Erdoğan’ın şiddet yanlısı davranışları ve nefret söylemi dolu konuşmaları için ‘kibir sendromu’ gibi bir kavram ortaya atılıyor (bkz. Hubris Sendromu ve Başbakan Olmak; AKP’nin tepesindeki ‘kibir sendromu; İktidar sarhoşluğu ya da “Kibir Sendromu”; "Sokak kavgacısı, maceracı, saldırgan, kibir sendromu geçiriyor, sultana dönüşüyor"). Bu yaklaşım, AKP’nin ve bir bütün olarak İslami neo-liberalizmin saldırganlığını ‘tek adam’a indirgemiş oluyor. Üstelik, bu, sanıldığının tersine, “tarihi büyük adamlar yapar” biçimindeki Amerikancı tarih anlayışına karşılık geliyor. Tarihi büyük adamlar değil sınıflar ve kitleler yapar. Bu yazıda, bu bağlamda, Gezi üstünden, kısaca, psikoloji tartışmalarına girmeyi amaçlıyoruz.
Önce, bakalım, neymiş bu ‘kibir sendromu’. Haluk Şahin’in bu kavramı öne süren İrlandalı psikoloji profesörü Ian Robertson’dan Yurt Gazetesi’nde yaptığı alıntıyı görelim:
“Yoksa Erdoğan 10 yıl hastalığından mı mustarip?”
“10 yıl hastalığı” dediği, güçlü kişilerde ve özellikle siyasetçilerde görülen bir çeşit iktidar sarhoşluğu. Büyük Britanya eski Dışişleri Bakanı David Owen, bir kitabında bu sarhoşluğa “Kibir Sendromu” (Hubris Syndrome) adını takmış, Tony Blair ve Margaret Thatcher üzerinden incelemiş.
Robertson'a göre, uzun süre güç sahibi olmanın ve sürekli başarı kazanmanın psikolojik bir faturası var. Kurşun zehirlenmesi gibi bir birikim gerçekleşiyor. Bir süre sonra “lider” gerçeklik duygusunu yitirmeye, olup bitenleri yanlış değerlendirmeye başlıyor. Ülkesinin onsuz yaşayamayacağı sanrısına kapılıyor, iktidarı kaybetmemek için olmayacak işlere kalkışıyor.
(...)
“Kendi imajı konusunda narsist bir takıntı (geri adım atarken yakalanıp 'güçlü adam' imajını kaybetme korkusu).
Ülkenin çıkarlarıyla kendi çıkarlarını aynı şeymiş gibi görme eğilimi...
Kendi kararlarına aşırı bir güven, buna karşılık başkalarının tavsiyeleri ve eleştirilerine yönelik bir küçümseme; kendisini “her şeye kadir” görme duygusu.
Siyasi kurumlara ve hukuk mahkemelerine değil de, yalnızca Tarih'e ya da Tanrı'ya hesap verme eğilimi.
Gerçeklik duygusunu kaybetme ve gittikçe artan bir yalıtılmışlık yönelimi.” (Yurt Gazetesi, 13 Haziran 2013)
Muhafazakar psikologların sitesi olarak bilinen Aktüel Psikoloji’de, bu ‘kibir sendromu’na çok önce, 5 Ocak 2010’da yer verildiği görülüyor. 3 bin kez açılmış olan yazı, Brain Dergisi’ndeki konuyla ilgili bir makaleye dayandırılıyor. O zamanlar, ne Gezi Parkı Direnişi var ne de ‘diktatör Erdoğan’ sloganları. Dolayısıyla, ‘kibir sendromu’, diğer dünya liderleri üzerinden sunuluyor:
“Buna göre örneğin George W. Bush, belirgin bir şekilde Kibir sendromuna uymaktadır. Richard Nixon, John F. Kennedy, Lyndon Johnson’da ise kibirlilik hastalık derecesinde olmasa da vardır. Benzer şekilde Lloyd George, Chamberlain, Thatcher ve Tony Blair, Kibir sendromuna yakalanan başbakanlar olarak değerlendirilmişlerdir.”
