Farklı tarzları aynı çizgide buluşturarak her daim yenilikçi bir müzik yakalamanın peşinde olan Yalçın Konuk, bir yaz albümü olan yeni çalışması “Pulsephoria”yı OnAir Music etiketiyle yayınladı. Bossa nova, trip-hop ve geniş orkestrasyonu, incelikli melodileri, 50’lerle, 60’ların görsel ve işistel atmosferiyle bezenen şarkılardan oluşan “Pulsephoria”nın hikâyesini Yalçın Konuk’tan diniledik.
“Single manyaklığı” yaşadığımız son birkaç yıla inat siz iki şarkı haricinde hep albümle yola devam etmişsiniz. Sizin gibi albüme ağırlık veren müzisyenlerle konuştuğumda genelde, müziğin bir form olduğunu ve bu “form”a en uygun düşen şeyin de albüm olduğu minvalinde cevaplar aldım. Siz de aynı fikirde misiniz?
Herkesin kendince bir doğrusu var. Konu “yaratıcı işler” olunca bunun mutlak doğru veya yanlışı olmaz ve olmamalıdır da. Sanatın hangi dalında olursa olsun, herhangi bir formun içinde sıkışıp kalmayı sanatın özüne, ruhuna, DNA’sına aykırı bir durum olarak görüyorum. Single ve EP de çıkardım. Önümüzdeki aylarda yeni bir single daha yayımlayacağım. Ancak formdan öte aslolan içeriğin taşıdığı değer olduğuna inanıyorum. Single ya da albüm olsun, önemli olan doğru, samimi ve en muhteşem güzel iş yapabilmektir. Şarkının sözleri, kompozisyonu, orkestrasyonu ve konsepti birlikte bir değer oluşturmalıdır. Dolayısıyla, herhangi bir form/kalıp içinde kalmak gibi bir niyetim hiç olmadı. Çıkan son albümlerim, söylediğiniz form kapsamında olsa da, şu anda ruh halimin bir yansımasıdır. Albüm formatını tercih etmemin nedeni, bir hikâyeyi veya duygusal bir yolculuğu bütüncül olarak sunabilme imkanıdır. Sanırım dizi ya da film yapmak gibi…. Bazen tek bir film, bazen de 10 bölümlük dizi olabilir… Tamamıyla haleti ruhiye meselesi…
Dinleyicisi bol, icracısı sıfır derecesinde seyreden bir tarzda müzik yapıyorsunuz. Enstrümantal ya da yabancı dilde sözlere sahip şarkılarınızdan birine denk gelen bir dinleyicinin, bu parçayı sizin yaptığınızı düşünmesi gayet olağan bir durum olacaktır. Bu sizde nasıl bir etki yaratıyor?
Elbette, böyle bir ilgi görmek beni çok mutlu eder. Ancak, bu tür bir geri dönüş olup olmayacağını kesin olarak bilmiyorum. Birinin zaman ayırıp yaptığım işe, müziğime değer vermesi büyük bir lütuf, beğenip geri dönüş yapması ise çok daha büyük bir ödül. “Pulsephoria”da parçaları yaparken ve sözleri yazarken farklı dillerin kullanabilme fikri beni cezbetti. Portekizce, Fransızca, İngilizce gibi dillerin fonetik özelliklerini kullanmayı çok seviyorum. Bu, parçalara ayrı bir derinlik, bir müzik katıyor ve bu dinamikle oynamaktan keyif alıyorum.
Bu süreçte, kesinlikle bir hedef kitlem yok ve kitle düşüncesiyle hareket etmiyorum. Şu anda çoğunlukla enstrümantal parçalar üretiyorum, ama bu da değişebilir. Belirttiğim gibi, bu üretim süreci mevcut ruh halimin bir yansımasıdır ve bu da zaman içinde gelişecek ve değişecektir. Hayattaki her şey gibi… Aksi çok sıkıcı olur.
