İnsan bir günü bitirip başını yastığa koyana kadar pek çok sorunla karşılaşır. Gün boyu bu sorunlarla baş etmek için bir sürü yol, yöntem denemiş, kimilerinde başarılı kimilerinde başarısız olmuş olabilir. Ufak tefek sorunlarla baş etmeye çalışmak gündelik hayatın olağan akışından sayılır. Strese neden olsa bile genellikle insanın algısında, tepkisinde hasar yaratmaz.
Travma
Olağan akışın sekteye uğradığı, savaş, deprem, küresel salgınlar gibi büyük felaketler yaşandıktan sonra insanın zihninde ne olur?
Travma geçirmiş birinin kendi ve çevresi hakkındaki algısını, durumlara verdiği tepkiyi etkileyen hatta belirleyen nedir?
Çatışmalı bir coğrafyada yetişmiş, görev yapan öğretmenler olarak mesela İstiklal Marşı okunurken, okulun bahçesine mermi düştükten sonra sınıfa girip nasıl ders anlatabildik? Bunu yapabilmek duyarsızlaşmak mıydı, beceri miydi? Değilse neydi? Ve yapabildiklerimiz için –yemek, okumak, yazmak gibi- niçin kendimizi kötü hissediyorduk?
Yönetmen Ali Kemal Çınar’ın “Geceden Önce” adlı filmini izlerken uzun yıllardır etrafında oyalandığım bu soruları yeniden düşündüm.
Film Erhan Sunar’ın aynı isimli kitabından sinemaya uyarlanmış. “Geceden Önce “anne, baba ve kızları Gülbin’den oluşan üç kişilik ailenin OHAL koşullarındaki hayatlarından kesitler sunuyor.
İzleyici önce anneyi takip ediyor. Ev içinde yapıp ettiklerine tanık oluyor. Çatışma ve patlama seslerinin giderek yaklaştığı evde annenin kendisiyle ilgili algısı ‘mutlaka ele ayağa düşeceği’ şeklindedir. Anne ölmekten değil, ölmeden önce yaşayacağı zorluklardan korkuyor gibidir.
Varlığın ortadan kalkması
Her gece yağan bombaların altında onlarca insan ölürken anne için ölüm korkulacak bir olgu olmaktan çıkmış olabilir mi? Anne kızının doktora gitme önerisini bu nedenle mi reddediyor? “Doktora gidip ne yapacağız? Bir sürü ilaç verecek, artık ilaç kullanamıyorum.”
Öyleyse annenin ölenlerden ise yaralı, yanmış, sıkışmış, çaresiz, evsiz halde hayatta kalanlara daha çok üzüldüğünü düşünebiliriz.
Tıpkı ele ayağa düşüp ölmeden kendisinin de bir yaralı gibi acı çekeceğine inanıp üzüldüğü gibi. Nitekim komşusuyla dertleşirken şöyle diyor; “Nusaybin’i de yaktılar, kız kardeşim Mardin’de perişan oldu. Allah hakkımızı bırakmasın inşallah.”
Anne yine de çiçekleri sular, yapraklarını siler. Sobayı yakar. Kızına evlenmesi için ısrar eder. Anneyi ölüme aldırışız kılan mekanizma baba da farklı işler. Baba ölmekten hatta karısı tarafından öldürülmekten korkuyor. Kızına “Annen beni öldürmek istiyor. İlaçlarımın yerini değiştirmiş” der.
Varlığının ortadan kalkması, yeryüzünden silinip gidecek olma endişesi babayı dünyada sabitleyebileceği şeyler aramaya iter. Gün be gün yıkılan mahallesi gibi babanın hafızası da yıkıma uğramaktadır.
Çareyi fotoğraflarda arar. Sur’un, Hevsel Bahçeleri’nin, gençliğinin geçtiği sokakların, birbirine bitişik evlerin film rulolarını bulup çıkararak fotoğrafçıya, tab etmeye götürür.