Yazının sonuna geldiğimizde, bunun Birgün Gazetesi’nden olduğu gibi alınmış 4 Ocak 2010 tarihli bir yazı olduğunu anlıyoruz. ‘İktidar Karakteri Bozar mı?’ başlıklı Birgün yazısı, Aktüel Psikoloji sitesinde, ‘Kibir Sendromunun Belirtileri Nelerdir?’ başlığıyla yer almış. Tartışma açısından, aşağıda, imzasız olan bu yazının son bölümünü de alıntılayalım:
“Kibir sendromu için tanı ölçütleri
1. Dünyayı öncelikli olarak güç gösterisi ve zafer arayışının arenası gibi görmeye yatkınlık
2. Kendi imgesini zenginleştirmek için kendisini hep iyi gösterecek durumlarda bulunmaya eğilim
3. İmaj ve görünümle ilgili orantısız kaygı
4. Gündelik etkinliklerinden mesihvari bir tarzda bahsetmek ve yüceltilmeye yatkınlık
5. Kendisiyle ulusu ya da kurumu özdeşleştirmek, kendi bakışı ve çıkarlarıyla ulusun/ kurumunkini özdeşleştirmek
6. Kendisinden üçüncü tekil şahıs zamiriyle ya da “biz” diye söz etmek
7. Kendi yargılarına aşırı güven ve başkalarının öneri ve eleştirilerini küçümseme
8. Kendisinin her şeyi kişisel olarak başarabileceğine dair kadiri mutlaklık hissi ve abartılmış kendine inanç
9. Kendisinin çevresindeki fanilere ya da halka değil tarih ve Tanrıya hesap vereceği inancı
10. Tanrı ve tarih karşısında haklı bulunacağına dair sarsılmaz inanç
11. Sıklıkla artan bir yalnızlaşmanın eşlik ettiği gerçeklik duygusunun kaybı
12. Huzursuz acelecilik, pervasızlık ve dürtüsellik
13. Ahlaki doğruluğu pratiklik, bedel ve sonuçların değerlendirilmesini önlemek için kullanma
14. Kibirli yetersizlik; kendisine aşırı güvenen lider politikanın girdisi çıktısı hakkında kafa yormadığından işler yolunda gitmemektedir.
Tanı için bu 14 özellikten en az en üçünün liderde olması ve bu en az üçten, en az birinin koyu puntolu özelliklerden biri olması gereklidir.” (Birgün Gazetesi, 4 Ocak 2010).
Aynı günlerde, Kadri Gürsel, Milliyet’te konuyla ilgili çıkan köşe yazısını şöyle bitiriyor:
“Yukarıdaki görüş ve önerileri büyük ölçüde, Foreign Affairs dergisinin Kasım/Aralık 2008 tarihli sayısında yayımlanmış “Siyasi hastalıklar-Yönetsel yetki aklı bozar mı?” (Political Disorders-Does Executive Authority Corrupt the Mind?) başlıklı bir makaleden derledim.
Sherwin B. Nuland imzalı makale, tıp kökenli seçkin ve sıradışı İngiliz politikacı, Lordlar Kamarası üyesi David Owen’ın 2008 tarihli son kitabı “In Sickness and in Power” (Hastalıkta ve İktidarda) üzerine yazılmış.
Owen, “Kibir Sendromu”nun da isim babası olmayı, aynı adı taşıyan önceki kitabıyla (The Hubris Syndrome - 2007) hak ediyor. Son çalışmasında, iktidar tarafından zehirlenmiş akıl ile bazı bedensel hastalıkların, 20. yüzyılda dünya liderlerinin önemli kararlarını nasıl yanlış yönde biçimlendirdiğini çarpıcı örneklerle anlatıyor.
Neden mi şimdi aktardım bu makaledeki görüşleri?
