Son yıllarda dünya edebiyatında kişisel hafızayla toplumsal hafızanın birbiriyle direkt ilişkili olduğu anlatılar okuyoruz. Annie Ernaux’un “Seneler”i ile Javier Cercas’ın “Sahtekar”ı bu hibrit metinlerin en iyi örneklerinden.
Dünya edebiyatında olduğu gibi ülkemizde de kişisel ve toplumsal ayrımının görünmez olduğu metinler yayımlanıyor. Gökçer Tahincioğlu “Mühür” ve “Kiraz Ağacı”ndan sonra “Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm” adını verdiği yeni kitabında da kişisel hafızayı toplumsal hafızayla kundaklayarak anlatmayı sürdürüyor.
Toplumsal olayların insanların günlük yaşamında büyük kırılmalar yarattığı bizim ülkemiz gibi ülkelerde kolektif hafızanın edebi verimlerde ortaya çıkmasını sadece yazarın biçimsel tercihi olarak açıklamak zor. Yazma sürecine etki eden bilinçdışı alandan yazarın çekip çıkardıkları yazarın duygu ve düşün dünyasında nelerin bulunduğunun işareti sayılır. O halde yazar farkında olsa da olmasa da içine doğduğu ve deneyimlediği toplumsal koşullar bir şekilde yazarın zihinsel süreçlerinde yer ediyor diyebiliriz.
Taziyesi tutulmamış kayıpların yası bitmez. Mezar yeri bilmeyen sevgilinin, kemikleri bulunamayan oğulun, kim tarafından vurulduğu bilenmeyen ablanın ardından yaşama tutunma çabası sürse de artık hafıza yaralı, ruh huzursuzdur. Kendimizi bildik bileli ülkemizde faili meçhul cinayetler işleniyor. Bunca kayıptan sonra adalet yerini bulmadığı, hakikat gün ışığına çıkmadığı için büyük bir taziye evinde sanki hayatta olmaktan bile utanarak nefes alıp veriyoruz. Tahincioğlu yeni kitabında yaralı hafızasını ve huzursuz ruhunu taziye evinden dışarı atmak isteyen bir gazetecinin yolculuğunu anlatıyor. Gazetecinin, toplumsal hakikat/hafıza için Sabahattin Ali cinayetini çözme girişimi kendi hakikatine ulaşmak için giriştiği içsel süreçle girift bir anlatı sunuyor. Yazarın kendisinin anlatıcıymış gibi okunabildiği kitapta anlatıcının psikolojik atmosferinde birbirine dolanmış iki cinayet öyküsü var. Sabahattin Ali cinayeti ve anlatıcı gazetecinin trafikte zorbalığa maruz kalarak kaza yapan ve zorbalarca yakılarak öldürülen ablası.
Gazeteciyi evinden dışarı, hayata iten bir türlü kurtulamadığı evindeki arsız böcek oluyor. Bir metafor olarak böcek aynı zamanda gazetecinin bedeninde yasa gömülmüş ruhunu da dışarı çıkmaya zorluyor. “Sonra o çıktı karşıma. Saklanma ustası, Allah’ın belası, türdeşlerinden daha uzun, daha çevik, daha gözü pek, nedense daha siyah, daha parlak, daha yapışkan bir hamamböceği evimi ıslak ve huzursuz bir mağaraya çevirdi.”
Beden ruhun eviyse, aslında gazetecinin ruhu için bedeni zaten yıllardır ıslak ve huzursuz bir mağaradır. Böcek yeni bir görme biçimine vesile olarak gazetecinin içinin ıslaklığını, savrukluğunu, yalpalamasını ve huzursuzluğunu fark etmesini sağlıyor. Bu sayede kulağından eksik olmayan fısıltılarla yola çıkıyor. Ablasını kaybettikten yıllar sonra, taşları yerine oturtmak için çabalamaya başladığında kendisine ablasının günlüğünü okuma hakkı veriyor, günlüğü yanına alıyor.
