Balcalı'da iki hücre.
İki kardeş hücre yan yana.
Biri hasta koğuşu, biri morg.
Biri hayat, biri ölüm.
Hayat ve ölüm arasında iki adım var sadece.
Ve şimdi Balcalı'nın ölüme en yakın o hücresinde atıyor kalbimiz.
Kalbimiz tutsak şimdi.
Her gün bir sonraki hücreye götürmek için yokluyorlar onu.
Sabırsızlar. Çok ve kalabalıklar.
Her gün ütülü mavi, lacivert ve haki renkli elbiseleriyle demirden bir kapı önünde bekleşiyorlar.
Kapının ardında koyu bir sessizlik karşılıyor onları. Akan zamanla büyüyor ve çoğalıyor sessizlik. Neredeyse işte o an geldi, yenildi hayat diye, zafer naralarıyla bozacaklar sessizliği.
Duraksıyorlar...
Sonra zafer kutlaması için erken olduğunu anımsıyorlar.
Kapıdaki asma kilidi ağır ağır çözüyorlar. Hâlâ sadece kapının gıcırtısı bozuyor sessizliği. Gövdelerinin üzerinde taşıdıkları uzuvlarını uzatıyorlar köşedeki ranzaya, sonlanmış bir hayatın boylu boyunca uzandığını göreceklerinden emin.
İki ateş topu karşılıyor onları, kulakları sağır eden bir çığlık gibi bozuyor sessizliği. Lakin işte burada hayat ve gözleriyle konuşuyor. Hem de çığlık çığlığa.
Ürperiyor, korkuyor, kaçışıyorlar.
Ancak asma kilidi kapıya takacak kadar takat topluyorlar.
İncecik ve küçücük bir bedenin direngenliği şaşırtıyor onları. Ölümün hayata galebe çalacağından adları gibi eminler. Ama işte bitmiyor bekleyiş. Hâlâ çarpıyor kalbimiz ve hâlâ çarpışıyor hayat.
Kaç gün oldu. Kaç gündüz kaç geceye döndü? Belki hatırlayanı yok, takvim yapraklarından gayrı.
Ama Balcalı cephesinde hayat ile ölüm tam 320 gündür çarpışıyor.
Önceki yıl başladı kavga. Eylül ayı idi. Elbistan hapishanesinin kör bir hücresindeydi Güler. Ceyhan köpürüyor, bahar son demlerini yaşıyordu. Herkes zorlu bir kışa hazırlanıyordu. Ölüm, kanser hücresine bürünmüş pusuda bekliyordu. Önce bir dişeti üzerine kuruldu, sessizce. Hayat onu fark etmekte gecikmedi. Tam yenilecekken ölüm, beyaz önlüklü birileri kapandılar üzerine. Hastane ve adliye koridorlarında besleyip kendi elleriyle büyüttüler. Ölüm önce Güler'in ağzını tüketti. Son bir hamleyle boynuna atıldı. Üç ameliyat, protez bir ağız ve hızla eriyen bir beden. Dahası 28 saatlik bir yolculuk ve Nur Birgen. Özetin özeti; hızla yayılan ölüm ve direnen hayat.
Hayat ve ölüm arasındaki bu kavga yanı başımızda sürüyor.
Peki ya biz neresindeyiz bu kavganın.
Duymamanın ve görmemenin mazereti çoktan geçti. Hâlâ duymadıysanız, duyun işte. Çukurova Üniversitesi Hastanesinin mahkûm koğuşunda, gencecik bir kadın eriyen bedenine inat hayatı savunmaya devam ediyor.
Kansere, Adli Tıp Kurumuna ve bilcümle devlet erkânına karşı. Hem de tek başına.
Vakit ilerliyor. Tarih tekerrüre hazırlanıyor. Yeni ölüm haberleri vermeye hazırlanıyor gazeteler, televizyonlar.
Adliyeler ve Adli Tıp yeni terfiler bekliyor. Ve biz yanı başımızda bir ölüme daha tanık olmaya zorlanıyoruz öylece. Sonra yenilerini beklemeye.
Temmuz sıcakları kavuruyor.
Denizler bizi çağırıyor.
Haber bültenleri sevimli dostlarımızın yaşaması için pratik öneriler sıralıyor ardı ardına.
Hayat yanıbaşımızda katlediliyor. Erzurum Devlet Hastanesi'nde İsmet Ablak yan hücreye taşınıyor. Ve o büyük şairin dizeleri yankılanıyor kulaklarda
"Günler ağır.
Günler ölüm haberleriyle geliyor.
Düşman
Haşin
zalim
ve kurnaz.
Ölüyor çarpışarak insanlarımız"
Şimdi ölüme karşı hayatı savunmanın vakti, şimdi madem onlar çoklar, çoğalmanın vakti, şimdi Balcalı cephesinde Güler Zere'ye yoldaş olmanın vakti. (TT/EZÖ)
* Avukat Taylan Tanay, Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) İstanbul Şube Başkanı
** Yarın (31 Temmuz 2009) saat 19.30'da örgütleri, siyasi partiler, aydınlar ve avukatlarle birlikte Taksim tramvay durağında, Siyasi iktidarın Güler Zere'yi ve diğer hasta tutsakları öldürmesine izin vermeyeceğimizi haykıracağız.