21 Şubat Dünya anadil günü. Anadil niçin mi mühim bir şey; mühim değil hayli mühim hatta. Çünkü kendin demek anadil, rüyan demek, toprağın kokusu demek. Güven demek belki de en çok, kendini güvende hissettiğin liman demek.
Yaşadığın ülkenin resmi diliyle kendi anadilin uyuşuyorsa rahatsın tabii. Böyle bir durumda anadilin önemine ilişkin düşünmek de hissetmek de gerekli olmuyor doğru. Niye, çünkü zaten limanda demirli an itibariyle gemin. Sıkıntı yok. Ama ya öyle olmayanlar için. O zaman işler daha farklı.
Benim babam Kırcaali doğumlu. 12 yaşında gelmişler Türkiye'ye. Klasik bir Anadolu'dan Balkanlara "gönderilip" sonra geri gelen bir Balkan Türk ailesinin göç hikayesi. Göçüp durma hikayesi. Anadolu'dan kaldırılıp oraları buralı eylesinler diye oralara gönderilmiş, elbette ki oraları buralı falan edememiş, dahası kendisi de bir türlü oralı olamamış; sonunda nereli kalmış bir göç hikayesi. Acıklıdır göç hikayeleri ama konumuz anadil, göç değil.
Babamın doğduğu köyü, dedemin evini bulmak görmek, babama oralardan ses seda getirmek istedim. Çok özlemiş köyünü, dağlarında tarlalarca açan kardelenleri.
Geçen sene kalktım Bulgaristan'a gittim. Öyle yani, ciddi ciddi kalktım gittim. Kimsemiz kalmamış oralarda aslında, buralara gelmiş neredeyse herkeslerimiz. Bir dayı torunu var, belki onu bulabilirsem ne ala. Ama ne telefon, ne adres. Olsun ama köyü illa ki bulurum. Hala yaşayanlar var sonuçta köyde. Hem belki ev de duruyordur.
Haskova'nın bir köyünde butik otel ayarladım buradan gitmeden, orada kalacağım. Oradan da Kırcaali'ye geçeceğim, halkların demokratik muhaciri olarak babamın köyünü arayışımda. İtiraf edeyim, kalbim pır pır atıyordu heyecandan. Oraları toprağım memleketim falan gördüğümden değil, ama babam doğmuş ya oralarda, yine de bir kök kokusu sarıyor insanın yüreğini.
Mutlu son, babamın köyünü, dedemin evini dimdik ayakta bulmakla kalmadım, Bulgaristan'da kalan son akrabamızı, dayı torununu da buldum. Öyle aydınlık, öyle temiz, öyle samimi insanlar ki. Mutlu bir kavuşma. Sonra hayat hikayelerini anlatmak birbirine.
Akrabamız emekli öğretmen. Aslında Fen Bilgisi öğretmeniymiş, ama 80'li yıllarda okullarda anadili dersleri verildiği için aynı zamanda Türkçe anadili derslerinde öğretmenlik de yapıyormuş. Sonra 80'lerin sonlarına doğru çoğumuzun bildiği baskı dönemi başlamış Bulgaristan'da. Değil Türkçe anadili dersine devam, Türkçe konuşmak dahi yasaklanmış. Türk isimleri koymak yasaklanmış, Türkçe olan isimler Bulgarcalarıyla değiştirilmiş. Özetle Türklerin kendi kültürleriyle ilgili her şeyin yasaklandığı yıllar başlamış.
Bizim akraba da "anadili" dersleri verdiği için öğretmenlikten ihraç edilmiş. Etnik kimliğine dair çalışmaları ve bilinci nedeniyle hiçbir işe girememiş, gözaltı ve tutuklanma riski altında yaşamış senelerce. Zar zor ve dağ başlarındaki kimi rasathanelerde falan iş bulup geçimlerine devam edebilmişler o yıllar boyunca.
Tanıdık geldi bana bu hikayeler. Acı bir gülümseme dudaklarımda.
Bulgaristan'da bol bol da dolaştım kendi başıma. Haskova, Filibe, Kırcaali. Nasıl güzel bir gezi anlatamam size. Kendime yolculuk gibi. Yemyeşil ve nasıl güzel topraklar. Her köyde kütüphane var. Köyler pırıl pırıl, tertemiz. Şehirlerde binalar eski ama tüketim toplumundan uzak bir kültür kokusu sinmiş buram buram sokaklarına. İnsanlar mütevazı, arabalar yeni de olsa şâşâdan çoğunca uzak. Güzel mi güzel bir gezi anlayacağınız.
Geçip gördüğüm, gezdiğim köylerin tümü Türk köyü olduğu için zaten köylerde iletişim sorunu yaşamadım. Ama şehirler öyle değil tabii. Şehir gezileri sırasında önceleri Türkçe bilip bilmediğini soruyordum iletişim kurmak zorunda kaldığım Bulgarlara. Gel gör ki Bulgarların bir kısmının Türkleri pek de haz etmediğini fark etmem çok uzun sürmedi. İçin için buna da gülüyorum. Yahu bu da mı tanıdık geldi ne.
Hadi olur öyle şeyler. Her millette ırkçılık salgını var malumumuz. Neyse ne, ama, hiç Bulgarca konuşamayan bir Türk'ün cahil muamelesine maruz kalmasını kendimde tecrübe etmek zoruma mı gitti ne. Avrupa'nın farklı ülkelerine de gitmiş, çat pat İngilizcemle kıra döke anlaşmıştım oralarda insanlarla. Fakat böyle bir muameleye sadece Bulgaristan'da maruz kaldım.
Halkların kardeşliğine dair evvelce çok yazdım. Kimse kimseyle kardeş olmak zorunda değil elbette, öyle üstten bir dille "hoşgörmeler" falan bence ziyadesiyle de itici. Ama nefret ve düşmanlık aynı topraklarda yaşayan halklar arasında olduğunda hepten katlanılmaz olmuyor mu sizce de.
Yıllarca Mardin'de, Diyarbakır'da müvekkillerimin anadilde savunma yapabilmelerini talep eden sayfalar dolusu dilekçe verdim. Uzun uzun anadili haklarını savundum Kürtlerin. Hatta bir keresinde "Türkçe bilen müvekkiline tercüman istemek suretiyle kanunu ve hukuku bilmediği"m den bahisle bir savcı tarafından Barolar Birliğine bile şikayet edildim. Ama, ideolojik olarak her zaman savunduğum anadilinin önemini Bulgaristan gezimde kalben de hissetmek benim için değişik bir tecrübe oldu anlayacağınız.
Yani dilimin döndüğünce diyeceğim o ki; anadili mühim. Anadili hak. Anadilinde savunma da, anadilinde eğitim de olmazsa olmaz. (ÖD/HK)
Manşet fotoğrafı: 20. yüzyıl başlarında Bulgaristan'daki Türkler.