- Bu yazı, tatkaçırıcı/ oyunbozan (spoiler) içermektedir. Bu yazının film izlenmeden önce okunmaması önerilir.-
Sosyal psikolog Zimbardo ve arkadaşlarının ‘hapishane deneyi’ diye bilinen çalışmalarından esinlenen ‘Deney’ filmi (bkz.), gösterime girmesinin üstünden yıllar geçmesine karşın, bugün de izlemeye değer (Zimbardo deneyi için bkz.). Bu yazıda, filmin anlatıbilim açısından çözümlemesini yapmak yerine, psikoloji için anlamına odaklanıyoruz
Araştırma etiği ve etik ihlaller
Film üzerinden yapılabilecek bir psikoloji tartışmasında, ilk ele alınacak konu, araştırma etiği ve etik ihlaller olacak (Türk Psikologlar Derneği’nin etik yönetmeliği için bkz.). Filmin taaa başında, ‘denek’lerden (‘katılımcı’ sayılamayacakları asimetrik bir ilişkilenme içinde oldukları için, ‘denek’ sözü daha uygun), vatandaşlık haklarından vazgeçmeleri isteniyor (‘katılımcı’ sözcüğü ile ‘denek’ sözcüğü arasındaki farklar için bkz.).
24 saat kamerayla gözlenmeleri, bir diğer etik ihlal olarak nitelendirilebilirse de; aslında, kameranın mahkumları koruma işlevi de olduğu; başkişinin kamerasız bir ortama götürülüp dövülmesi örneğinden çıkarsanabilir. Aynı biçimde, kamera kullanımı, gözetim toplumu, panoptikon ve hatta panspektron kavramlarını da akla getiriyor (‘panoptikon’ kavramı için bkz. ‘Panoptikon & Gözün İktidarı’ kitabı; Türkçe’de ilk kez bu yazıda kullanılan ‘panspektron’ kavramı içinse bkz. ).
Onyıllar önce yapılmış Zimbardo deneyinin film için abartılmış bir formatta sunulduğu gerçeği dikkate alınsa da, etik ihlaller sorununun bugün de sürdüğü biliniyor (Guantanamo işkencelerinde psikologların yer almasıyla ilgili skandal için bkz. ve bkz.).
AB(D) başta olmak üzere çeşitli ülkelerde, etik ihlalleri önlemek için meslekten men yetkisine vb. sahip etik kurullar görevlendirilse de, Türkiye’de, araştırmada ve uygulamada etik ihlalde bulunanların, olayın adli boyutu ortaya çıkmadıkça nadiren cezalandırılması biçiminde acı bir gerçek sözkonusu (güncel bir örnek için bkz.). Yine bu bağlamda, ‘bilgilendirilmiş rıza’ (informed consent) kavramı, gözden geçirilebilir ( ‘bilgilendirilmiş rıza’ ya da ‘aydınlatılmış onam’ kavramı için bkz.).
Kötülüğün ve iyiliğin sıradanlığı
Zimbardo deneyi, kötülüğün sıradanlığı tezine destek veren bir çalışma olarak biliniyor (düşünür Hannah Arendt’in öne sürdüğü ‘kötülüğün sıradanlığı’ kavramı için bkz.).
Buna göre, iyi insanlar, kötü ortamlara konurlarsa, kötülük yapabilirler. Bu yaklaşım, daha sonra gelen birçok araştırmacı tarafından eleştiriliyor. Filmde de görüldüğü gibi, en zor koşullarda bile, insanların kötülüğe karşı etkin ya da edilgen bir biçimde ve gizli/örtük ya da açık bir biçimde direnebildiğini görüyoruz. Yani kötülük ne kadar sıradansa, iyilik de o kadar sıradan. Ayrıca, bu tür çalışmaların itaat edenlere odaklanıp itaat etmeyenleri bir istisna olarak görmesi, sık sık eleştiriliyor.