Ve yolculuk başlıyor. Yol boyunca kişisel olanın toplumsal olanla kundaklanması gibi gerçek gerçeküstü durumlarla, hakikat kurmacayla birbirine dolanıyor. Yazar kişisel-toplumsal, gerçek-gerçeküstü, hakikat-kurmaca ayrımlarına meydan okur gibi bu ikilikleri hikâyede pürüzsüzce birbirine ekliyor. Anahtar kilit ilişkisi gibi bütünü görebilmenin ancak ikiliklerin biraradalığıyla mümkün olduğunu, böylelikle anlamın ortaya çıkabileceğini hatta netleşeceğini hissettiriyor. Bu noktada yazar üst kurmacayla belirginleştirmek istediği niyetini –bütünü görmek, anlam arayışı ve ikiliklerin biraradılığı- Sabahattin Ali’nin öykü karakterinin dâhil olduğu gerçeküstü olay örgüleriyle sağlıyor/güçlendiriyor.
Olay örgüsünde gerçeküstü kimi buluşmalar, karşılaşmalar ve konuşmalar gerçekmiş gibi sunuluyor. Romandaki gerçeküstü bu öykümsü parçalar üst kurmacanın taşıyıcı kolonları oluyor. Bu sayede okuma hazzı da yüksek tutuluyor. Gazetecinin araştırma için gittiği yerlerde Sabahattin Ali’nin öykü karakterleriyle karşılaşmasıyla, yazarın ölümünü araştırdığını söylemesiyle ve Sabahattin Ali’yi tanıyıp tanımadıklarını sormasıyla yazar aynı zamanda kendi metnini Sabahattin Ali’nin metinleriyle konuşturmuş oluyor. Şöyle ki; romandaki gazeteci karanlık bir ormanın içinde yürürken Sabahattin Ali’nin bir öykü karakteriyle –Satılmış- aynı adı taşıyan herhangi birisiyle karşılaşabilir. Bu metnin edebi değerinin kendiliğinden yükseleceği anlamına gelmez. Ancak Tahincioğlu romanında gazeteciyi -ve okuru- gerçek Satılmış’la karşılaştırıyor. Gerçek Satılmış Beybaba dediği mahpus arkadaşının cenazesini yakınları almadığı için arkadaşının mezarına su döksün diye üç on kuruşundan ikisini hademeye veren –“Çaydanlık” öyküsünden hatırladığımız- saf bir gençtir. Bu nedenledir ki gazeteciyi ormanda bırakan Satılmış’ın içinin rahat etmeyeceğini, gazetecinin başına bir iş geleceğinden endişelenip geri dönmesini bekleriz. Ve Satılmış okuru yanıltmaz, geri dönüp gazeteciyi yoklar. Çünkü o gerçeküstünün gerçek Satılmış’ıdır. Tıpkı roman boyunca karşımıza çıkacak olan Peşkir Yusuf, Raif Bey’in kızı ve Macide’nin gerçek olduğu gibi. Çünkü “Hayaller gerçektir… En azından bazıları için…”
“Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm” günümüz edebiyatında epeydir beklediğim bir erkeğin bir kadınla –sevgilisi, eşi, ablası veya annesiyle- yaşadığı deneyimle yüzleşmesi üzerinden başka bir okumaya da imkân sağlıyor. Romandaki gazeteci bir bakıma erkeklik normlarının kadınlarla ilişkilerine verdiği zararı ayna yerine koyup o aynadan kendine bakıyor. Sanırım Tahincioğlu bu romanıyla bir öneride bulunuyor: Erkeklik sözleşmesinin fesh edilmesini öneriyor. En azından anlatısındaki gazetecinin pratikte böyle bir çabası var; ablasıyla paylaştığı ilk gençlik yıllarından aralarına mesafenin girdiği yıllara kadar ablasıyla ilişkisini büyüteç altında alıp yakınlaştıra yakınlaştıra inceliyor. Ablasının kaybından sonraysa hayatına giren kadınlara ve son olarak sevgilisine yaşattığı duygusal baskıyla yüzleşirken sığınacak gerekçeler aramıyor. Bu yüzden ona inanıyoruz. “Yeniden doğmak mümkün.” “Öyle günahsız, saf doğmuyorsun ve unutmuyorsun olanları.” Yine de… Yeniden doğmak mümkün.
(EAG/AÖ)