Cihan Aktaş yazmıştı galiba bir yerde: “Beni ben yapan şeylerden birisi de mahalle ve mahalleli olmaktır…” Tam böyle olmasa da, buna benzerdi demek istediği.
O günden beri aklımın bir köşesine takıldı kaldı. Mahalle olmasa, ben de yazmayabilirdim. Ya da başka türlü yazardım. Mahalle de çocukluk gibi üzerimdeki gökyüzüne benziyor. Hep orada sanki.
Kendi gökyüzümün duraklarını yazmak istedim bu sefer.
Leylekgagası
Eğer bir mahallede yaşıyorsanız ve çocuksanız –ki zaman zaman yetişkinler de dahildir buna– sadece evde beslenmezsiniz. Bahçe ve sokaklarda ya da mahallenin eteğine kadar uzanmış kırlık yerlerde afiyetle peşine düşeceğiniz lezzetler vardır. Yeter ki, ne zaman ve nerede onları bulacağınızı bilin.
Bizim sokağın başındaki paslı elektrik direğinin hemen altındaki, betonu kırılmış aralıklarda leylekgagaları biterdi. İğnelik de derler. Çiçeklerinden ince iğne gibi bir uç uzanır. İşte o ucun başındaki topuzu emerek yerdik. Kekremsi tadı vardı. Çok yiyince susatır ve insanın içini bayar. Ama oyuna ara verip eve gitmeye gerek kalmadan bir süre sizi idare edebilir.
Kuzukulağı
Top oynadığımız boş arsada ve Orman Dairesi’nin tomruk deposunda bahar ayları bol bol çıkar. Ekşidir. Bu yüzden bazıları “ekşimik” de der. Ama daha çok şehirlilerin adını koyduğu isimdir o. Biz kuzukulağı derdik. Arada anneniz ya da neneniz elinize bir torba verip bunlardan toplamaya sizi yollayabilir. Bilin ki, akşama salataya doğrayacaktır bunları.
Nane
Mahallede en güzel bizim çeşmenin dibinde biterdi. Geçen gün baktım hâlâ oradalar. Tadı aynı. Arsızlığı aynı. Bir de Nurhayat Hala’mın bahçesinde böyle güzel olurdu. Annem, sabahları yıkayıp sofraya mutlaka taze nane getirirdi. Tabii, çoğu zaman bu benim görevim olurdu. Bıçak kullanmadan –bıçak kullanmak çok gerekmedikçe ayıp sayılırdı bizde– elimle yolar koşa koşa eve geri çıkardım.
Kuzugöbeği
Baharda çıkan bir sürü mantardan birisidir. Öteki mantarları yazmayacağım bile. Çünkü bunun kıymeti başkadır. Bir kere, çok nadir bulunur. Her yıl olmaz. Ya da göze çarpmayacak kadar nadirdir. Mahalleyi bir üzüntü kaplar. Özellikle ihtiyarlar hüzünlenir. “Bu sene kuzugöbeği yiyemedim. Seneye de çıkar mıyız, Allah bilir,” derler. İşte o zaman, bu işi görev bellerdik bütün çocuklar olarak.
Sokağımızın bittiği yerde başlayan orman kıyısı boyunca, elimizde kısa çokmaklarla zemini ince ince dürtmeye başlardık. Üç beş tane de olsun kuzugöbeği bulunacak. Zarar vermeden –çok naif ve nazlıdır kendileri– koşarak eve dönülecek. Neneye ya da dedeye gösterilecek. Evden dışarıya sevinç hareleri yayılacak. Dedem bir defasında parmakları arasında duran mantara kutsal emanet gibi bakmıştı. Evirdi çevirdi. İyice üfledi. Hafifçe vurarak üzerideki son toz toprak kalıntılarını düşürdü. İncecik zarını kibarca soydu. Güneşe doğru kaldırdı. İyice inceledikten sonra, “Evet, en hasından bulmuşsun,” dedi. Ardından önce sapını ayırdı. Başını usulca ikiye böldü. Yarısını bana verdi. Bahçede, şeftali ağaçlarının altında ağır ağır çiğneyerek yedik. Kuzugöbeği çiğ yenir…
Salçalı ekmek ve taze soğan
Her evin bahçesinde taze soğan olurdu bizim mahallede. Ayrıca her evde saçla yapılırdı. Ama hepsinin de tadı ayrı olur. Bir evinki ötekini tutmaz. Hatta, evdeki hangi kadının salçayı yaptığına göre bile değişir. Mesela, “Bu yıl N… Teyze’nin gelini yapmış salçayı, yenmez şimdi o,” diye söylenir çocuklar aralarında. Bu stratejik bir bilgidir ve her önemli enformasyon gibi insan hayatını etkiler.