AKP iktidarının tepesi de bence şiddetli bir “Kibir Sendromu”ndan muzdarip.
Bir demokraside iktidarın, kendi hoşuna gitmeyen şeyler yazan gazetecileri ve gazeteleri susturmak yönünde karar alıp uygulaması, sağlıklı bir aklın ürünü olabilir mi?” (Milliyet Gazetesi, 10 Ocak 2010).
Bütün bu alıntılardaki sorunları sıralayalım şimdi ve bu ‘kibir sendromu’ tezinin isteyerek ya da istemeyerek neleri örttüğünü görelim:
1) Başta belirtildiği gibi, bu tez, ‘büyük adam’ tarihçiliğine dayanıyor. Oysa, tarihi, büyük adamlar değil kitleler ve sınıflar yapar.
2) ‘Hasta başbakan’ kavramsallaştırılması içerisinde, aslında, Foucault’nun çok güzel dikkat çektiği gibi, egemen bir bakışla, bireye, belirlenen normlar dayatılmış oluyor. Aslında, ‘büyük kapatılma’ kavramı, bu bireye indirgemeci anlayışla, başbakana uygulanmış oluyor.
3) Bu özelliklerin yalnızca başbakanlara değil, onun kurmaylarına ve onu destekleyen kitleye de uygulanması gerekiyor.
4) Başbakana ‘hasta’ tarifi yapılarak, onu oraya getirenlerin sorumluluğu göz ardı edilmiş oluyor. “Emir kuluyuz, emirlere uyduk” sözü yanlış olduğuna göre ve göstericilere şiddet uygulayanların emre itaat etmeme gibi bir seçeneği bulunduğuna göre, tüm sorumluluğu başbakana yıkmak yanlış.
5) Sorunları, başbakanın hastalığına yıkmak, diğer AKP kurmaylarını ve özellikle de Abdullah Gül’ü aklamış oluyor ve Gülen cemaatinin de elini güçlendiriyor. Dolayısıyla, eleştirilmesi gereken, başbakan ve hastalıkları değil; onun ve destekçilerinin ceberrut, neo-liberal ve muhafazakar zihniyeti olmalı. Başbakan gidince yerine gelecekler, Mısır Devrimi’nin Müslüman Kardeşler tarafından çalınması örneğinde olduğu gibi, pek de matah olmayabilir. Badiou’nun Gezi’yle ilgili açıklamasında değindiği gibi, Tunus Devrimi, hâlâ başka bir dünya kurma projesini hayata geçirebilmiş değil. Erdoğan sonrasında, çapulcuların ikinci bir Erdoğan’ın iktidara gelmemesi için büyük çaba sarf etmesi gerekiyor.
6) Bu ‘kibir sendromu’nu dile getirenler, 10 yıllık bir sınır konulduğu düşünülürse, bunun Atatürk’e de uygulanabileceğini gözden kaçırmamalılar. Yaygın anlatının tersine ve Nazım’ın dizelerinde gösterildiği gibi (bkz. Kuvayı Milliye Destanı), kurtuluş savaşını Mustafa Kemal’in önderliğindeki halk yapmıştır; yalnızca o değil. Belli kesimlerin Atatürk’e yaptığı aşırı vurgu, halk hareketine zarar verebiliyor. Bir orduyu zafere taşıyan da yalnızca komutanlar değil, en alttaki erlerin iradesidir. Bertolt Brecht’in ‘Okumuş Bir İşçi Soruyor’ şiirini anımsatalım.
7) Biri, hasta ilan edilecekse; bu, başbakan mı olmalıdır yoksa onu oraya getiren kitle mi? Toplumların ve toplulukların değil de, yalnızca bireylerin hasta olabileceği düşüncesi, Amerikancı psikolojinin bir yansıması. Denklemi tersten kurmak gerekiyor: Toplumlar hastalandığında, insanların normal olması beklenemez. AKP’nin Kazlıçeşme mitinginden sonra, toplumun hasta olduğuna dair görüşler için bol bol malzeme çıktı (Örnek 1 ve örnek 2 ).