Zimbardo deneyi, ilk bakışta sanılanın tersine, Gezi’deki dayanışmayı açıklamaktan son derece uzak. Bu kötülüğün sıradanlığı tezi doğru olsaydı; “her koyun kendi bacağından asılır” düşüncesiyle, ne bir tepki olacaktı ne de bir direniş. Üstelik, güvenlik güçlerini Zimbardo’yla açıklamaya kalkanlar, aynı güçlerin, sözkonusu olan, muktedirleri ve yakınlarını gözaltına almak olduğunda itaatsiz oldukları gerçeği ışığında, bakış açılarını yeniden değerlendirmeliler ve de tam tersi. Yani kimi güvenlik görevlileri de, muktedirin emirlerine karşın, bu emirlere itaat etmedi.
Kaldı ki, kötülük sıradansa, adli açıdan, herkesin kader mahkumu sayılıp salıverilmesi gerekir. Bu sonuç, felsefedeki özgür irade ve belirlenimcilik ve insan doğasının niteliği gibi tartışmalara koşut gidiyor (bkz.). Kötülüğün ardında bir ölçüde kötü kurumlar olsa da; bu, kişilerin kötülükteki sorumluluğunu gözden kaçırmamıza yol açmamalı. Yukarıda söylendiği gibi, en zor koşullarda bile direnebiliyor insanlar. Başka türlü olsaydı, zaten çok çok daha kötü bir dünyada yaşardık.
Filme dönersek, aslında, film, sosyal psikoloji ile kişilik alanı arasındaki onyıllanmış tartışmaya yaslanıyor. Deneyin kendisinde, ‘denek’ler, seçkisiz bir biçimde seçilip rastgele gardiyan ve mahkum olarak ikiye bölünürken; filmdeki deneyde, birçok testten geçip ona göre ikiye ayrılıyorlar. Deneyin kendisinden, ortalama insanın kötü koşullarda kötü olduğu sonucu çıkarılabilecekken; filmdeki deneyden bu sonuç çıkarılamaz; çünkü ‘denek’ler, test sonuçlarına göre bölünüyorlar.
Testlerden birinin, hızla gösterilen şiddet içerikli görüntülere yönelik fizyolojik tepkileri ölçtüğü düşünülürse; şiddet eğilimi yüksek olanların gardiyan yapılması gibi bir olasılık ortaya çıkıyor ki; bu, filmdeki şiddeti kişilik özelliklerine bağlamamıza olanak sağlıyor. Bu açıdan, örneklem seçiminin ve grup dağılımının oldukça önemli olduğunu görüyoruz. Aynı biçimde, değişik mesleklerden gelen ‘denek’lerin, geriye dönüşlerle, katılma nedenlerinin temelde para gereksinimi olduğunu; bir diğer nedeninse, eğlence/değişiklik vb. olduğunu anlıyoruz.
Biz/Siz yarılması
Günce biçiminde ilerleyen filme grup kimliği açısından baktığımızda, gardiyanlarla mahkumlar arasındaki kimlik farklılaşmasının, şaka, neşe ve fıkra ağırlıklı olan ilk günde, banyo yaptırıp üniforma giydirdikten sonra, önce üniforma ve aletler, sonra kurallar (“birbirinizi numarayla çağırın”, “gardiyanlara “Sayın gardiyan, efendim” vb. diye hitap edin”, “ışıklar sönünce konuşma yok”, “yemekleri bırakmak yok; hepsini bitirin”, “gardiyanlara itaat edin”, “itaatsizlik cezalandırılacaktır”) ve daha sonra şiddet tekeli (karanlıkta gazlama, cezalandırma, çıplak bırakma, kelepçeyle hücreye bağlama; daha sonrasında, dövme, üstüne işeme, tecavüze yeltenme, ağız bantlama ve hatta öldürme vb.) üzerinden oluşturulduğunu çıkarsıyoruz (bu şiddet tekeli bağlamında, başta gardiyanlara söylenen “şiddete başvurursanız deney biter” ifadesi dolayısıyla, yazar Taylan Kara’nın konuyla ilgili şu sözü akla geliyor: “Cinayet hırsızlıktır.