Yukarıdaki soruyla alakalı olarak şunu da sormak isterim: Dinleyici kaygısıyla ilgili bir risk aldığınızı düşünüyor musunuz?
Çok samimi olarak şunu söyleyebilirim: Yaptığım işte bir risk aldığımı hiç düşünmedim. Eğer yaptığım şey doğruysa ve kalbim bunu doğru kabul ediyorsa, ne olursa olsun, saatte beş yüz km hızla duvara çarpacak olsam bile yine de yaparım. Önemli olan kalbime cevap verebilmektir. Kalbim bu işi yapmamı emrediyor, ben de bunu gerçekleştiriyorum. Bu nedenle, bir kitle ya da dinleyicinin riske girip girmediği konusunda hiç endişem olmadı.
Beni tanımayan, belki de hiç tanımayacak insanların yaptığım müzikten bir şeyler hissetmeleri veya ona zaman ayırmaları, bana büyüleyici geliyor. Bu, aslında oldukça olağanüstü bir durum. Kendi başınıza ürettiğiniz bir şeyin, farklı bir coğrafyada, belki başka bir zaman diliminde veya yaşam tarzında, ister sabah dokuzda işe giden, ister otobüste seyahat eden, ister yalnız kalmak isteyen biri tarafından dinlenmesi gerçekten olağanüstü ve güzel bir buluşma, değil mi?
“Pulsephoria”, “pulse” (nabız) ve “euphoria” (coşku) kelimelerinin birleşiminden oluşuyor ve isminin hakkını da sonuna kadar veriyor. Sınırları tamamen ortadan kaldırmışsınız. Dinlerken şarkının nereye gideceğini kestiremiyoruz. Dans pistinde olsak, saniyeler arasında elli farklı dans figürüne geçiş yapmamız gerekecek. Bu konseptte bir albüme hazırlanırken kafanızda neler vardı? Açıkçası ben hem kendinizi hem de dinleyiciyi naif bir zorlamaya soktuğunuzu düşünüyorum. Misal, “First Drink”le pistte kırk takla atarken, ardından gelen “Sérénade”deyle hafif ve gayet cool bir şekilde salınabiliriz… Bu süreci bir de sizden dinlemek isterim.
Nazik ve güzel sözleriniz için gerçekten çok teşekkür ederim; içtenlikle minnettarım. Albümü hayal ederken, son altı ay boyunca ara ara Datça’da, çok sevdiğim bir arkadaşımın evinde kalıyordum. İstanbul’a geçince, önce Datça’da, sonra Ege’de, ardından Portofino’da, 60’ların atmosferinde müzik dinlerken hayal ettim kendimi. “Pulsephoria”, işte bu hayallerin bir yansıması olarak ortaya çıktı.
Bu albüm, tam anlamıyla bir yaz albümü; yaz mevsiminin kokusunu ve ruhunu taşımasını istedim. Albümdeki parçalar, her an ve her yerde dinlenebilecek türden; arabada yolculuk yaparken, sabah kahvesini yudumlarken, sevgiliyle gökyüzündeki bulutları izlerken… Seçimi size kalmış.
Parçaları oluştururken adım adım ilerledim ve albümdeki sıralama, bu parçaları yapma sıralamamla uyumlu oldu. Albümdeki parçaların sıralaması, dinleyiciyi (en başta da beni) bir hikâye boyunca gezintiye çıkarmak üzere tasarlandı. Her parça, bir sonrakine geçişte yeni bir duygu veya atmosfer yaratmayı amaçlıyor ve bu, albümün bütünsel bir deneyim sunmasını sağlıyor.
Açılış parçası “Bossa Groov”, 50’lerin sonu ve 60’ların başlarındaki Hollywood, İtalyan ve Fransız filmlerinden ilham aldı. Bu filmlerde yaşadığım duyguları müziğe, sinema diline tercüme etmeye çalıştım. Bazı parçalara farklı sesler ve dillerde vokaller ekledim. “Sussuros do Vera” için çektiğim klip, müziğimde yarattığım dünyanın görsel yansıması oldu.