8) AKP, anti-demokratik uygulamalarına bugün başlamadı sonuçta. Bu ‘kibir sendromu’ sözünün şimdi çıkması, “aslında daha önce iyiydi; ama 2011 seçimlerini kazandıktan sonra böyle oldu” gibi bir varsayıma dayanıyor. Erdoğan’ı Gezi Direnişi’ne kadar öve öve bitiremeyen yabancı basın, zaten kendini böyle temize çıkarıyor. “Daha önce iyiydi, şimdi bozdu” tarzı yazılar yayınlıyorlar. Oysa, AKP, başından beri, her tür muhalife karşı zulüm politikaları uyguluyor. F tipi cezaevlerini anımsatalım mı? O zaman kibirli değildi de şimdi mi kibirli?
9) Eğer ortada hasta olan biri varsa, “AKP, en başından beri bu kadar anti-demokratik uygulamalar yaparken ses çıkarmayıp bugün alanlara dolanlar mı hasta; yoksa AKP kurmayları mı?” diye sormak da gerekiyor. Gezi Direnişi’nden önce, AKP, gücünü, protestoların cılız olmasından alıyordu. “Şimdi neden direndiklerini biliyoruz; ama daha önce neden direnmediler?” diye sormak gerekiyor. Sol, zaten, hep direniyordu; kitlelerin daha önce direnmemesi, sözkonusu olan. Buradan da, “böyle bir kibir sendromu gerçekten varsa, bunun direnişçilerde bulunması beklenen karşıtı ne olabilir?” sorusuna geçmeli. Bir kişilik özelliği olarak, direnişçi kişilik, alçakgönüllü kişilik, barışçıl kişilik, uzlaşmacı kişilik gibi öneriler daha fazla tartışılmalı.
10) Bir başbakanın akli dengesinin yerinde olmaması, onun uygulattığı şiddetten hukuksal olarak sorumlu tutulamayacağı gibi bir sonuç doğurur ki, direnişçilerin bu sonuçtan hoşnut olma olasılığı düşük.
11) Polis şiddetinden sorumlu tutulan üst düzey devlet görevlilerinin (vali vd.) görevden alınması, bundan sonra bu makamlara gelecek olan kişileri daha yumuşak ve diyalog yanlısı olmaya zorlayacak. Dolayısıyla, bu tür taleplerin, bundan sonra, yöneticilerin kişiliğine etki etmesi olası. Başbakanın gitmesi durumunda ise, Fikret İlkiz’in bir yazısında anlattığı parlamento dışı muhalefet (oy vermeyenler ya da seçimleri boykot edenler) daha da güçlenecek ve bu da, demokrasinin halklaşmasına büyük katkı sağlayacak.
12) 11 yıldır iktidarda olan bir başbakanın birkaç günlük protestoyla görevini bırakmasını beklemek de normal değil. Kimi protestocular, az da olsa, geniş anlamıyla manik-depresiflere benziyorlar. Protestoda coşuyorlar; saldırı haberleri geldiğinde çöküyorlar. Oysa bu, ayları bulacak bir mücadele. Kimilerinde, dürtüsellik (impulsivity) yüksek. Ancak, bu durum, kimsenin ‘hasta’ olduğunu göstermez; çünkü tüm ‘normal’ insanlarda biraz ‘hastalık’ var. Bu düşük düzey ‘hastalıklar’, kişilik farklarını oluşturuyor.
