Giderek şiddetlenen bir savaşı televizyondan izlemek yeteri kadar kötü değilmiş gibi…
Bebeklerin, çocukların, hamile kadınların tek vuruşluk atışlarla öldürüldüğünü bilmek yeteri kadar korkunç değilmiş gibi.
Avukatlara, gazetecilere, milletvekillerine, belediye meclis üyelerine sokak ortasında hedef gözetilip ateş edildiğini izlemek yeteri kadar zor değilmiş gibi.
Harabeye dönmüş kentlerin fotoğraflarına bakmaya alışmaya çalışmak yeteri kadar sarsıcı değilmiş gibi. Bir de gözümüzün önünde kan kaybından ölen insanların an be an haberlerini takip etmek…
Cizre’de bir ev. Bodrumuna sığınmış yaralılar. Yaralılar günlerdir bağır bağır bağırıyor. Cizre’de sadece yaralılar kan kaybından ölmüyor, insanlığımız kan kaybından ölüyor artık…
Bir milletvekili çırpınıyor. Kan revan içinde, acı keder içinde, kızılca kıyamet içinde… Bir mahalle, bir bina, yaralılar… Ambulans. Yazsak ne yazılacak. Yazı yazmaya utanıyorum artık. Êdî bese!
Barış diyene bomba, galoş giy diyene kurşun, çocuklara oyuncak götürene bomba, yaralıya kurşun, evde kahvaltı edene bomba, yaralıya yardıma gidene kurşun…
Her seferinde moleküllerimize ayrılıyoruz. Ertesi gün oluyor, moleküller yeniden birleşiyor. Kimi yerli yerine bağlanıyor, kimisi karma karışık.
Picasso’nun resimlerindeki insanlara benzedik, ağzımız gözümüz yüzümüzde, ama darmadağın… Ne DNA kaldı doğru sıralanmış, ne akıl, ne fikir…
Bir memlekette yaralılara ambulans gitsin diye bilmem nerelerden mahkeme kararları çıkartmak zorunda kalınması... Bir memlekette ambulans için bakanlık düzeyinde görüşmek zorunda olunması… Ambulans için milletvekillerinin açlık grevi yapması…
Olana bitene tanıklık etmek zorunda bırakılıyoruz. Gözümüze soka soka ambulanslar başka mahalleye yönlendiriliyor. Binaya geçişe izin verilmiyor. Hem de izni vermeyenin kolluk olduğunu, telefonla bağlanan görevli bakanla konuşurken, televizyon kanallarından biz de onunla birlikte dinliyoruz.
Kafamızı çeviremeyiz ki başka tarafa, mümkün değil. Kahrımızdan ölmek mi, Sevgili Gülşen (Ülker Birdal) gibi mesela, aniden kalbimiz duracak vahşetten… Fakat huzurlu olmak insanlığımızın kan kaybından ölmesine sebep olacaksa, insan olabilmek için huzurumuzun kaçmasıysa hakikat, kalbimizin direncine bakacak akıbetimiz.
Bütün bu ölümlerin ortasında biz artık, çoluğumuza çocuğumuza huzurla sarılmaktan çoktan geçtik. Fakat sadece nefes alabilmek istiyoruz. Sadece gözümüz kaşımız nerede onu bilelim. Her olup da an itibariyle “bitene” üzülüp ertesi sabah dağılanlarımızı geri toplanmaya çalışmak yeteri kadar zor değilmiş gibi.
Bu şekilde değil dağılanı toplamaya çalışmak, gerçekten nefes bile alamıyoruz. Ama bu kadarı da yapılmaz ki… Êdî bese!
Cizre’de bir ev. Bodrumuna sığınmış yaralılar. Değil ambulansların, yaralıların ailelerinin yardıma gitmesine dahi izin verilmiyor. Yaralılar günlerdir bağır bağır bağırıyor. Hatta artık susuzluktan konuşamıyor…
Bize de buna tanıklık etmek dayatılıyor. Öyleyse eğer, bilinsin, tanığıyız bu tarihin… (ÖDM/HK)
* Fotoğraf: Cizre/Anadolu Ajansı