Eski kadim metinlerden Gılgamış Destanında der ki; “Kentin tamamının üçte biri yerleşim yeri, üçte biri bahçe, üçte biri de Tanrıça İştar’ın bölgesi sayılan Tapınak alanıdır. Tanrıçanın bölgesiyle bir arada bütün bu kesimler kentin tümünü oluşturur.”
Bu çerçevede metnin ruhunu okuduğumuzda şehir yerleşkesi olarak kadim zamanlardan bu yana akıp gelen Diyarbakır sanki Gılgamış Destanında varlık buluyor gibi. Destanda sözü edilen üçte birlik bahçenin Diyarbakır özelinde yeri olduğu aşikâr.
Kentin akciğerleri konumunda olan iki bağlık-bahçelik alanı var. Biri suriçinin hemen güney kapısı mardin kapıdan ya da doğu kapısı yeni kapıdan çıktığınızda göz alabildiğine önünüze yemyeşil serilen Hewsel Bahçeleridir. Diğeri ise şehrin kuzey ile Batı aralığında yayılan ve adına Bağlar denilen bağlık-bahçelik alandır. Bu iki alan da kentin bir anlamda yazlık sayfiye alanıdır.
Malum, Diyarbakır Kuzey (yukarı) Mezopotamya’nın kale şehirlerinden en önemlisi. Senede 270 gün fotosentez olayının yaşandığı bol güneş alan bir coğrafya. Bu sebeple Mart’ta başlayıp nerdeyse Kasım ayına kadar devam eden güneşli bahar-yaz mevsimleri bahçe işleri tarımıyla hep kentin gündeminde.
Şehirde bir şekilde iş, kâr sahibi olanlar bahçe işlerini de ihmal etmezler(di). Yaz boyunca bahçelerden sabahları şehre taşınanlar, akşam da bahçelere dönüp orda yatıp kalkarlar. Hatta bu halk arasında şöyle bir sorgulamaya da sebep olurdu. Bahçe sahiplerine sorulur, “senin yazlık, şemsiyeli mi, şemsiyesiz mi?” diye. Bunun açıklaması şöyledir. Eğer bahçe Hewsel’de ise sabah şehre işine giden kentin sakini güneş doğudan geldiği için arkasına alacak güneşi ve şemsiyeye ihtiyaç duymadan işine gücüne gidecek. Akşam da şehirden bahçeye giderken bu kez güneş batı yakada olacak ve yine arkasında kalacak. Bir daha şemsiyeye ihtiyaç duymayacak.
Ama yazlık bağ-bahçe Bağlar’da ise bunun tam tersi yaşanacak. Kuzey batıdaki bahçelerden sabah şehre gelen doğudan tam yüzüne vuran güneşten korunmak için şemsiyeye ihtiyaç duyacak. Akşam dönüşünde de yüzü batıya dönük olacağından aynı durum yaşanacak.
Bu sebeple şemsiyeli yazlık mekânların pek kabul görmemesi, muteber olmaması anlaşılır oluyor. Ve hızla imara açılması, Hewsel’in de bir kent arka bahçesi olarak yer yer zamana yenik düşse de yine de yerli yerinde kalması bundandır.
Şimdi sözün bu noktasında şehrin iki bağlık bahçelik bölgesinden özgün örnek mekânlarını anlatmalı. Hewsel Bahçelerinde daha çok yaz hülleleri diyebileceğimiz Dicle Nehri kenarında kimilerinin iki ayağı suyun içinde kalan diğer ikisi de kıyıda olmak üzere yerden birazcık yüksekte ahşap ve sazdan kulübemsi mekânlar ve yanında yöresinde bahçeler.
Hewsel’in dışında daha yüksekçe alanlarda ise Hewsel’in öngörünüm alanı içinde sayıları on’u geçmeyen tuzu kuru diye tabir edeceğimiz ailelerin yaşadığı Yazlık köşkleri vardı.
Bağlar ise apayrı bir dünyaydı. Kentin Karacadağ’a doğru tatlı bir yokuşla yukarıya meylettiği ve havası şehre göre daha serince üzüm bağları ile alabildiğine yayılan, her bağ içinde de bağ sahibinin ekonomik durumuna göre yapılmış bir bağ evi veya bir bağ köşkü bulunurdu.
Biz 1970 yılının hemen başında suriçi hasırlı mahallesindeki evimizden sur dışına Yenişehir ofis semtine çok katlı apartman dairelerinden birine taşındığımızda Bağlar’la aramızda demiryolu rayları vardı. Demiryolunun öte yakası Bağlar’da hızla evler yapılıyordu. Belediye hizmeti de sınırlıydı. Kırmızı ve üzerinde ESO (Elektrik, Su, Otobüs) yazan Belediye otobüsleri sabah ve akşam olmak üzere günde iki kez seyrüsefer yapardı Bağlar’a. Minibüsler de 25 kuruşa yolcu taşırdı.