Albümde, Antônio Carlos Jobim’den Quincy Jones’a, Massive Attack’tan Troublemakers’e kadar iz bırakan birçok ismin etkisi var.
Albümle ilgili olarak şunları söylüyorsunuz: “Bu koleksiyonda, sınırları ve türleri aşarak hem yenilikçi hem de derin duygusal bir deneyim sunuyorum. ‘Pulsephoria’, 60’ların sinemasına, James Bond’dan Plein Soleil ve 8½ gibi başyapıtlara kadar bir övgü aslında. Albümde dinleyicilerin 'Her daim yaz mevsimini notalarda duyup hissetmelerini’ hayal ettim.” “Pulsephoria”, “zamansız”, “mekânsız”, “evrensel” niteliği olan bir albüm bana göre. Yukarıda sınırları ortadan kaldırmaktan bahsettim ama bunun da bir sınırının olduğunu ve dozunu iyi ayarlamak gerektiği kanısındayım. Katılır mısınız bu görüşüme?
Zamansız, mekânsız ve evrensel… Bu nitelikler ancak klasik bir esere atfedilebilir. Yine de çok teşekkür ederim. Ben sadece samimiyetle bir iş ortaya koymaya çalıştım, gerçekten buna inanıyorum. Siz çıtayı benim için biraz yüksek tuttunuz, ama yine de çok teşekkürler. Kalbimle, dürüstlükle iş yapmaya, üretmeye, müzik yaratmaya çalışıyorum.
Sınırları ortadan kaldırma meselesine gelince; başkalarına zarar vermediğiniz, birini incitmediğiniz sürece, sınırsızlık bence harika bir sınır. Çünkü bu kavramın içinde, hissedebileceklerinizin çok ötesine geçebileceğinizi fark ediyorsunuz. Yaş aldıkça bunu daha iyi anlıyorsunuz. Üretim sürecinde ise bu durum kendini daha da belirgin hale getiriyor. Belirli bir çalışma temposuna ulaştıktan sonra, üretkenlik ve hayal gücü bambaşka bir boyut kazanıyor.
Daha önce de belirttiğim gibi, en büyük kriterim kalbim. Kalbim yaptığım işi onayladıktan sonra, ancak o zaman bu işi sunulacak hale geldiğini düşünüyorum. Bu noktada, bir şeye sınır koymak ya da onu bir ayar düğmesiyle kontrol etmek, benim düşünme ve üretim tarzımla pek örtüşmüyor. Benim için esas olan, sonsuzca hissedebilmek, görebilmek, duyabilmek ve bu duyguların derinliklerine her defasında ulaşabilmek.
Sırada neler var sizin tarafta?
Şu anda devam eden ve planlama aşamasında olan birçok proje var, ancak sadece tamamlanmış olanlardan söz etmeyi tercih ederim.
Yakında, “Baroquian: Kubbe ve Yedi Tepeli Şehirde Bir 17. Yüzyıl Floransalı Ressamının Sanatsal Yolculuğu” (Baroquian: The Artistic Odyssey of a 17th Century Florentine Painter in the City of Domes and Seven Hill) adlı, 10 parçalık Barok müzik albümüm çıkacak.
Bu albümü tasarlarken, bir hikâyenin etrafında dönsün istedim: 17. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’a resim yapmak için gelen Floransalı ressam Matteo da Firenze’nin hikayesini hayal ettim.
Bu albüm, diğer çalışmalarımın aksine tarihsel bir tema etrafında şekillendi. Matteo da Firenze’nin İstanbul’daki yolculuğu, bir sanatçının içsel dünyası ile dışsal gözlemleri arasındaki çatışmayı yansıtıyor ve müziğime yeni bir derinlik katıyor.