Cinayet suçtur, çünkü katil, yalnız devlete ait olması gereken bir yetkiyi gasp etmiştir. Cinayet, “cinayet”olduğu için değil, “hırsızlık” olduğu için ağır bir suçtur. Katil maktûlun canını gasp ettiği için değil devletin öldürme yetkisini gasp ettiği için cezalandırılır” (‘Vasatlığa Giriş Dersleri’, s.92).
İlk basket oyununa bir gardiyan da katılabilirken; ilk itaat testi ise, bundan böyle süt içmeyle sonuçlanacak zorla süt içirme örneğinde karşımıza çıkıyor. Film, kimlik oluşumu açısından, ‘Tehlikeli Oyunlar’ (Die Welle, 2008) filmiyle karşılaştırılabilir (bkz. ve Gezgin, U.B. (2012). Candaşlık/Yandaşlık İklimi (6): Almanya’ya bu kış faşizm gelecek: ‘Tehlikeli Oyunlar’ (Die Welle) (2008) üstüne. Haberajans, 3 Ocak 2012).
Öntest-Sontest deseni
Filmde kişileri güdüleyen temel etmen, az önce belirtildiği gibi, para (4 bin, 8 bin, 10 bin, 15 bin Mark...) Daha az olsaydı ne olurdu? Bu soru, anlamlı; çünkü bilişsel uyuşmazlık kuramına göre, insanlar, yüklü bir para için, olağan koşullarda yapmayacakları birşey yaptıklarında, “para için yaptım; yoksa yapmazdım” diyorlar; yani konuyla ilgili tutumları değişmiyor. Aynı işi düşük bir paraya yapanlar ise, bunu gerekçelendirmekte zorlanıp tutum değişikliğine gidiyorlar (‘bilişsel uyuşmazlık ya da çelişki kuramı için bkz.) .
Öte yandan, filmde verilen ücret, yapılan gaddarlığa oranla az gelmiş olmalı ki, gardiyanların “zaten şiddet kullanmadık”, “işimizi çok iyi yaptık” vb. açıklamalar yaptığını görüyoruz. Olağan koşullarda şiddet sayacakları davranışları artık şiddet olarak değerlendirmiyorlar. Bu, tutum değişikliğini gösteriyor. Bu durum, ayrıca, sistemi meşrulaştırma/haklılaştırma kuramı açısından yorumlanabilir (bkz. ve bkz.).
Beyaz önlüklü otoritelerle hazırlığı günler süren deney, etnografik bir çalışma ise, kişiler 2 hafta izlenip çalışma bu noktada duracaktı. Oysa, deney, yalnızca etnografik değil; bir izlence değerlendirme çalışması. Yani “bakalım bunları böyle bir ortama koyunca ne olacak?” sorusu yerine, “böyle bir deneyim, onlarda deney sonrasında da kalıcı olacak ne tür değişikliklere yol açacak?” sorusuna odaklanılıyor. Tam da bunun için, araştırma deseni olarak, öntest-sontest (pre-test/post-test) deseni kullanılıyor. Diğer bir deyişle, deney öncesinde verilen testlerin deney sonrasında da doldurulması dolayısıyla, test sonuçlarının karşılaştırılması hedefleniyor (öntest-sontest deseni için bkz. Şener Büyüköztürk, Deneysel Desenler Öntest-Sontest Kontrol Grubu Desen ve Veri Analizi).
