Ey sevgili halkım, size bir sorum var; Siz hiç Nusaybin’e gittiniz mi?
Ben gittim. Hem de çok gittim. Çünkü öyle gidilesi bir yerdir ki Nusaybin.
Nusaybin’e 2000 senesinde gittim ilk kez. Çok sevgili bir aile dostumuz bize Nusaybin’i gezdirirken, bizi ilk götürdüğü yerlerden birisi Suriye sınır kapısı oldu. Propaganda filmini çoğumuz izlemişizdir. Hani bir sabah olur ve bir kasabanın orta yerinden bir “sınır” geçiverir. Mardin Nusaybin arasındaki yolda, İpekyolu boyunca yanımızda uzanan sınır tellerini ve gözetleme kulelerindeki askerlerin belli belirsiz siluetlerini gördüğümde ilk, düşmüştü zaten aklıma o film. Ama sınır kapısında “Şu ilerde görülen ev halamın evi, daha arkasında da amcamlar oturuyor” cümlelerini duyduğumda, içimin titrediğini hissetmiştim.
Sonra seneler geçti ve biz de Mardin’e taşındık. Zaten pek çok arkadaşımız Nusaybin’deydi. En yakın arkadaşlarımızdan birisi de orada oturduğu için haftasonları sıklıkla Nusaybin’e gidilirdi, bazı seneler her hafta sonu.
Şehrin merkezinde çok güzel parkları var Nusaybin’in. Parkların isimleri de pek güzeldir, “Barış” ve “Demokrasi”. Kocaman ağaçlar ve çay bahçeleri var bu parklarda. Az ilerideki banklarda oturan yaşlılar usul usul sohbetlerini ederken, siz de çay bahçesinde çayınızı içersiniz, memleket hallerinden çoluk çocuk mevzularına akan muhabbetlerle…
Sadece bu iki park değil. Nusaybin’in farklı yerlerinde farklı parklar da var. Yemyeşil kocaman ağaçları, zemininde serin ıslak çimleri olan Berçem / Şehmus Akıncı Parkı mesela. Ördeklerin etrafınızda gezindiği, çocuklarınızın ördeklerin etrafında koşuşlarını mutlulukla izlediğiniz… Kürtçe’de “ber çem” nehir kenarı anlamına geldiği için, parkın bir ismi bu. Dere kenarında çünkü bu güzelim park. Diğer ismini de 1992 senesinde Silvan’da bir faili “meçhul” cinayette kurban giden sağlıkçı Şehmus Akıncı’dan alıyor. Nusaybin unutmuyor yitirdiklerini çünkü. Hayata devam ediyor evet, ama yitirdiklerinin onurlu mirasının ışığında.
Akşam yürüyüşe çıkarsınız ve sokaklarında istediğiniz gibi gezersiniz Nusaybin’in. Ama en güzeli, gece yarısı bile güvenle parklarından dönebildiğiniz bir yerdir Nusaybin. Kadın kadına bile olsanız, yolda günün her saatinde zerre kadar endişelenmeden gezersiniz.
Of ne sıcaktır Mardin. Hele Nusaybin. Kimi zaman arabaların sıcaklık ölçer derecelerinde 57, evet elli yedi, görmüşlüğümüz vardır. Ama bir sürpriz bekler sizi Nusaybin Midyat arasındaki yolda. Oralarda ismi “Ava Sipi” olan bir akarsu var. Beyaz Su deriz hepimiz. Zaten ismin bire bir çevirisi de budur. Ben hiç sormadım buranın ismi neden beyaz su diye. Gürül gürül akan bu akarsu, bembeyaz köpükler içindedir hep coşkusundan. Muhtemelen adının da buradan geldiğini düşündüğüm için, senelerdir de sormadım kimselere ismi neden bu diye.
Akarsu boyunca, her yıl yenileri eklenen pek çok tesis vardır. Çay da içersiniz, yemek de yersiniz. Sabah erkenden peynirinizi zeytininizi alıp gidin, kahvaltı bile edersiniz.
Adına ‘taht’ denen, üzerlerinde minderler döşekler olan, tahtadan yer düzeninde oturma kısımları vardır bu tesislerde. Masalar pek tercih edilmez. Çoluk çocuk yayılırsınız tahta, çıkarıp ayakkabıları, bir de uzattınız mı buz gibi akan suya ayaklarınızı… Yüzecek kadar geniş yerleri pek seyrek de olsa, Ava Sipi’nin kimi yerlerinde suya girer, bir titremeyle içinize serini doldurur, öyle dönersiniz akşam Nusaybin’e, Mardin’e. Etrafta pek çok yengeç olsa da, börtü böcek derdi olmayan, kurup çadırını geceyi de orda geçirir.
Nusaybin’de seminerler verirdim bazen de. Genelde kadının insan hakları, toplumsal cinsiyet eşitliği, hukuk ve haklar gibi konularda. Özellikle sadece kadınlar gelmişse seminere, çeviriyle dinlerlerdi anlattıklarımı. Türkçe bilmeyen bir salon dolusu kadın, her seminer bittiğinde tek tek sarılıp öperek uğurlarlardı beni. Nusaybinliler, sakin, sevecen, kültürlü, hoş görülü, güngörmüş insanlardır. Asırlardır akademilerin diyarı olması boşuna değildir Nusaybin’in.
…
Asırlardır, asırlardır neler yaşadık bu coğrafyada. Şimdi mi… Günlerdir zaten görüyorduk ya fotoğrafları, son fotoğraf içimizi ta en derininden dağladı…
Şimdi ben, içim acıyarak bakıyorum o fotoğrafa. Şimdi ben, yazının başına dönüyorum, Nusaybin’in parklarını, sokaklarını, akarsularını anlattığım her cümleyi, -di’li geçmiş zamanda kuruyorum. Şimdi ben, Kürt olsam, Ermeni olsam, Süryani, Keldani, Arap olsam diyorum, yıkılan o sokaklarıma baksam. İçim acırken, gelip benle kardeş olmaya çalışsam diyorum. Sonra kendimi, içimin neresinden acıyacağını bilemez halde buluyorum.
Ey sevgili halkım, size bir sorum daha var; Siz hiç Nusaybin’i sevdiniz mi?
Ben sevdim. Hem de çok sevdim. Çünkü öyle sevilesi bir yer-di ki Nusaybin. (ÖDM/HK)