“24 Haziran Seçimleri Üzerinden Dün ve Yarın” yazısıyla başlayıp “Yavaş Yavaş Isınan Suda Kaynayan Kurbağa” (1 ve 2) yazılarıyla devam ederek, önce 2002-2018 dönemi AKP’siyle sonra da 1950’den 2018’e uzanan CHP geleneğiyle, DP geleneğini sürdüren partilerin konumları, tek parti iktidarları ve koalisyonlar sergilenerek, sudaki kurbağaya geldik.
1950 seçimlerinde CHP ve DP geleneği partilerinin, toplam kayıtlı seçmen içindeki ağırlıkları yüzde 35,7 ile yüzde 60,4 şeklinde oluşmuştu. Yıllar içinde CHP geleneği partilerinin toplam oyları kademe kademe azalarak yüzde 20-30 bandına inmiş, 2007’de bu oran yüzde 18,1’e kadar gerilemişti.
2007 seçimleri AKP’nin ikinci kez tek başına iktidar olarak rüştünü ispatlayıp, kendine güvenini tamamladığı seçimlerdir, denebilir. 2007’den 2011 seçimlerine gelirken hem AKP’nin hem de CHP geleneği partilerinin oyu toplamda dört buçuk puan artmış. İzleyen dönemde, yani Haziran 2015 seçimlerinde AKP’nin oyları azalır, CHP geleneği partileri kendi oy tavanlarına erişirken; tekrar seçimle süreç tersine çevriliyor ve “atı alanın Üsküdar’ı geçişi” nedeniyle, yükseliş anlamsız hale geliyordu.
Ama olan, ne bu dizinin ilk yazısında değinildiği gibi 2015’den 2018’e uzanan beş seçimli üç yıllık dönemde oldu, ne de 2007 ile 2011 seçimleri arasındaki AKP’nin zirvesine çıkış döneminde. Aslında sorunun kaynağı çok öncelerde ve derindeydi.
Anayasal kurumlara devredilen demokrasiyi koruma ve kollama görevi
Demokrat Parti 27 Mayıs 1960’da askeri darbeyle devrilip, kısa sürede yeniden çok partili siyasal yaşama dönülürken, bir daha sorun yaşanmaması için, devleti ve demokrasiyi koruyup, kollama görevi, oluşturulan yeni kurumlara verilmişti.
Yeni sistem kabaca; senatosu ve millet meclisi olan iki meclisli bir parlamenter yapı, erkler ayrılığına ve her aşamada denetime dayanan demokratik ve özerk bir örgütleşme, yol gösterici planlamaya ve ithal ikamesine dayalı bir ekonomi, nispi temsile dayalı seçim sistemi, işçi / işveren ve sivil toplum örgütleşmelerine kapıyı kapamayan, laik ve sosyal bir hukuk devleti, olarak tanımlanıyordu.
Umuluyordu ki, artık yeniden Demokrat Parti ve benzeri iktidarların baskıcı ve anti-demokratik dönemleri bir daha geri gelmez. Çünkü adil, demokratik ve eşit koşullarda yapılacak seçimler, siyasal sistemin tıkanmasına bir daha fırsat vermeyecektir.
Yeni kurulan sisteme iki yönden karşı çıkış oldu. Darbeci ve ordu içinden bir kesim, yeniden çok partili demokrasiye geçişe karşıydı ve bu karşıtlığı da, darbe ya da girişimi yoluyla gösterdiler. Fakat başarılı olamadılar. Bir diğer kesim ise; Süleyman Demirel’in söylemleriyle açıklık kazanan; ‘planlı ekonomi yerine pilav’ ve ‘Türkiye’ye bol gelen anayasa’ kavramlarıyla başlayarak uygulamaya sokulan eski kazanımların geri alınma çabalarıydı. Ve bu süreç çoktan başlatılmıştı.
61 Anayasası ile gelen demokratik ve sosyal haklara sahip çıkıp, onları DP geleneği temsilcisi partilere karşı savunan sol, önce “yolların yürümekle aşınmayacağı” iması ve izleyen süreçte komünizmle mücadele ekseninde susturulmaya çalışılarak, sonra da tepkiler bastırılamayacak boyutlara ulaşınca antikomünizm ve milliyetçilik silahıyla tırmandırılan çatışmalı ortamlarla, devletin demir yumruğu da devreye alındı.