* * *
Dünya tarihinde, ‘akli dengesi yerinde olmadığı gerekçesiyle görevden alınan cumhurbaşkanı başlığı için en bilinen örnek, Ekvador’un eski devlet başkanı Abdalá Jaime Bucaram Ortiz (d.1952- ). 10 Ağustos 1996 ile 6 Şubat 1997 tarihleri arasında ülkenin cumhurbaşkanı olan ‘deli’ (El Loco) lakaplı Ortiz’in ‘akli dengesizliği’, tıbbi bir kurul tarafından değil, parlamento tarafından belirlenmişti. Yani aslında ‘akli dengesi’ yerinde olan Ortiz’i, bu bahaneyle görevden almışlardı. Türkiye’de, meclis aritmetiği düşünüldüğünde, böyle bir şeyin olması olanaksız. ‘Akli dengesizliği’ nedeniyle görevden alınan bir diğer lider örneği, Siyam (Tayland’ın eski adı) kralı Taksin (yönetimi, 1767-1782). Kral, meczuplaşıp kendisinin Buda olduğuna inanmayanları kürek mahkumiyetine gönderdiği için darbeyle görevden alınıyor. Türkiye’nin başbakanı, peygamber olduğunu iddia etmiyor; ama onu 2. peygamber olarak gören destekçilerinin olduğunu biliyoruz (bkz. AKP’nin 2010’daki Aydın il başkanı). Bu, başbakanın değil onun destekçilerinin ‘hasta’ olduğuna dair tezi güçlendiren bir örnek. Kimileri, bu tür durumlar için, dini cemaatlerdeki gerçeklikten kopukluğa dikkat çekerek, ‘toplu şizofreni’ ya da ‘paylaşılmış şizofreni’ diyorlar.
Özetle, bu ‘kibir sendromu’ sözünün altında yatan ‘büyük adam’ tarihçiliği, egemen norm bakışı, destekçi kitleyi gözden kaçırmak, “emir kuluyuz” diyenleri ve diğer AKP kurmayları aklamak, “daha önce iyiydi; sonradan böyle oldu” zihniyeti, hukuki ehliyet, parlamento dışı muhalefet vb. noktaların eleştirel bir süzgeçten geçirilmesi gerekiyor.
Okuma Önerileri
Direnişin psikolojisi ile ilgilenenlere kimi ek okuma önerileri yaparak, yazımızı noktalayalım:
- Milgram’ın elektroşok deneyi, Zimbardo’nun hapishane deneyi (bu deneyden esinlenen film için bkz. Das Experiment) ve 2. Paylaşım Savaşı yıllarında Türkiye’nin hapse atıp küstürdüğü, böylece Amerika’ya kaçırdığı ve daha sonra sosyal psikoloji alanının öncülerinden olmuş olan Muzaffer Şerif’in çalışmaları mutlaka okunmalı.
- Bugün çapulculara destek olmalarına karşın, asla hak arama mücadelelerine katılmamış ve Türkiye’deki Gezi direnişinde yer almamış akademisyenlerin Gezi ile ilgili yazılarına itibar edilmemesini öneririz. Özellikle ABD’de okumakta ve/ya da çalışmakta olanların ürettikleri metinlerin bir bölümü, hem masabaşı jimnastiği olmanın ötesine geçmiyor hem de “direniş öyle değil böyle olur” benzeri kendini beğenmiş ifadelerle direnişi akademik bir olaya indirgiyor. Direnişin parçası olmamak ve tanıklığa dayanmamak, bu çalışmaların en büyük eksikliği.
- Gezi Direnişi ile ilgili bundan sonraki sosyal bilim çalışmalarında, bol bol Foucault (biyopolitika, büyük kapatılma, panoptikon vb.), Said (iç sömürgeci oryantalistler olarak AKP kurmayları), Bookchin (ekolojik politikalar, ekolojik toplum), Gramsci (hegemonya), Subcomandante Marcos (“iktidarı istemiyoruz, hayatı dönüştürüyoruz”), Fanon (AKP’nin yarattığı beyaz/yeşil burjuvazi bağlamında), Derrida, Badiou, Paul Freire, elbette Marks ve diğer sosyalist yazarlar vb. düşünürlerden alıntı yapılmasını ve böylece, tartışmaların derinleşmesini öneriyoruz. (UBG/HK)
* Fotoğraf: Ali Güreli - Adana / AA