Bu girişimi kentin travmatik tarihiyle geçmişte karısına şiddet uygulayan babanın kendi travmasını örtüştürdüğü şeklinde okumak mümkün.
Baba fotoğrafçıdan çıkar. Yürüdüğü yollar artık tanıdık değildir. Hem kendi ruhunda hem sokaklarda kaybolur. Yine de sonunda evin yolunu bulur.
Gitmek ve dönmek
Evin yetişkin kızı Gülbin için nefes almak zordur. Yükselen kara dumanlar arasında bir soluk için çabalar.
Dumanlı, sisli, gürültülü çatışma ortamı aynı zamanda Gülbin’in iç dünyasının metaforudur. Gülbin bu atmosfer içinde hayata katılmanın, üretmenin nasıl mümkün olabileceğinin peşindedir. Ancak hâlâ ilk sorunun cevabını aramaktadır. Kendisine iş teklif eden arkadaşına söylediği gibi “Meselem nedir benim?” Gülbin’in soruları arka arkaya gelir; “Ben çizmek mi istiyorum, hissetmek mi?”
Hissetmek Gülbin için nefes almak kadar yaşamsal ama zordur. Bu nedenle yasak aşkının kolları boynuna dolanmışken arkadaşının iş teklifi için şöyle der; “Orada ne yapabilirim ki? Kimseye söyleyecek bir şeyim yok.”
Yine de Gülbin yazmasını saçlarına dolar, tuvalin başına geçer. O ilk sorunun son ana kadar geçerli olacağının farkına varır. Çünkü her şey iç içedir. “Hiçbir şey birbirinden ayrılamaz. Zaman, sanat, aile ve varoluş… Ne kadar da aynılar. Gitmek ve dönmek de… İnsan için anlamı yok.”
"Geceden Önce"nin karakterlerinde olduğu gibi felaketler yaşamış, -şimdilerde söylendiği gibi- arttırılmış gerçekliğe maruz kalmış insanların farkında olarak ya da olmayarak ‘yine de’ devam etmesini sağlayan nedir? Bu güç tam olarak nereden geliyor?
Ali Kemal Çınar’ın filminin de etkisiyle sorular üzerine düşünürken Bilim ve Teknik dergisinin eski bir sayısında zorluklar karşısında toparlanma kapasitesi olarak tanımlanabilecek “Esnek Dayanıklılık” kavramını anlatan bir makaleye denk geldim.
Makaleye göre hepimizin içinde hayata etkin şekilde devam etmemizi sağlayan bir güç var. Bu güç büyük felaketler yaşayan insanlarda daha fazla açığa çıkıyor. Ama her zaman değil.
“Korkunç olaylardan sonra tekrar ayağa kalkıp toparlanmaya mı, yoksa düştüğümüz yerde kalmaya mı eğilimli olduğumuz; olaylara ve diğer insanlara tepki verme kalıplarımıza dayanıyor.1” Anlaşılan yapabileceklerimizi yaptığımız için hissettiğimiz o kötü hissin sebebi de bu tepki verme kalıplarımız.
Makale tepki verme kalıplarının oluşumunu dağdan akan kar suyuna benzetiyor. Kar suyu akarken dağın yüzeyinde patikalar oluşturur ve sonraki akışlar bu patikalarda ilerler.
Zihnimizin bu fonksiyonunu bilmek iyi gelebilir. Böylelikle kötü hissettiğimiz anda durup yeni bir patika açmak için kendimize fırsat verebiliriz. Felaket devam ederken ve sonrasında yapabileceklerimizi yapabildiğimiz için yapıyoruz.
Kötü hissetmek zorunda değiliz. Çiçeklerin yapraklarını silebilir, fotoğraf tab ettirebilir ve tuvalin başına geçebiliriz.
(EAG/EMK)
1 İlay Çelik Sezer, Hayatın Zorluklarına Karşı İçimizdeki Güç/ Esnek Dayanıklılık, TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisi