Okumayan bir toplumun bu kadar politikleşmesi tehlikelidir. Çünkü bu politik yüzeysellik, ideolojik körlüğün bir yansıması olarak tarih bilincinden, sanattan ve kültürden yoksunluğun ve çarpıklığın göstergesidir. Sığ, slogan ve simge düzeyindeki politikleşme, müzakere yerine münakaşayı esas alır.
Bu temel sorunun kaynağı toplum gibi görünse de aslında devlettir. Devletin ideolojik aygıtları yani eğitimden dine, tarihten coğrafyaya, sanattan edebiyata, simgelerden kültüre dek geniş bir alanda bireyi şekillendirmeye ve ona resmi görüşü enjekte etmeye çalışır ki, Türkiye Cumhuriyeti bu bakımdan başarılıdır.
Devletin ideolojik yapısının heykel sanatına yansımasının neredeyse tamamı siyasi figürler üzerinedir. 12 Eylül askeri darbesi döneminde Atatürk heykelleri yapımı o kadar çığırından çıkarıldı ki, yapılanların heykel sanatıyla bir ilgisi kalmadı. Amorf, donuk, stilize etme adına aslından uzak tipleştirmeden ibaret Atatürk heykelleri, bir propaganda dayatması haline dönüştü. Çok sayıda Atatürk heykeli dikmekle Atatürkçü, çağdaş, modern falan olunmuyor! Önceden yapılan Atatürk heykellerinin bir bölümü gerçekten de heykel sanatının içinde değerler ifade ederken, hele şu son yıllarda yapılanlar çok kötü ve itici birer şekilsizliklerden ibaret. Çünkü heykelde kompozisyon ve estetik yok. Dolayısıyla heykelde ‘ruh’ yok!
Bu kadar çok sayıda Atatürk heykelinin yapılmasının altında cumhuriyetin demokratikleşmesini istemeyenlerin heykel üzerinden hegemonya kurma düşüncesi yatmaktadır.
1980’lere gelene kadar cumhuriyet döneminde az sayıda da olsa değerli heykeller yapıldı.50. Yıl Anıtı, Güzel İstanbul, Akdeniz Heykeli, Kuşlar Heykeli, Periler Anıtı, Kibele Çeşmesi, Kadıköy’deki Boğa Heykeli ve diğerleri.
Bu heykellerin bir kısmını AKP’li belediyeler müstehcen diye kaldırdı. Melih Gökçek Periler Anıtı için “Tükürürüm böyle sanatın içine” dedi. Bunlardan da bu beklenirdi zaten!
Devletin ideolojik yapısı AKP iktidarıyla birlikte bu kez de Osmanlı tarihini ve geleneği öne çıkaran heykeller, rölyefler yapmaya ağırlık verdi. Ortalık heykel adına bir yığın garip, amorf, itici şekillerle doldu. Bir yandan da yukarıda örneklerini verdiğim türden değerli heykelleri yok etmeye çalışıyor. Bu iktidar da madalyonun diğer yüzü olarak heykel üzerinden hegemonya kuruyor. Otoriter rejimlerin ortak özelliği.
Sonuçta heykelcilik, siyasetin simgeler üzerinden yürütülmesinin bir aracı haline geldi. Hal böyle olunca bir sığlaşmadır devam ediyor. Heykelin anlatım sahası bir resim, müzik, roman, tiyatro, sinema sanatı gibi geniş, etkin ve kapsamlı değildir. Kompozisyonu ve ifade imkanları bu dallara göre epeyi sınırlıdır. Yine de bir heykelin kompozisyonu, estetiği bir soyutlama düzeyine erişmişse, diğer bir deyişle bunlar bir soyutlamanın ürünü olarak işlenmişse, o heykelden konusuna göre çok şey çıkarsanabilir.
Heykelden pek anlamam. Dolayısıyla bu konu üzerine daha fazla ahkam kesmeye kalkışmak, destursuz bağa girmek gibidir. Saygısızlıktır...
Heykel konusu için niye bu kadar devletten, ideolojiden, resmi tarihten söz ettik?