Size anlatacağım ve bunca girizgaha sebep olan işte o Bağlar’daki güzelim bir Bağ Köşkünün hikâyesidir. Hikâyeye yol veren yakın günlerde sosyal medyaya düşen ve Bağlar’daki Bağ köşklerinin göz açıp kapanıncaya kadarki bir zaman dilimi içinde adeta elden kayıp giderek yok olması! Ve sonra o köşklerden birinin yer değiştirerek Dicle’nin öte yakasındaki Üniversite sahasında konumlanması …
Madem öyle işin asli sahibine kulak vermeli diye düşündüm ve öyle de yaptım. Halit Ölmez memleketin has evlatlarından. Hasbelkader aynı çarşının, Çarşîya Şewitî’de çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızı aynı çarşıda geçirmişliğimiz vardır.
Bağlar imara açılınca ve imar girince hızla yapılaşma başlar. Sadece üzüm bağları yerinden sökülmekle kalmaz! Bağ evleri ve Bağ Köşkleri de birer birer yıkılır. İşte o köşklerden birinin de içinde yer aldığı dokuz dönümlük arsayı yetmişli yıllardan beri Ofis Camii sokağında komşuluk yaptığımız çocukları Kutlu ve Mutlu ile arkadaşlık yaptığımız postacı emeklisi bir de hepimizin özendiği motosikleti olan Saadettin Erten beyden satın almıştır Halit Ölmez, şöyle anlatıyor.
“1990’lı yıllarda içinde köşkü ve dokuz dönümlük arsası ile Saadettin Erten Beyden mülkü satın aldık. Aldıktan sonra köşkün tescilli olduğunu fark ettik. Bağlar’a İmar girince biner metrekareden dokuz parsel yaptık. İşte o parselasyon yapılırken Bağ Köşkü de ayrı bir parselin içinde kaldı. Diğer sekiz parsel içinde, anlaştığımız müteahhitler inşaata başladı. Bağ Köşkünün içinde yer aldığı parsel ise köşk tescilli yapı olduğu için öyle kaldı. Yıkılamadığı için bir şey de yapılamadı. Orada, öyle yeni yapılmış binalar arasında biraz da harap eski bir yapı olarak kalakalmıştı. Bir de bekçi tutmuştuk köşkü korusun, sahipsiz görülüp taşları çalınıp götürülmesin diye!
“Beden Terbiyesi eski bölge müdürü Sait Dikleli Bey vefat etmişti. O arsa ve köşkü birlikte satın aldığımız ortağım Muhtesim Diri ile rahmetli Sait beyin taziyesine gittik. Yas yerinde otururken dönemin Dicle Üniversitesi Rektörü Sedat Arıtürk, yanında stat saha doktoru da olan Şeref İnalöz, rektör yardımcısı Zülküf Gülsüm de gelip oturdular. Kendi aralarında sohbet ediyorlar. Malum taziye evinde biri konuşurken diğerleri dinler, biz de konuşmalarına kulak misafiri olduk. O sırada Şeref İnalöz Rektör Sedat beye dedi ki; ‘Ya hu hoca, eski Diyarbekir evlerinden birini söküp götürerek Üniversite sahasında uygun bir yere yerleştirmez misin?’ Sedat Hoca da ‘Bulun getirin, ben de yapayım, yaptırayım.’ dedi.”
Aradan epey bir zaman geçer o konuşmanın üzerinden. Ve o konuşma, konuşulduğu gibi kalır. Halit Ölmez ortağı Muhtesim’le, Köşkü bir şeklide değerlendirmek üzere Üniversite Rektörü ile görüşmeye gitmeye karar verirler. Rektör Sedat Arıtürk’e o taziye günündeki konuşmayı anımsatırlar. Giderken köşkün halihazır fotoğraflarını da çekip yanlarında götürürler.
Rektör hemen telefona sarılıp Mimarlık Fakültesi Dekanı Zülküf Güneli Hocayı çağırıp; ‘Zülküf Hoca bak o kadar ev, köşk filan diyordun ya! Al sana köşk! Artık iş sizde. Bunun resmi prosedürü var. Tescilli bir yapıdır. Yerinden sökülüp getirilmesi resmi işlemler gerektiriyor.’ der.
O günden sonra artık sürekli Zülküf Güneli Hoca ile muhatap olurlar. Epey yazışmalar yaparlar. O yazışmalar üniversite kayıtlarında yer alır. Üniversite tarafından Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulundan izinler alınır. Resmi işlemler çok zaman alır. Sonunda karar olumlu anlamda çıkar ve Zülküf Güneli Hoca ekip göndererek ‘Taşları tek tek numaralandırıp sonra da söküm ve yıkım yaptıracağız’ der. Öğrenciler ve teknik ekipler Bağ Köşkünün bulunduğu yerde iskele kurarlar. Taşları numaralandırırlar. Numaralandırma işi taş taş bitince bu kez sökmeye başlarlar. Halit Ölmez ve ortağı Muhtesim Diri de onlara başından sonuna kadar nezaret eder.