Kişilik kuramları
Filmdeki 12 mahkumluk ve 8 gardiyanlık deneye (daha sonra bilim kadınının ve bir gardiyanın gelişiyle bu sayı değişiyor) kişilik kuramları açısından bakılırsa; gardiyanları, başlarda silik olan bir liderin şiddete sürüklemesi; kameralı gözlüğüyle gizlice gazetecilik yapmak için deneye katılan başkişiyle gizlice durumu üstlerine raporlamak için katılan askerin kişilik farkları; isyanın hem gardiyanlar hem de mahkumlar arasında bu kesitlere uymayan birer kişilik üzerinden çıkması; daha sonra kanlı bir biçimde cezalandırılan ve mahkuma çevrilerek hapsedilen itaatsiz gardiyan kişiliği; başkişinin babayla karanlık oda travması ve test kabinine girerken duraklaması; başkişinin küçükken babası ne derse onun tersini yapması; başkişinin ısrarla yardım istediği askerin sonunda direnişe katılması; süt alerjisi olan ve deneye Ferrari hayaliyle katılan deney faresi kişiliği (82 numara); kadın bilimciyle (bilinciyle) erkek bilimci (bilinci) arasında fikir ayrılığı (deneye son verme tartışmasında “belki herşey bir hataydı” deyişi); başkişinin sevgilisinin yaşadığı ölüm travması; başkişiyle sevgilisinin birer çocuk olarak yetiştirilmelerindeki zıtlık gibi örnekler üzerinden, yetkeci kişilik ve toplumsal baskınlık olgularına girilebilir (kişilik kuramlarına giriş için Burger’ın kitabı önerilir, bkz. ; yetkeci/ otoriter(yen) kişilik ve toplumsal baskınlık yönelimi için bkz.).
Deney ve tecrit
Erkek bilimci tarafından, yalnızca korkutmak amaçlı olarak yerleştirildiği söylenen kara kutunun gardiyanlarca kullanımı, filmin Almanya kökenli olması ile birleşince, ilk akla gelen, beyaz bir hücreye hapsedilen Ulrike Meinhof oluyor (bkz.).
Psikolojik bozukluklara yol açtığı açık olarak bilinen tecrit uygulamalarının insan haklarına aykırı niteliği, bir kez daha ortaya çıkıyor. Başkişinin kara kutuyla imtihanı ise, ‘Buried’ (‘Toprak Altında’, 2010) filmini anımsatıyor (bkz.). Aynı biçimde, filmdeki hapishane koşulları; zorla toplu şarkı söyle(t)me; toplu ceza; ‘görülmüştür’ damgalı mektuplar; ziyaretçinin eline ulaşmayan kurtuluş mektubu; görüş günü yasağı; elbiseyle tuvalet temizletip mahkuma aynı elbiseyi giydirme; toplu şınav cezaları gibi uygulamalar dolayısıyla, başta Diyarbakır Cezaevi olmak üzere 12 Eylül hapishaneleriyle ilişkilendirilebilir. Hatta 12 Eylül mahkumlarının tek tip elbiseye karşı mücadelesi de, filmle bağlantılı olarak tartışmaya dahil edilebilir. Bu açıdan, film, adli psikoloji konularına bağlanabilir. Bir diğer bağlantılı nokta, toplama kamplarını konu alan anlatılar olacaktır (bkz.).
Ek Yorumlar |
Filmin psikoloji açısından çözümlenmesi, ek olarak, şu sorular üzerinden de geliştirilebilir: - Başkişi, mahkum. Ya öykü, gardiyanın ya da kadın bilimcinin gözüyle anlatılsaydı? - "Yoksulluk, mahkumluğu da gardiyanlığı da yaratıyor" denebilir mi? (Bu tür bir görüş, yukarıda anılan 'kader mahkumluğu' ve böylece belirlenimcilik tezini işlemiş oluyor.) - Mahpusluk, kısa süreli. Ya daha uzun olsaydı? Bu açıdan ve başka açılardan, 'Son Kale' (The Last Castle, 2001) filmi ile karşılaştırma yapılabilir (bkz.). - Filmdeki beyaz önlüklüler, bilim insanları. Ya bilim insanı olmayanlar beyaz önlüklerini giyip bu deneyi yapıyor olsalardı? Ya yönetime el koyan gardiyanlar, beyaz önlüklerini giyiyor