Başlıktaki sözü, fırsat yarattıkça her defasında "şehrim" deyip geldiği ve havasını teneffüs ettiği Diyarbakır'a geldiğinde dostum Gürbüz Çapan şehrin sokaklarında dolaşırken söylemişti. Ses sahibinin dudaklarından döküldüğü an, bir kez de ben sesimi içimden çıkararak dillendirip tekrar etmiştim.
Durduk yerde sözü anımsamadım tabii ki!
Önceki gün üzerinde bir yıldır çalışılan ve hikâyesi ben olan bir kitap çalışması için gelen bir yazar-editör arkadaşımla hızlı bir şehir turu yaptık. Şehir derken meramın, Diyarbakır Suriçi olduğunu anlamış olmalısınız. Malum, Kavafis misali, bütün hikâyemiz oralarda...
Gezilip görülmesi gereken mekânlardan biri olan (hatta olmazsa olmaz) Surp Giragos Ermeni Kilisesini de ziyaret ettik.
Mum yakılan bölümde her daim olduğu gibi fotoğraf çeken/çektirenler vardı. Bir kadın çantasından makyaj malzemelerini çıkarmış, çektireceği fotoğrafı güzel çıksın diye yanan mumların ışıltısında makyaj tazeliyordu.
Mumluğun yanındaki bağış kutusunun önünde duran kilise görevlisi kadın "ayıp olmuyor mu, burası bir inanç mekânı, ibadethane, camide bunu yapamayacağınız gibi kilisede de yapmamanız gerek" dedi.
Haklıydı, pervasızlıktı. Sosyal medya işgüzarlığı insanı öyle bir hâle getirmişti ki hemen orada bir de ayna konulmasını isteseydi makyaj tazelemek için, şaşırmayacaktık sanki!
Kilisenin avlusuna çıktığımızda gözümüze ilk çarpan karşı duvarın önünü boydan boya kaplayan ve tezgâhın üzerinde "Surp Giragos Kilisesi Maraş Dondurması" yazısıydı...
Çıktık, yürüdük. Restore edilmiş Paşa Hamamına dışarıdan baktık. Yolun karşı tarafındaki beyaz kutu görüntüsündeki kimliksiz yeni yapıların önündeki kaldırımda hemen hiç kimse yürümüyordu. Oysa kilise ve hamamın önündeki kaldırımda epey yürüyen vardı.
Sonra Ulu Camii'nin önündeki meydanda durduk biraz. Birkaç dilenci, sabit ama seyyar satıcılar ve cami kapısının ön görünümünü neredeyse kapatacak düzeyde dopdolu meydan işgal kahvesi.
Hâlbuki çok değil, daha iki ay kadar önceki yazımda demiş ve uyarmıştım. Kentin dünyaya açılan ve kendini tarife, ifadeye gerek kalmadan anlatan iki önemli prestij inanç mekânıdır Ulu Camii ve Surp Giragos Kilisesi.
Rantiyeye kurban edilmemesi gereken nadide kıymetlerdir bu tür mekânlar. Şehirler bu tür mekânları ile kendilerini var ederler. Ama unutulan bir detay var geride galiba, o da insan! Evet ya, insan! İşte hikâyenin bam teli, kopma noktası orası olmalıydı.
İstediğiniz kadar göz bebeğiniz kıymetindeki mekânları hassas terazilerle tartarak büyük harcamalarla ayağa kaldırıp kültürel miras olarak sunumda bulunun!
Eğer onun kadrini kıymetini bilmekten yoksun olanlarla sahaya çıkıyorsanız bütün çaba sonuçsuzdur ve hüsrandır.
O yapılar orada, öylece derz yerlerinden içten içe kanar, gözyaşını kusar ve sadece halinden anlayana; taşlarının diliyle fısıldayarak "bana lütfen sahip çık" der. "Bu; küçük ya da büyük rantçılar beni talan etmesin" demeye getirir.
İşte tümüyle bu sebeple Doktor Gürbüz Çapan'ın "sesi, içine kaçmış..." dediği şehrin sakinlerine galiba bir kez daha denmeli ki, "Farkında mısınız? Sesiniz, içinize kaçmış." Bunu gören ve farkında olan duyarlı ve bir zamanlar bu kente emek vermiş insanlar söylüyor bunu.
Sesinize sahip çıkın, mekânlarınıza da...
(ŞD/AÖ)