İşte o günlerde, tüm toplum kesimleriyle hakları üzerinden ilişkiye geçiş başarılınca; işçisinden köylüsüne, mavisinden beyaz yakalısına, memurundan emekli ve işsizine, toplumsal talepler yükseliyor ve bu talepler de siyasete yön verir hale geliyordu. Ve bu yön; CHP’yi iktidar alternatifi yapsa da tek başına da iktidara taşıyamadı. Hem de seçmeyenlerin, kayıtlı seçmenler içinde yüzde 31,8’lik ağırlığa kadar yükselmesine karşın. Çünkü 1977 seçimlerinde CHP geleneği kayıtlı seçmenlerin yüzde 30,6’sının, CHP ise yüzde 28,9’unun oyunu alabilmişti. Bu oy oranı da Bülent Ecevit’in CHP’sine tek başına iktidar olma imkanı vermiyordu.
1980’in Eylül’ünden sonra ise, ne iki meclisli parlamento, ne nispi sisteme dayalı barajsız ve eşitlikçi bir seçim sistemi, ne erkler ayrılığı ve özerklikler, ne yol gösterici plan ve planlama, ne de örgütleşme özgürlüğü kaldı.
1982’de yeni anayasayla, çifte barajlı seçim sistemi, plansız programsız bir ahbap-çavuş kapitalizmi ve örgütleşmenin yasak, sömürmenin serbest olduğu yepyeni bir sosyal, ekonomik ve siyasal yapı kurgulandı. Böylece yirmi yıl önce verilen hakların bir kısmı önce DP geleneği partilerince, sonra da vesayetçi devlet darbecilerince geri alınmış oldu. Sol bastırılıp, solcular da halledilince; mevcut hakları kullanan-savunan, yeni haklar talep eden kimse de kalmamış oldu. Kalanların da tü-kaka ilan edilmesi gecikmedi. Çünkü hem Ecevit hem de CHP, atmışlı-yetmişli yıllar pratiğini yanlış anlayıp; solu dışlama, sağa yanaşma politikalarıyla hakların korunup-kollanması ve demokrasinin savunulması görevlerini sadece anayasal kurumlar ve kendi siyaset uygulamalarıyla sınırlı görünce, demokrasinin ve cumhuriyetin sökümü yalnızca başlamadı, aynı zamanda o alanda önemli bir yol da alınmış oldu.
Cumhuriyet’in sökümü ya da kazandaki kurbağa
DP’nin 1950 seçimlerinde aldığı oylar, Cumhuriyet’in kurucu partisi CHP’nin temsil ettiği ne varsa; kökleri Tanzimat’a uzanan batılılaşma, İttihat ve Terakki’nin temsil ettiği gelenekler, tek parti döneminin Kemalizmi-laisizmi-devletçiliği ve CHP değerleri karşıtı oylardı. Şeriatçılardan liberallere kadar uzanan çok geniş bir muhalefet yelpazesinin oyları. [1] Dolayısıyla DP’nin iktidara geldiği andan itibaren şeriatçılar Osmanlıcılık ve Halifelik özlemleriyle laisizme karşı çıkıp bir din devleti peşinde koşarken, milliyetçiler ve liberaller anti-komünizm mücadelesinde ABD’nin savaşta kullanabileceği gücü olmanın bahtiyarlığını yaşıyorlardı. Böylece Cumhuriyet’in iç ve dış politikası, tüm yaşanmışlıklara karşın, hızlı bir değişimle terk edilip, Cumhuriyet’in sökümü de DP iktidarıyla birlikte başlamış ve yol da alır hale gelmiş oldu.
DP’nin iktidarına Cumhuriyet’in vesayetçilerince son verilerek devlet ve demokrasiyi (DP ve benzerlerinden) koruyup/kollama görevi, solcu ve komünistlere karşı tedbirler alınarak anayasal kurumlara devredildi. 1971 ve 1980’de ise, Cumhuriyet ve demokrasinin devletçe korunup-kollanmasına büyük bir iştahla devam edildi(!). Giderek sınıflı toplum ve politikaları da neo-liberalizm potasında kimlik siyasetine dönüştürülerek, örgütlü toplum yerine örgütsüzlüğü ve bireysel çıkarları öne çıkaran ve güce tapılan bir evreye taşındı. Böylece seçmenlerin öncelikleri de, dinsel / etnik / bölgesel çıkarlarla örülüp köreltilerek, sınıfların sosyo-ekonomik / politik çıkarları üzerinden örgütlenme ve bilinçlenmelerinin de önü kesildi.