O denli dikkatle nezaret ederler ki! Halit Ölmez; “Taşların bir bölümünü sökerken dikkatimi bir şey çekti. Duvarlarda taşların arasındaki derz yerinde hamamların külhan külünü kullanmışlardı. Eskiden çeltik kabuklarını hamamlarda yaktıklarında onların çıkan külü ile harç yapmışlar ve o harcı da derz olarak kullanmışlar. Bazı bölümlerde de duvarın arka kısmında taşları demir kanca ve kurşunlarla birbirine tutturmuşlardı. Kesinlikle harç yoktu o bölümlerde.” diye anlatıyor.
Söküm işi biter. Taşlar arsanın içinde avluya yığılır. Üniversiteye taşıma bedelini de köşkün sahipleri öder. Hatta kendi ifadeleri ile derler ki; “taşları karşılıksız devrettiğimiz gibi nakliyesini de biz karşıladık. Taşlar taşındı ama üniversitedeki ekip numaralanmış olmasına rağmen binayı yeniden kurup çatmayı beceremedi. Önce bir beton temel hazırlandı. Bir ekip getirdiler. Numaralanan taşlar üniversite sahasında karışmıştı birbirine. Ekip bir türlü işin içinden çıkamadı.” Zülküf Güneli Hoca döner Halit Ölmez’e ve ne yapsak! der gibi! Dışarıdan bir ekip bulur Halit Ölmez. Gelen ekip gelip manzaraya bakınca der ki; ‘Biz numara filan anlamayız. Biz aslına uygun ve kafamıza göre yaparız. Siz bizim işimize karışmayın.’
Başlarlar ve aslına uygun bir şekilde yeniden köşkü yeni yerine yerleştirirler.
Köşkün hikâyesine gelince! Halit Ölmez Bağ Köşkünü Saadettin Erten Beyden satın aldığında sorar ve anlattırır hikâyesini: “Saadettin Beyin babası Fuad Bey 1925 senesinde sonradan soyadı kanunu çıktığında Botanlıoğlu soyadını alan Botî Tahir Ağa’dan 1.000 (bin) altına satın almış. Tabi dokuz dönümlük bağı ile birlikte. O zaman için de iyi para. Botî Tahir Ağa’da o vakitler ellili yaşlarında ve Ermeni taş ustalarına kendi zevkine göre yaptırmış köşkü. Bağını bahçesini de kurmuş köşkün etrafına. 1925’te de satmış. Tahir Ağa, Saadettin beyin babası Fuad Bey’e satıyor. Fuad Bey vefat edince Saadettin Beye kalıyor, bir de kardeşi vardı. Bizde onlardan satın aldık. Biz aldığımızda harabe vaziyetteydi.”
Bütün bu hikâyeyi size niye yazdığımı düşünebilirsiniz. Şimdi bir çağ yangınında şehirler. Adına kentsel dönüşüm denen bir “bela” ile sanki “iyileştirmeler” yapılıyor. Kimi tarihi ve kimlikli yapılar yıkılıyor, dümdüz ediliyor, yerlerine beton ve kimliksiz yapılar yükseliyor yerlerinde.
Kimi yapılar da adeta yersiz yurtsuzlukla adres değiştiriyor.
Aldım yanıma Bağ köşkünün eski ve asli sahibi Halit Ölmez’i ve gittik köşkün bulunduğu yere. Dicle Üniversitesinin hemen rektörlük binasının arka yamacında dört etrafı çam ve akasya ağaçlarıyla kaplı bir alana kondurulmuş köşk. Yakın zamanda yeniden restore edilmiş. Önünde bir havuzu var. Birkaç gün önce yağan kardan kalbin içine bir de rakam yazmış gençler köşkle havuz arasına; 21 diye. Bekçiye açtırdık kapıyı, girdik içeri dolaştık köşkün yeni halini.
Hiç değilse, hiç değilse dedik kendimize seslerimizi birbirine duyurarak. İyi ki taşınmış, iyi ki akıl etmişsiniz! Yoksa bu köşk de taş taş sökülüp her bir taşı ayrı bir mekâna devşirilerek yitip giderdi dedik. Dedik ve biraz da hüzünle teselli bulduk…
Sonra bindik araca, döndürdük yüzümüzü köşkün eski yeri ve şimdilerde orası da kentsel dönüşümün arifesinde olan Bağlar’a! Vardık köşkün yerinde yükselen çok katlı binanın önüne. Haline, ahvaline baktık. Hali, tabii ki hal değildi. Haldan düşmüş tebdil gezer vaziyetteydi.
Sorduk soruşturduk oraların hali hazırdaki sakinlerine! Hiç biri bir zamanlar oralarda köşk / köşkler olduğunu duymamış ve bilmiyorlardı. Biri, birden hatırlamış gibi dedi ki; “Abê, dolmuşlar bizim bu köşedeki durağa geldiklerinde ‘Köşkler var mı inen’ diyor. Demek ki ondandır.
Mekân gitmiş ama adı kalmıştı ardında yadigâr; Köşkler… (ŞD/AS)