olsalardı? (bu, aklımıza Nazi doktoru Mengele'yi getiriyor. Bkz.). - Filmde gösterilen kara dünya, gerçek dünyanın bir minyatürü müdür; yoksa, oraya ve o an'a özgü bir anlatı olarak mı okunmalıdır? Ayrıca, şu noktalar da, çözümlemeye açık: - Küçük düşürme taktiğini, önce, gardiyanın mahkuma, sonra mahkumun gardiyana uygulaması; 69'un hemen gitme isteğinin reddedilmesinden sonra, ceza olarak, sırtında 'muhallebi çocuğu' yazısıyla ayakta beklemesi/bekletilmesi ve toplu ceza alanların artık başkişiyle konuşmaması, toplumsal kabul kavramıyla açılabilir. - Başgardiyanın kadın bilimciye "Bu da testin bir parçası değil mi?" deyişi, masaya yatırılabilir. Hatta belki Hawthorne etkisiyle ilişkilendirilebilir (bkz. ). - Deney öncesinde ve deney sırasında uzaktan ve yakından süren aşk öyküsü dolayısıyla, iki kişiliğin tanışması, başkişinin sevgilisinin hapishaneye gelişi ve kaçıştaki rolü üzerinden, bir ilişki çözümlemesi yapılabilir. - Üç kişilik hücreler belirlenirken, ranza paylaşımıyla birlikte, mahkumlar arasında ilk hiyerarşinin oluşması dikkate alınarak, mahkumların kendi içindeki güç ilişkileri incelenebilir. - Doğrudan psikolojik bir konu olmasa da, filmin sonundaki kaçış öyküsündeki heyecan, gerilim ve sürpriz öğeleri çözümlenebilir. |
Sonuç
‘Deney’ filmi, ‘Otomatik Portakal’ (1971) başta olmak üzere birçok filmin dokunduğu bir tartışmaya da karşılık geliyor: Filmlerde şiddet sergilenmeli mi? Kimi araştırmacılar, rol modeli etkisi nedeniyle (bkz. Bandura’nın kuramı ), şiddet gösteren kişiliklerin filmlerde yer almasını zararlı bulurken (ki buna, iletişim bilimlerindeki ekme kuramı (cultivation theory) da destek çıkıyor, bkz.); başka araştırmacılar, şiddetin gösterilmesi gerektiğini belirtiyor; ancak filmde şiddetin cezalandırılmasını öneriyorlar (bu, az sonra anacağımız Kohlberg’e bağlanabilir). Böylece, şiddetsizlik değil, şiddetin cezalandırılması yüceltilmiş oluyor; çünkü şiddet, gerçek yaşamda, var olan koşullar sürdüğü sürece kaçınılmaz.
Bu şiddet tekeli ve otorite, cezaevi, askerlik, yatılı okul, ıslahevi vb. birçok kurumsal ortamda etkili. ‘Deney’ filmi, “adalet neden önemli?” sorusunu sorduruyor ve bir de, “hukuk neden herkese lazım?”...
Başgardiyanın kadın bilimciye söylediği, “bana işimi öğretmeyin” sözü, “falancayı sizden öğrenecek değiliz” türünden ifadeleri akla getiriyor. Aslında, bu filmden çıkarılacaklar, Kohlberg’ün ahlaki gelişim kuramıyla yakından ilişkili (Kohlberg’ün kuramı için bkz.).
Ahlak gelişiminde altta olanlar (kafası, ödülle cezaya ve itaate çalışanlar), “hapse düşmemeliyim; bak neler yapıyorlar” diye düşünürken; daha ileri aşamadakiler (konuya evrensel değerlerle bakanlar), “aynı görüşte olsam da olmasam da, herkesin insan hakları vardır; cezaevinde de böyle olmalı” diyor. Demek ki, bu film, bir tür mürekkep testi (mürekkep testi için bkz.); filmde neyi görmek istersek onu görüyoruz ya da gördüklerimiz, zihinsel olarak hangi düzeyde olduğumuza bağlı.
Öte yandan, tümüyle böyle olsaydı; filmlerin bize hiçbir katkısı olmaması gerekirdi; ancak böyle değil. Bunca yorumdan sonra, ‘Deney’in ‘bize katkı sunan’ bir film olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Üstelik, ‘Deney’in aynı zamanda bir politik psikoloji filmi olduğu unutulmamalı. (UBG/HK)
* Deney ('Das Experiment, 2001)