Beylikdüzü Yaşam Vadisi'ne yapılan Rauf Denktaş’ın öne çıkarıldığı Kıbrıs kompozisyonlu bir heykel-rölyef çalışması da, bu çalışmanın vandalist bir saldırıya uğraması da işte yukarıda kısaca yazdıklarımın bir ürünüdür.
Yaşam Vadisi parkında bu heykelden başka bir de Çanakkale konulu daha büyük bir heykel-rölyef çalışması olacakmış. Bana göre böylesine güzel düzenlenmiş bir parkta bu tür siyasi figürlerin yer aldığı heykellerin bulunması gereksiz. Buralarda insan-insan, insan-doğa, insan-hayvan, özgürlük, mutluluk, yaşama sevinci gibi konular üzerinden üretilecek kompozisyonlara sahip heykeller yapılmasının daha uygun olacağını düşünüyorum. Böylesi yöntemlerle bu kadar çok politikleşmek insanı sınırlıyor!
Bu benim düşüncem. Başkaları da başka tarzda düşünebilir. Bu bakımdan Beylikdüzü Belediyesi de söz konusu heykelleri uygun görmüş ve yaptırmış. Bu başta Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun ve yönetimin taktiri. Bu heykeller konusunu eleştirmek ve uygunsuz bulmakla birlikte, heykele saldırının da karşısında olduğumun altını çizmek istiyorum.
Heykele saldırı, heykel bahanesi üzerinden Başkan Ekrem İmamoğlu’na ve CHP’ye saldırıdır. Heykelin kompozisyonu hakkında bilgiye sahip olmayanların tarih bilinci ya yoktur ya da çarpıktır. Milliyetçiliğini tarihe yaslayanlar, tarihi bilmezlerse nasıl bir milliyetçilik üretmiş olurlar? Osmanlıcılığını tarihe yaslayanlar, tarihi bilmezlerse nasıl bir ecdat edebiyatı üretmiş olurlar?
Bunlar bir fikir üretemezler! Fikir üretemedikleri için şiddet üretirler! Şiddeti siyasetin bir aracı olarak kullanırlar. Bunun yüzlerce örneğini yaşadık, yaşıyoruz.
Heykel-rölyef alanının çok küçük bir kısmını kapsayan Makarios* rölyefini görüp de heykelin tümünü görmemek, ağacı görüp ormanı görmemek gibidir. Bir insan bütünü görmeyen bir açıya sahip değilse, onun tarih bilinci nasıl olur?
Bir anlaşma masasının anlatıldığı rölyef çalışmasında Makarios’un bir taraf olarak bulunmasının nesi yanlış? Bir Türk düşmanın orada ne işi varmış diye saldırıyorlar değil mi?
Lozan’daki düşmanlarımızla yapılan görüşmelerin resimlerle, rölyeflerle anlatılmasına ne diyeceğiz?
Bir Türk düşmanı Venizelos’un elini kim sıktı?
Bir Rus düşmanı olan Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’ya, Ruslar tarafından esir alındığında ona büyük bir saygı duyarak kılıcını iade eden Türk düşmanı kimdir?
Çanakkale’de yaralı bir İngiliz askerini taşıyan Mehmetçik heykelini bilmiyor musunuz?
Çanakkale Şehitlik Abidesi’nin rölyeflerinin birinde Türk ve İngiliz subayları el sıkışıyorlar. Bu iki düşman nasıl el sıkışabilir değil mi diye sorduğunuzda sizin tarihten bihaber olduğunuzun kanıtıdır.
Zaten tarihten bihaber olduğunuz için bu heykele saldırdınız. Makarios’un orda ne işi varmış?
Bu nasıl bir tarih bilinci çarpıklığıdır?
Bu nasıl bir kör milliyetçiliktir?
Körlüğün en iyi göstergelerinden birisi, Makarios rölyefine yapılan tahribatın aynısının Fazıl Küçük rölyefine de yapılmasıdır!