Çünkü saklambaç ya da başka bir oyun oynarken, genelde evden uzaklaşılır. Acıktığınız için eve geri dönmek gereksiz bir zaman kaybıdır. En yakındaki evin kapısını çalarsınız. Zaten sizi orada gören kadın, ne olduğunu sormadan içeri girer, çocuk sayısına göre dilimlediği ekmeğe salça sürerek bir tepsinin üzerinde getirir. Tek yapmanız gereken yedikten sonra, tepsideki kırıntıları bahçeye ya da kümese silkeleyip kapıyı tekrar çalmaktır. Bu görevi yerine getirenin, teyzenin elini öpmesi ve, “Allah razı olsun,” demesi de zorunluluktur elbette. Ama salçası kötü olan bir eve yakınsanız, başka bahçeye atlamak en iyisidir işte.
Özcan Abi
Yok, Özcan Abi yenecek bir şey değil elbette. Mahallenin en sonunda otururlardı. Babası evin kapısına kadar tekerlekli sandalyesini çıkarır, bize doğru bir ıslık öttürürdü. Bunu duyan kim olursa olsun ve hangi oyuna dalmışsa dalsın hemen sıyrılıp, Özcan Abi’nin el yapımı tekerlekli sandalyesine yapışırdı. Onunla sohbet edilerek hafif yokuş çıkılır, Bakkal İbram Amca’nın önüne kadar ittirilirdi. Özcan Abi daha ileriye, çarşıya doğru gitmek istemezdi hiç. Akşama kadar orada kalırdı. Dönüşte yine mahalleden birileri –yetişkinler olurdu genelde– onu evine kadar bırakırdı.
Çiçekli Nene
Uzun yaşmağı ve iki büklüm vücuduyla boyu neredeyse çocuk kadardı. Arka sokakta yerden tek oda bir evde yaşıyordu. İsmi gerçekten bu muydu, kimse bilmezdi. Yaşı babama göre, yüze yakındı. Kadınlara ve genç kızlara Kuran okumayı o öğretirdi mahallede. Bize de gelirdi.
Annemle büyük odaya geçerler derse otururlardı. En büyük yaramazlıklarımızdan biri de eriğe tırmanıp, büyük odanın penceresinden içeriye bakmaktı. Çiçekli Nene’nin gözleri çok az görürdü. Ama camdan bizi fark eden annem gülmemek için dudaklarını ısırır, bir yandan da fark ettirmeden bize, “Gidin, gidin!” diye eliyle işaret yapardı. Sonunda dayanamaz, başörtüsünü atıp taşlığa çıkar, bizi kovalardı.
İşte o güldürme anlarından birinde, bizim eriğin dallarından birisi sizlere ömür oldu. Arkadaşımla birlikte kendimizi yerde bulduk.
İkimiz de ortaokuldan sonra memleketten ayrıldık. Garip meslekler edindik.
Bizim bu halimizin, o kafa üstü düşme ânından sonra olduğunu söylerler hep.
Daha bir sürü şey var yazacak.
Hepsi de mahalleye ait. Mahalle olmasaydı, uzay da olmayabilirdi bana göre…(AB/NV)
* Bu yazı daha önce on8kitap.com'da yayımlandı.
Fotoğraf: Mehmet Malkoç