Hepimizin canını yakan, daha henüz hiç yaşamamış küçücük çocukları yitirdiğimiz, birçoğunu da annesiz babasız bırakan depremin öncesinde, ülkemizdeki yerbilimi eğitimi hakkında yazmayı düşünüyordum. Deprem yazısı için erteledim. Yılların kangreni bir konu biraz daha bekleyebilirdi. Deprem sonrasında, işsiz jeoloji mühendisi gençlerin sosyal medyada çığlıklarını görünce, bu konuda yazmanın zamanıdır dedim. Çünkü sorun sadece işsizlikle sınırlı değil. Daha güvenli bir ülkede yaşayabilmemizle de bire bir ilişkili.
Jeoloji ve jeofizik bölümleri boş kaldı
Bu işsizlik sorunu, diğer yerbilimi dalı jeofizik mühendisliği mezunları için de geçerli olduğu gibi, uzun zamandır aslında tüm mühendislik dallarında yaşanan bir durum. Son üniversite yerleştirmelerinde, birkaç köklü üniversite dışında jeoloji ve jeofizik bölümleri boş kaldı. Birçoğu sıfır çekti. Birçok üniversitede bu bölümlerin çoğu atıl duruma düştü. Sınavlarda yüksek puan alan gençler, gelecekte iş kaygısı nedeniyle temel bilim dalı olan yerbilimlerini tercih etmez oldu. Oysa, meslek hayatımda, 60’lı yıllarda tıp ve hukuk fakültelerini bırakıp jeoloji bölümüne geçen çok sayıda insanla tanıştım. Popüler bir meslekti bir zamanlar. Yıllar sonra gelinen bu nokta nasıl izah edilebilir! Her 10 yılda bir 7 ve üzerinde yıkıcı bir depremle karşılaşan tarihsel bir deprem ülkesinde, yerbilimleri alanında yaşanan yoğun işsizlik sadece ve sadece bilime ve tekniğe inanmamakla izah edilebilir! Lisede artık jeoloji dersi yok. Belki de dünyanın yedi gecede yaratılmadığını anlattığı içindir; kim bilir!
Piyasa koşullarına uyarladı
Uzun zamandır kamusal olarak yürütülen birçok mühendislik hizmeti, özelleştirmeler sonucu piyasa koşullarına terk edildi. Hem yapılan işin niteliği olumsuz etkilendi hem de mühendisler çok düşük ücretlerle çalışmak durumunda bırakıldı. Birçok iş, gerekenden daha az sayıda mühendisle görülür oldu. Kamusal denetim mekanizmaları sakatlandı. Mühendislik hizmetlerinin önemi göz ardı edildi, ekstra maliyet olarak görüldü. Her şey, bilime ve tekniğe değil, piyasa koşullarına uyarlandı. Oysa, iş ölçeğinde çok küçük denebilecek mühendislik maliyetlerinin, yaşanan büyük kayıpları önlemedeki etkisi düşünüldüğünde gidilen yolun yol olmadığı ortada!
Bu yaklaşımların bedelini her olayda bütün ülke olarak yaşıyoruz. Daha hiç yaşamamış çocuklarımızı yitiriyoruz, birçoğu annesiz babasız kalıyor küçücük yaşlarında. İnsanlar yıllardır yaptıkları birikimleri bir anda kaybediyorlar. Yarınlarda daha güvenli kentlerde yaşayabilme umudumuzu kaybediyoruz. Hepimizin psikolojisi ağır bir darbe alıyor; tükeniyoruz!
Mühendisler neleri engelleyebilirdi?
Peki bu işsiz mühendisler bu ülkede neler yapabilir, neleri engelleyebilir, ülkeye nasıl katkı sağlayabilirler? Sadece güncel durumla ilgili birkaç ana başlıkta kısaca değineyim:
Bölgesel ve lokal zemin etütleri yaparak, daha güvenli bölgelerde zemini yapılaşmaya uygun olan binalarda oturmamızı sağlarlar.
Potansiyel kullanım haritaları yaparlar; heyelan, taşkın ve sel alanlarını tespit ederek, yerleşime açılmasına engel olurlar.
Jeoloji haritaları yaparlar, fayları güncellerler ve aktif fay bölgelerinde yapılaşmanın olmaması için uğraşırlar.
Kaynakları kısıtlı bir ülkede, bu çalışmalarla, yaşanabilecek olası can ve mal kayıplarını önlemek önemsiz bir ayrıntı mıdır? Yetişmiş bu insan kaynağı hangi akılla heba edilir? Birkaç bin mühendisin kamuda bu konularda istihdam edilmesi ülkeyi mi batırır? 2020’de dünyada depremde ölen 193 kişinin 155’inin ülkemizde olması tesadüf müdür? Yazık değil mi!
500 yıkıcı fay var
Yeri gelmişken, son deprem nedeniyle kamuoyunda tartışılan “Fay Yasası”na da değineyim. Amerika, Japonya ve Yeni Zelanda gibi deprem ülkelerinde yürürlükte olan bir yasa. İTÜ’den Prof. Dr. Okan Tüysüz’ün tespitlerine göre Türkiye’de yıkıcı deprem üretme potansiyeli olan bilinen 500 fay var. 18 il, 80 ilçe ve 500’den fazla köy aktif faylar üzerinde.
Böyle bir yasa çıkar ve altı da bilimsel bir yaklaşımla doldurulursa, ileride yaşanabilecek birçok depremin daha az can kaybıyla atlatılması mümkün olabilecektir. İlgili mühendislik disiplinlerinin ortaklaşacağı bir çalışma zaman geçirilmeden başlatılmalıdır.
Yasa koyanlar, yasayı yıkıyor
Yasa kapsamında, bu faylar üzerinde yapılacak olan yeni çalışmalarla, yakın tarihlerde deprem üretme potansiyeli olan fay bölgelerinde acil önlemler alınabilir. Bu yerleşim yerlerinin geleceği hakkında sağlıklı kararlar vermek mümkün olabilir. Böyle bir çalışma geçtiğimiz dönemlerde yapılabilmiş olsaydı örneğin, 1999 Bolu Depreminde fayın 2.5- 3 metre atım yaptığı ve büyük hasar gören Kaynaşlı orada kurulmayabilirdi.
Depremde çöken Bolu Tüneli ve darbe alan viyadüklerin güzergahı farklı olabilirdi. Belki de bitmek üzere olan Ayaş Tünelleri iptal edilmez, Ankara- İstanbul yol güzergahı değiştirilmeyebilirdi. İçinden sürekli su akıntısı gelen Zigana Tüneli farklı düşünülebilirdi. Havaalanı, stadyum, karayolu gibi deniz dolgusu üzerine yapılan çok sayıda büyük mühendislik yapısı yapılmayabilirdi.
Mikro bölgeleme haritaları yapılarak, zemin olmayan alüvyonal arazilerde yapılaşmalar engellenebilirdi. Belediyeler, bu mikro bölgeleme çalışmaları ile yeraltı su seviyesi yüksek ve zemin büyütme katsayısı belli bir değerin üzerinde olan bölgelerde yapılaşmaya izin vermeyebilirdi.
Elbette bunlar siyasi kararlar. Başka alanlarda sıklıkla görüldüğü üzere, yasa her zaman engellemeye yeterli olamıyor. Yasa koyanlar, yasaları da deliyor. Yine de olsun, yasa yoksa neye sığınacağız!
(NÖ)