Beylikdüzü’ndeki kimi AKP’lilerin bu olay üzerinden İmamoğlu’na ve CHP’ye saldırılarının neresinde bir tarih ve heykel bilinci var?
El insaf!
Bu saldıranlara soruyorum; Kıbrıs üzerine kaç kitap ya da makale okudunuz?
Makarios ve Yunanistan cuntası üzerine birkaç not
Makarios, Yunanistan’da faşist cuntaya karşı olan bir siyasetçi papaz. Bir ara ENOSİS’i savunan ama daha sonra 1960’larda bu tavrından vazgeçen ve İngilizlere direnen bir insan. Elbette Makarios bir Rum milliyetçisi ve bu anlamda da adadaki Türklere karşı onları Rum egemenliği altına almaya çalışan bir siyasetçi.
Peki, Makarios’u devirenler kimler?
EOKA’cı faşistler!
Bunların kökü İkinci Dünya Savaşı’nda Yunanistan’ı işgal eden Nazi ordularıyla işbirliğine dayanır. Savaşın sonuna doğru Atina’yı kuşatan Yunanistanlı Komünistler bu faşist güruhu bulundukları garnizonda teslim almak isterler. Atina’ya daha önceden giren İngiltere Almanya ile iş birliği yapan bu faşistlerin bu kez kendi işlerine yarayacağını hesap ederek buna izin vermez. İngiltere bu çeteleri kullandı. Yunanistan’daki darbeci siyasetlerin bir aparatı olan bu güruh, 1950’lerin ortalarından itibaren Kıbrıs’a sevk edildi.
Neden mi?
Çünkü Yunanistan iç savaşında yenilen Komünistlerden ve solculardan sağ kalanların büyük bir kısmı Kıbrıs’a gittiler. Kıbrıs AKEL (Emekçi Halkın Partisi) partisinin gücü buradan ileri gelir. Kıbrıs’ta İngiliz egemenliğine karşı mücadele başlatan Rumların bu mücadelesini engellemek için EOKA’cılar darbecilerin desteğinde Kıbrıs’a gönderildiler. Bu faşist çetenin başındaki Georgios Grivas’tır. Bu çete oradaki ırkçı Rumlarla birlikte Kıbrıs’taki bu sol ve demokrat kesimlere karşı mücadele etti. Bu mücadelede Türklere saldırıp katliamlar yaparak çatışmayı derinleştirerek diğer Rumları yanlarına çekmeye çalıştılar. Böylece bir taşla iki kuş vuracaklardı: Hem Türkleri ezecekler hem de İngiltere taraftarlığında ve Yunanistan hegemonyasını ENOSİS bağlamında kuracaklardı.
Makarios’u kim devirdi?
EOKA-B örgütünün lideri Nikos Samson!
Onun arkasındaki asıl güç ise, Grivas ve onu destekleyen Yunanistan cuntalarıydı!
Bu süreci anlamak için bu işin başlangıç noktalarından biri olan İkinci savaştaki Yunanistan’da olanlara uzanmak gerekiyor. Bunun için de en iyi kaynaklardan biri Dominique Eudes’in “Kapetanos-Yunanistan İç Savaşı” kitabıdır.
Kıbrıs meselesinin bir başka başlangıç noktası ise, İngiltere faktörü nedeniyle Michel de Grece’nin Milliyet yayınlarından çıkan “II. Abdülhamit” kitabı değerli bir kaynaktır.
Kıbrıs’ın II. Abdülhamit eliyle 93 Harbi sırasında nasıl İngiltere’ye verildiğini objektif olarak anlatır.
Yazıyı bu noktalara kadar uzatmamdaki amaç, vandallara ve iftiracılara karşı savundukları siyaset hakkında bile ne kadar sığ ve boş olduklarını yüzlerine çarpmaktır.
Kırk yıl düşünsem bir Denktaş heykelini savunacağım aklıma gelmezdi! Aslında heykeli savunmuyor, heykele yapılan saldırıyı kınıyorum. (HŞ/HK)
* Mihail Hristodulu Muskos ya da bilinen adıyla Başpiskapos III. Makarios