DP geleneğinden gelen partiler önceleri CHP ve onun geleneğiyle yarışarak iktidar olma uğraşı içindeydiler. Ama artık gelinen evrede CHP geleneğinin varlığı; boksör çalıştırmada kullanılan kum torbası gibi, DP geleneği oylarının sandığa kümeli yansımasını ve grubun lider partisinin tek başına iktidar olmasını sağlayan bir işleve dönüştü.
CHP geleneği partilerinin toplam oyları ortalama olarak 1950-60 döneminde yüzde 32,5’iken, 1961-80 döneminde yüzde 26,1’e ve 1983-2015 döneminde ise yüzde 23,5’e gerilemiş durumda. Eğer CHP ve CHP geleneği partileri Cumhuriyetin, Tanzimat’tan, İttihat ve Terakki’den, Kemalizm’den gelen değerlerine, laisizm ve devletçiliğe sahip çıkıyor ve bunu örgütsüz toplumsal sınıf ve tabakalarla paylaşıyor olabilselerdi, yüzde 32,5 olan 1950-60 dönemi ortalaması aşağıya değil yukarıya doğru değişirdi. Böyle olmadı, çünkü devlet ve demokrasiyi koruma - kollama görevi devlete ve kurumlarına havale edildi. Bunun da anlamı, egemenler arasındaki güç dengelerinin sonuçları belirlemesiyle açıklanabilir.
Devlet, insan ve toplum için var. Tersine insanlar ve toplumlar devletler için var değil. Devletler toplum ve insan için işlevlerini yitirdiklerinde; bir başka deyişle, toplumlar ve insanlar devletsiz yaşayabilme aşamasına geldiklerinde, devlet diye bir üst güç de kalmamış olacak. Dolayısıyla devlet ve organları bizim için karar üretecek bir örgüt değil, bir trafik ve koordinasyon merkezi olmak durumundadır. Ama egemenlerin denetimindeki bir trafik ve koordinasyon merkezi. Demokrasiyi koruma ve kollama görevi devletten beklenirse, koruma ve kollamanın ne biçimde ve nasıl olacağı da devlete egemen olan güçlerin istemlerine bağlı olacaktır. Türkiye’de de öyle oluyor.
Toplumlar, kendi örgütleşmeleri içerisinde ya bu gerçeğin farkına vararak günün ve geleceklerinin mücadelelerini tasarlar, gerçekleştirirler ya da akış içerisinde doğar, büyür, yaşayıp ölümlerini beklerler.
İçi su dolu, altında ateş yanan kazan toplumdur, devlettir ve hatta yaşamdır. Bazen ateş söner su soğur, kimi zaman da harlıdır ateş ve suyu kaynatır. Yavaş yavaş ısınan sudaki kurbağa, ortama uyum sağlayıp yaşadığını sanırken haşlanıp ölüverir o suyun içinde. Oysa sıcak suya atlamış olan kurbağa, hızlı tepkiyle kendini kazanın dışına atarak hayatını kurtarabilir. Ama ilk kurbağa ölüme mahkumdur. Tıpkı 1950’den bugüne adım adım kayıplara alıştırılan, sahip oldukları hakların korunma-kollanma görevini anayasal devlet kurumlarına bırakan Kemalist, laik, Cumhuriyetçi seçmenler gibi. Oysa sahip çıkılan, korkmadan eleştirilen ve geliştirilen devrimci bir gelenek, bu denli kolay kendini ölüme mahkûm etmez.
Bugün 29 Ekim, Cumhuriyetin doksan beşinci yıl dönümü. Cumhuriyetler de canlıdır, geliştirilmezlerse ömürleri hızla kısalabilir. Tıpkı korunup-kollanması vesayetçi kurum ve kuruluşlara devredilen örgütler gibi. (ST/HK)
[1] Dizi yazının önceki bölümlerine bakmamış olanlar için alıntının referansını burada bir kez daha yinelemekte yarar olabilir.
Kardam, A. , Tüzün, S. Türkiye’de Siyasi Kutuplaşmalar ve Seçmen Davranışları, Veri Araştırma Yayınları, 1998, sayfa 39