Bu uzun zamandır yazmayı düşündüğüm bir yazıydı. Aslında uzun zamandır yapmayı düşündüğüm uyarı demek daha doğru olur sanırım. Ama öyle yoğun bir gündemle yaşıyor ve de öylesine ‘acil’ konularla uğraşıyoruz ki, gündemin sizi de belirlemesi kaçınılmaz oluyor.
Ayrıca günlük yaşamımızı sürdürmeye çalışırken bile, trafikten bombaya tesadüfen yaşarken o kadar riskle karşı karşıyayız ki, ‘durup dururken’ insanların huzurunu bir de ben kaçırmayayım diyorsun.
Üstelik şehir efsanesine dönüştürülen, ben diyeyim otuz, sen de yüz otuz düzeyinde bir sığlıkla, bütün yaşamsal ve insani parametrelerden soyutlanmış anlayışlarla (deprem olduğunda onu izlerken orgazm olacak kadar ‘bilimsel’) o kadar çok konuşuldu ki…
İnsanın bu konuda bir şey de ben söyleyeyim diye yüzü kalmıyor. (Bilimsel ve kişisel çabalarını hep takdir ettiğim Prof. Naci Görür ve Prof. Okan Tüysüz’ü ve birkaç bilim adamını tenzih ediyorum.) Ama gelin görün ki, son günlerde homurtularını yakından duymaya başladığımız*; kendini bize hatırlatma konusunda çok da dürüst davranan deprem konusunda bir şeyler söylemenin tam da zamanıdır.
Deprem Kıta Avrupasının gündemi değildir; yoksul Yunanistan'ı da bizden sayarsak. Deprem ülkeleri ABD ve Japonya için artık afet olmaktan çıkmıştır. Ama yoksul coğrafyaların -bizimki gibi- ‘kaderi’ olması kaçınılmazdır.
Adana-Ceyhan depremiyle başlayarak, Kocaeli-Gölcük‘le süren ve Van Depremi ile ayyuka çıkan aymazlıklar ve sorumsuzluklar sürecinde birçok şey yazıldı ve söylendi. Yani yaklaşık yirmi yıldır, artık bir daha bunlar yaşanmasın diye çabalayanlar oldu.
1999 Kocaeli Depremi sonrası 2000 yılında oluşturulan, deprem konusuyla ilgili çeşitli alanlardan seçilen uzmanlardan oluşan ve bağımsız bir yapıya sahip olan Ulusal Deprem Konseyi bunlardan biriydi.
Başlıca görevleri kamuoyuna güvenilir bilgi vermek, deprem zararlarını önlemek için çıkarılacak yasalara destek olmak, öncelikli araştırma alanlarını belirlemek, kamu yetkililerine danışmanlık yapmak ve etik konularla ilgili değerlendirmeler yapmak olan bu kurul, 2007 yılında Başbakanlık genelgesiyle lağvedildi. Daha sonra bireysel olarak fikir beyan edenleri de pek dinleyen olmadı.
Bu süreçlerde üretilen birçok görüş doğrultusunda alınan, daha doğrusu alınmak zorunda kalınan birçok karar da sonraki yıllarda ya uygulamadan kaldırıldı ya da görmezden gelindi.
Sadece bu örnek bile bilimsel çalışmalara veril(mey)en değeri, küreselleşme politikalarına teslim olmuş bir sistemin toplumsal ve insani sorunlar karşısında ne kadar körleştiğini, kamu örgütlenmesinin ne kadar aciz bir yapıya dönüştüğünü ve kamu yönetiminin ne kadar etkisizleştiğini açıkça gösteriyor.
Aslında yeni bir şey de söylemeye gerek yok. Doğu Roma, Bizans ve Osmanlı’nın başkenti olmuş, 2 bin 600 yıllık tarihiyle, Dünya’da iki kıta üzerine kurulu tek şehir olan İstanbul’un, ormanları, sahilleri, su havzaları, vadileri, dere yatakları, Boğazları, Adaları, dağları-tepeleri yağmalanarak, beton bloklarla doldurularak, 1950’lerden günümüze kadar, çıkarılan imar aflarıyla ve kaçak yapılarla da desteklenen bir süreçle, binlerce yıllık tarihinde görmediği bir yıkıma tanık olduğu çok söylendi. Belki de depremin bile yıkamayacağı kadar!..
Daha yakın zamanda, Kocaeli depremi sonrasında alınan kararla İstanbul’da, deprem sonrası toplanma alanı olarak belirlenen 493 yerin 300’ünün imara açıldığını ve yerlerine alışveriş merkezi ve gökdelen yapıldığını görmedik mi? Muhtemelen deprem sonrasında halkın bu alanlara ulaşması zaten mümkün olmayacak diye gereksiz bulunduğu düşüncesiyle!..
Deprem kuşağında yaşadığımıza göre depremi de yaşamamız kaçınılmaz. Ha bugün ha otuz yıl sonra. Bunun bir önemi yok.
Bu doğa olayını hiçbir güç engelleyemeyeceği gibi, ne zaman olacağını da kimse bilemez. Bilimsel ve istatistiki verilerle yaklaşık kestirimlerde bulunabiliriz sadece. Bu da zaten zaman zaman bazı araştırmacılar tarafından yapılıyor.
Ama esas önemli olan, gelecek depreme karşı, akla ve bilime uygun politikalarla hazırlanma süreci ve deprem sonrası can kayıpları ve zararları azaltma konusunda erk sahiplerine düşen sorumluluğun yerine getirilip getirilmediği. Yani yarın deprem olacak gibisinden bir sorumlulukla. Rantı değil insanı önceleyen anlayışlarla.
Albert Einstein’in dediği gibi “Uzun yaşamımda öğrendiğim bir şey var; gerçeklikle ölçüştürüldüğünde tüm bilimimiz ilkel ve çocukça kalmaktadır-ama gene de sahip olduğumuz en değerli şeydir, bilim!‘’
Başka sığınacağımız bir şey yok. Bir de Nazım Usta var zaman zaman sığındığımız:
Ve insanlar, ah, benim insanlarım,
Yalanla besliyorlar sizi,
Hâlbuki açsınız,
Etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız.
Ve beyaz bir sofrada bir kere bile yemek yemeden doyasıya,
Göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan.
Ve insanlar, ah, benim insanlarım,
Hele Asyadakiler, Afrikadakiler,
Yakın Doğu, Orta Doğu, Pasifik Adaları
Ve benim memleketlilerim… (Şİ/HK)
* Bu yazı dün gerçekleşen Marmara denizinde İstanbul kıyılarında gerçekleşen 4,2 şiddetindeki depremin ardından yazıldı.