanılan bu ilgi evlilikle sonuçlanıyor ve yeni aile adres olarak İstanbul’u seçiyor. Nurten’in çeyizinin demirbaşı kitaplar, ama ille de Auguste Bebel’in “Kadın ve Sosyalizm”i.
Kitap, hiç de alışık olunmayan bir ilişki yaşanacağının ipuçlarını veriyor.
Türkel 1953’te, Fatih’te doğuyor. Kendi tanımıyla İstanbul’da kütüphaneli bir evde doğup büyüyen ayrıcalıklı çocuklardan. Bir ayrıcalığı da erkek kardeşiyle eşit tutulması ve kendi kararlarını verebilme hakkı. Bir çocuk için ağır bir yük bu, çünkü karar vermek sorumluluğu da üstlenmek demek. Babaannesinin kırık öyküsünü annesi tamir ediyor, her konuda eşiyle tartışarak, eşitlik hakkını kullanarak, kızını yönlendirerek.
Tartışılan konu ne olursa olsun, çocukların eğitimi, politika, eve alınacak bir eşya, bir işin yapılması, sonuna kadar direniyor Nurten Hanım. Türkel ondan “İnandığın şeyi sonuna kadar savunacaksın”ı öğreniyor. Yine de babasının “erkek kız” yetiştirme hissine, bir ordunun içine salarım, hiçbir şey olmaz, düşüncesine koşulsuz yanıt veriyor ta ki 19-20 yaşlarına kadar. Bir gün “Sapık mıyım ben” diye soruyor “Ne eksiğim var”? Bu cümle kadınlık rüştünün de ispatı. Şimdi uzun kırmızı ojeli tırnaklarına, mini eteklerine söz söylemeye kalkışan kardeşi Ali Bahadır’a da önce babası karşı çıkıyor…
27 Mayıs günü, ilkokul birinci sınıf öğrencisi Türkel, elinde bayrak, “Olur mu böyle olur mu” diye dolaşıyor sokaklarda. Politikadan uzak değil, evdeki bütün tartışmalarda kulak kabartıyor, dinliyor öğreniyor. Soluklandığı tek yer Fatih semt kütüphanesi, durmadan okuyor. Bir yıl sonra öğretmeni “Gazetelerden beğendiğiniz haber ve fotoğrafları kesin” dediğinde, o hükümetle ilgili haberlerden bir kolaj yapıyor. 12 Mart’a üniversite birinci sınıfta, Galatasaray İşletme’de yakalanıyor. Deniz Gezmişler’in asıldığını haber veren gazeteleri almaya ne o ne arkadaşları cesaret edebiliyor, aralarında en “normal” görünümlü birini, devrimcilikle ilgisi olmayan Kemal’i göndermeleri bir utanç olarak belleğine kazınıyor. Birkaç yıl sonra bir kez daha sokağı kullanıyor, bu kez devlet üniversitelerinde özel üniversite statüsünün uygulanmasına karşı çıkıyor, hocalarından teksir değil kitap istiyor, boykotlara katılıyor. Üniversite bitip de bursla Amerika’ya gittiğinde de politikadan uzak durmuyor, anne ve babasının gönderdiği Cumhuriyet kupürlerinden izliyor Türkiye’de olup biteni. Kendisine iki gelecek biçiyor, biri profesör olmak, diğeri Cumhuriyet’te köşe yazarlığı yapmak…
İkisini de gerçekleştiriyor. Profesörlüğü isteme nedeni kariyer değil, sözünü dinletebilme arzusu. Bu arzu, yetmişli yıllarda politikaya dair görüşlerini anlatmaya çalıştığında kendisinden beklenenin cam silmek ya da bilet satmak olduğunu görmekten çıkıyor. Öğrencilerinin gözünde o iyi ders anlatan, pratikle teoriyi birleştirme becerisine ve öngörüye sahip bir hoca. En önemlisi de bakımlı. O kendisi için süslenen kadınlardan, gece yarısı kalkıyor, makyajını yapıyor, ya bir kitap alıyor eline ya bir film izliyor. Hastalığına rağmen bu bakımlı halini koruyor ve neşeden vazgeçmiyor.
Bu bakımlı hali okurlarını da şaşırtıyor, isminden ve yazılarının “sert”liğinden bir erkek beyninin ürünü düşünceleri okuduklarına inananlar, bir yerlerde kendisiyle ya da fotoğrafıyla karşılaştıklarında “Aaa kadınmış” sözünü döküyor ağzından “Hem de gülüyor”. Tiyatro mu? Fakültede tiyatro kulübü kurarak yatıştırdığı arzuyu şimdi Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde tiyatroyu anlatarak sürdürüyor. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nde de kız çocuklarının eğitimi için çaba harcıyor, elbette aralarında tiyatroya sevdalananları da çıkıyor. Yazımıza “Cesur mu, deli mi” diye sorarak başlamıştık. Yanıtı deliliği akıl hastalığından ayrı tutarak Türkel Minibaş veriyor:
“Her deli cesur olmaz, deliler korkak da olabilirler. Delilikte yaratıcılık, öteyi görebilmek vardır, ama cesur bir deli bunların hepsini bir araya getirerek analiz yapandır…” (BG/EZÖ)