Rakel Dink “Bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim,” dediğinde ülkenin karanlığı kırk yıldır bebeklerden katil yaratıyordu. O karanlık ellerin nereye uzandığını, hangi bebeklerin nasıl muamelelerle katile dönüştürüldüğünü sorgulayın diyen Dink’e ne adalet, ne siyaset ne de sosyoloji yanıt verebildi. Murathan Mungan, Rakel Dink’e yanıt niteliğinde bir romanla, “995 km” ile ülke siyasetine, kirli savaş gerçekliğine ve Kürt kapanına kısılmış sosyolojimize ışık düşürüyor.
“995 km”de Mungan, karakterinin duyusal yaşantısıyla zihinsel yaşantısını birini diğerine indirgemeden aralarındaki paralelliği gözeterek yansıtıyor. Bu nedenle yazarın kamerası iki optikli, aynı anda iki odağa ışık yolluyor. Romanda dört gün ve 995 km’lik yol boyunca karakterin zihninden geçenler ve çevresiyle nasıl bir etkileşim içinde olduğu görülüyor. Görülüyor diyorum çünkü 995 km 1990’lı yıllardaki puslu havaya maruz kalanların gözünde o dönemi yeniden canlandırıyor. Dönemin tetikçileriyle okurunu bakıştırıyor. Tetikçinin merhametsiz, galiz ruhuna ve deneyim alanına uzun uzun bakılmasını sağlayarak onu deşifre ediyor.
Romandaki katilin bir ismi yok. Bir isme ihtiyacı da yok. İsim, kişiyi var kılar. Oysa katil zaten bu dünyaya ait bir özne olmamış/olamamış bir karakterdir. Toprağın derinliklerine kök salmak şöyle dursun olduğu yere bir iki ince kök uzatması bile mümkün olmamış. Aslında onun ‘olduğu yer’ yoktur. Olsa olsa ‘bulunduğu yerler’ vardır. Öznenin bir fonksiyonu olan konumluluktan mahrumdur. Dolayısıyla nesneleşmiştir, her türlü insani temastan kaçınır. Bulunduğu her ortamda kendini silikleştirir. “Hayatta olduğu gibi bu evlerde de fazla yer kaplamamayı öğrenmişti; kendini silmeyi, varlığını evin en ufak köşesine sığacak kadar geri çekerek fark edilmez olmayı. Kendinden hiçbir iz kalmamalıydı geriye… Oysa suskunluğun görünmezlik kazandıran gücünü daha çocukken keşfetmişti, sessizliğin arkası en güvenli yerdi.”
Cismani dünyaya sırtını dönen karakterin hayatta tek amacı vardır; dünyaya selamet getirecek davasında yol almak. Sadece bu minvaldeki ilişkiler onun için anlamlıdır. Bu ilişkiler için konum sahibi öznel bir birey olmak, var olmak ister. Şehadet şerbeti içmek için hocanın gözüne girmesi, yeni görevlere layık olduğunu belli etmesi gerekir. Tetikçi katil, Saim Baran’ı katlettikten sonra hocasını ziyarete gider. Elbette hocası ona bir parmak balmışçasına var olma duygusunu tattıracak ve takdirini esirgemeyecektir: “Ümmetimi dinden imandan eden, kim bilir kaç yolunu şaşırmış gafili dağdaki eşkıyanın kucağına atan bir kâfir daha eksildi senin sayende. Şeytan fısıltılarına bel bağlamış kişilere bir darbe daha indirdin. Kuvvetli bir darbe!”
Kameranın ışığı katilin çocukluk yaşantısına düştükçe katilin çocukluğunun, hayatta bir özne olamamasının nedenini ve konumlanma imkânının nereden darbe aldığını, neden suskunlaştığını anlıyoruz; o bir yetimdir. Yetimlik, karanlık ellerin kolayca uzanıp yetişebileceği bir yerdir. Bir yetimin hayatta içerleyeceği çok şey olur. İçerlediğini kelimelere dökemediği, hislerini adlandıramadığı her seferinde sesi daha derine kaçar. Mayalanır, öfke olur, kin olur. Okşanmamış baş, taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmaz. “Çocukluğunda herkesin kendi oğlunun başını yıkadığı hamamlarda yetimliğini başka türlü bir sızıyla hissederdi. Şimdi sızı yok, ama o duygu duruyor. Hiçbir şey düşünmese bile kurnanın musluğundan akan suyun sesi o duyguyu her seferinde yeniden canlandırıyor.”
İşte bir bebekten katil yapma mekanizması: Kimsesizler yok sayılır, yok sayılan kendini siler, karanlık o silik silueti alır ve ona bir amaç -özne olma imkânı- ve görevler verir. Dünya için görünmez olanın bu hayatta kaybedecek bir şeyi yoktur ama kazanabileceği bir ahiret hayatı olabilir. Bu nedenledir ki verilecek görevler -can almak dahi olsa- ibadetten sayılır. “Düşman ne yapabilir ki bana, öldürülmem şehadet, sürgün edilmem hicret, hapsedilmem hizmettir.”
Roman kurgusuna göre festival için Diyarbakır’da bulunan gazeteci- yazar Saim Baran JEM tarafından “Cihadın Askerleri” eliyle öldürülür. Kurgudaki Saim Baran’ın öldürülmesinin gerçekte Musa Anter cinayetine karşılık geldiğini söylemek için azıcık yakın tarih bilgisi yeterli. Aynı zamanda kitapta olay örgüsüne konu olan diğer yapıların, organizasyonların, kişilerin ve işlenen cinayetlerin de bir bir denk geldiği, aşina olduğumuz gerçek karşılıklarının olduğu söylenebilir.
“995 km”nin okurunun tetikçi karakterle empati kurmasına geçit vermeden estetik duyuşu okura geçirebilmesi önemli. Kurgusunu faili meçhul gibi açık bir yaradan alan bu metin için anlatıcı seçimi bu nedenle zor bir sınav. Belli ki Mungan okurun metne dâhil olurken karakterle mesafesini koruyabilmesini endişe etmiş ve bu zor sınavı anlatıda üçüncü tekil şahıs kullanarak atlatmayı seçmiş. Vesileyle okur, katili katil yapan süreci önemsese de okurun yetmiş yıllık koca çınarı birkaç saniyede deviren katilin duygusal açıdan yanında olması, empati kurması, uzlaşması ya da hak verir gibi olması söz konusu olmuyor.
“995 km”nin bir dönem anlatısı ya da polisiye olarak hızla okunması ayrıntılardaki edebi tonlamaların ıskalanmasına neden olabilir. Örneğin ölüme yürüdüğünü bilmeyen Saim Baran göğe bakıp havayı koklar, katiline “Bilir misin, tabiatta baharın kokusunu alan ilk canlı kekliktir,” der. Keklik kendine, soyuna ihanetin işlevsel bir metaforudur. Katil, Saim Baran’a cevaben “Buralarda keklikleri çok vuruyorlar ağam,” der. Avını tuzağa düşürdüğünden emindir. Kendisinin karanlık eller tarafından tuzağa düşürüldüğünden, avlandığındansa habersiz. JEM’in tetikçisi olduğu halde JEM’i Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen rejimi yıkmak için “Cihadın Askerleri” adına kullandığı zannındadır. Kendisinin kullanım süresi dolar dolmaz karanlığın midesine indirileceğini, bağırsaklardan kolayca dışarı atılacağını içten içe sezer. Yine de yolundan sapmaz. Nihayetinde kekliğin bildiği kendinden önceki kekliklerin bilgisini tekrarlamaktır. (EAG/AÖ)