Kürt halkı son otuz yıldır kendilerine karşı yürütülen kirli savaşın içinde çok serencamlar yaşadı, çok badireler atlattı ve çokça bürokratla yüzleşti.
Şefkatle yaklaştığını söyleyeni de, vicdanlı olduğunu savlayanı da kendi inisiyatifleriyle davranmadı. Hemen tümü sınırlı da olsa kişisel dostlukları hariç tutulmak kaydıyla, Ankara'nın memuru o memuriyetin politik kararlarının uygulayıcıları olduklarını hiç ama hiç unutmadılar.
Görünürde halka şefkat elini uzatma edasında olan, sokaktaki vatandaşla muhabbet edebilen görüntüler sergileyenler oldu ise de genel politika, Cumhuriyetin Kürt Yurttaşlarını potansiyel suçlu olarak addeden tavır ve ruh halleri hiç değişmedi. Çokça örnek olarak gösterilen 1990'lı yılların Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan da böyle bir müdürdü. Ciğercide, kahvecide, seyyar satıcıda, amigoda gecenin geç bir saatinde kendisine ulaşmalarının mümkünatının simgesi telefon numarası kayıtlıydı. Ama herhangi bir toplantı ya da etkinlikte dönemin seçilmiş Kürt siyasal aktörleri ya da parti yöneticileri ile mesafeli durmak, hatta tokalaşmamak, onlar yokmuş onları görmüyormuş gibi yapmak "müdürün" edasıydı. Sokaktaki vatandaşla "bağ" var gibiydi ama halkın seçilmiş siyasal temsilcileriyle kesinkes ilişkinin zerresi yoktu. Hatta tavır alış vardı. Yani devletin, Kürtlerin seçilmiş siyasal temsiliyetini "terörize etme, terörist" addetme tavrı Gaffar Müdürde de vardı.
Ama derin devletin kırılma noktasının çatıştığı çizgi onu, Gaffar müdürü derin güçler tarafından katletmeye, öte yakaya yollamaya yetti.
Yakın günlerde halkın gerilla diyerek evlatları saydıklarına yine "terörist" diyerek ama bu kez alışılmışın dışında "Teröriste ağlamak"tan söz eden bir yeni dönem bürokrat müdürle karşılaştı kamuoyu.
Halk bu söylemin yabancısı değildi. Ankara istemez ise, hiçbir müdürün dilinin farklı bir söyleme evrilemeyeceğini biliyordu halk. Ama konuşuyordu işte Diyarbakır Emniyet Müdürü.
Doğrusu farklı bir ruh halinin tezahürünün yansıyan yüzünün içinde olunduğu bir gerçeklik. Bir taraftan siyasi arenada iktidara ortak olmaya soyunanlarla, iktidarı elinde sıkı sıkı tutanlar arasında genel politikalardan gündelik politikalara varıncaya kadar ciddi kapışmaların ve hesaplaşmaların olduğu artık aşikâr. Bunun emniyet dahil güvenlik birimlerindeki tavır alışlara kadar yansıdığı da biliniyor. Ve bu durumda ister istemez Diyarbakır Emniyet Müdürünün "ağlatısı", Tunceli Emniyet Müdürünün "kafa tokuşturan" polisler yerine "Alevi polisler" istemesi iktidar talepkarlarının yeni politikalarının güvenlikçiler üzerinden yansıyan tavır alışlarına delalet ettiğini söylemek sürpriz olmamalı, bu madalyonun bir yüzü.
Ama madalyonun asıl ve çarpıcı yüzü de şu ki; artık bir müdürün, polis şefinin "şefkat eli"nin Kürt tebaaya uzanması kesmiyor. Çünkü Kürt meselesinin çözümsüzlüğü artık şehirleri yaşanabilir kılmanın, insan gibi davranmanın yanında devlet politikası olarak yepyeni bir dil oluşturmakla mümkün olması gerektiği noktasında kilitlendiğini de kavramaktan geçiyor.
Vurgulanmalı ki devlet ve hükümet böyle bir noktada değil. Kürt meselesinde hâla şiddetin politikası ile başarılı olunabileceğine endekslenilmiş. Sınır ötesi kara hava operasyonları, çatışmalı halin yayılarak süregenleşmesi ve en mühimi de "ağlatısına" dahi devletin en üst kademesinden yüksek perdeden tahammülsüzlük. Dilin ve politikanın kaba hali bu.
İyisi mi bu mecrada Diyarbakır Emniyet Müdürü de dahil Ankara'nın memurları hele hele "güvenlikçileri" bu nevi devletin en üst düzeyindekilerin kararlarına mazhar politikalara girmemeli. Elbette sözleri insani ve anlaşılır. Ama o sözlerin politik arka planının devlet ve taraflar üzerinden ancak çözüme kavuşabileceğini kendilerini aşacağını bilmeliler.
Peki yönettikleri mekanlarda başkaca yapabilecekleri yok mu?
Elbette var. Örneğin Diyarbakır son yirmi yıl içinde nüfusu üçe katlanmış bir durumda. Uyuşturucunun sokaklarda okul çocuklarına köşe başlarında satıldığı herkesin dilinde, şehrin şehir olmaktan kaynaklı gündelik sorunları had safhada, eğitim, sağlık, hırsızlık, kapkaç gibi. İşte asıl bu noktada siyaset dışında ama devlet siyasetinden kaynaklı asayişe dair rutin işlerin müdahilliği asıl "ağlamak" isteyenlerin görevi diye düşünüyorum. Çocuklarla, gençlerle oynayan mafyatik çetelerin peşine düşmeli "müdürüler". Kürt siyasetçileri ile meseleyi hâl yoluna koymanın yöntemsel çözümünü devletin Ankara'daki seçilmişlerinin kararına bırakmalı. Yoksa o müdürleri bölgeye tayin eden siyasi irade o sözlerin ardında durmaz ise-ki durmadığı hemen netleşti-sözlerin zerre kadar kıymeti kalmıyor, ayrıca inandırıcılığı da olmuyor. Sadece bölge halkının nezdinde bir kez daha "Müdürüne güvenmeyen bir devlet nasıl bu meseleyi çözecek!" diye orta yere kaba hatlarıyla bir soru daha sorulmuş oluyor... (ŞD/HK)