2009 yılının o uzun yaz günlerinde, Taksim'i adımlayan binler, hep bir ağızdan bildik bir marş eşliğinde yürüyorlardı. Çocuklar, gençler, kadınlar, işçiler, öğrenciler, avukatlar, sendikacılar hızla adımlıyorlardı sokakları. Ellerinde gencecik bir kadının fotoğrafını taşıyorlardı.
Elleri kelepçeli, yüzünde bir sağlık maskesi ve gülen iki kocaman gözle kendisine bakanları selamlayan bir fotoğrafla. Öyle hızlı yürüyorlardı ki, sanki bir an dursalar hepten kaybolacaktı sokaklar. Belli ki aceleleri vardı. Görenler, seslerini duyanlar hemen oracıkta durup seyre dalıyorlardı, az sonra katılacakları yürüyüş koluna. Onlar katıldıkça daha da kalabalıklaşıyordu adımlar.
Aynı günlerde koşturan doktorlar, uzun yolculuklara çıkan ringler, doktor önlüğüne bürünmüş kadavra derisinden yüzler, teneşirden koltuklarda oturanlar, ölüm çığlıkları atıyorlardı.
Hayat ne kadar uzaksa ölüm o kadar yakındı. Ard arda ölüm haberleri geliyordu. Bir bir düşüyorduk. Düşenler daha hızlı adımlarla daha büyük kalabalıklara çağırıyorlardı bizi. Daha gür söylüyorduk artık o marşı ve artık daha sık dayanıyorduk zulmün kapılarına. Lakin zulüm vermişti kararını, gayrı gerisi yok, ölüm der. Ama bu Güler'dir, ki hayatı boyunca taşıdığı beyaz değil kızıl bayraktır. Teslimiyet değil direniş işlidir çeyizinde. Bundandır zulmün merhamet çığlıkları adalet diye karşılık buluyor Balcalı'da.
Ve günler sokaklara çıkan adımlarla adeta yarışıyordu. Bitmeyen bürokrasi, serbest bırakmaya izin vermeyen kanun maddeleri, serbest bırakmayı gereksiz kılan sağlık raporları bir bir çürüyordu. Tarih hükmünü çoktan haklı olanların lehine vermişti. Onlar kazanmaya doğru adım adım yürüyordu.
Takvim yaprakları Kasımın yedisinde bahara dönüyordu. Mutlu ve aynı zamanda uzun süredir beklenen birgüne uyanıyorduk. Güler artık aramızdaydı. Ilık bir Çukurova akşamında, Munzur Seyhan nehrine karışırken Güler, yorgun ve küçük bir bedenle dipdiri ve büyük bir umut taşıyordu yüreklerimizin derinliklerine.
Ölüm sinmiş bir köşeye bekliyordu yine. Biliyorduk ve biliyordu Güler. '"Dışarıda ölmem için verildi karar biliyorum" diyordu. Lakin bekleyen ölümden zerre kadar korkmuyordu. Munzurdan, Balcalı'ya oradan yoksul Armutlu kondularına kadar taşınan kavganın adı değilmiydi ki yaşam. Munzur nasıl aşmak için dev kayaları, menderesler çiziyorsa, yetmediğinde çağlayanlara vuruyorsa sularını aynen öyle yapmak gerekirdi. Ölüme teslim olmak mı? Ölümden korkmuyorum demek ne kadar kolaysa, tam karşında duran ve sana doğru koşan ölümün kaçınılmazlığı karşısında hayata tutunmak da o denli zordur. Ama zor koyaklarda büyümüş bir çiçektir Güler. Der ki, direnmek ille de direnmek gerek.
Bundan tam bir yıl önce bir öğle vakti kaybettik onu. Takvim yaprakları 7 Mayıs 2010'u gösteriyordu. Kendi gözümle gördüm. Ölüm nedeni kocaman ve silik harflerle şöyle yazıyordu; KANSER. Sonrasında Adalet Bakanlığı'nın verdiği cevapta rastladım ona. Devlet kayıtlarında son on yılda hapishanede gerçekleşen 1758 ölümden biri. Ne katilin adı yazılı ne de Güler'in. Oysa o uzun yaz boyunca, teamüden bir cinayetti yaşadıklarımız.
Tüm bir ülkenin tanık olduğu apaçık bir cinayet. Öyle bir cinayet ki failler emekli oluncaya kadar yüksek mevkilerde dolgun maaşlara çalışmaya, yani öldürmeye devam ettiler, ediyorlar. Korkunç ve kötü olan, sadece öldürmekle de kalmıyor hepimizi seyre zorluyorlar. Biliyorlar her seyir, bu ölüm filminin gösterimde kalmasını sağlıyor. Her gösterim de her defasında yeni bir rakam verdikleri yeni bir ölümle bitiyor.
İşte Güler ZERE bu filmi seyretmek yerine sokağa çıkmaya çağrıdır. Suskun, sessiz sokaklarda umut olup yürümektir.
Onların filmi ile bizim yürüyüşümüz arasındaki fark, devlet kayıtlarında her gün artan bir rakamın anlamıyla, yitirilen bir insanımızın yüreklerimize bıraktığı acı arasındaki farkta gizlidir. Sonra merhamet ile adalet, teslimiyet ile direniş arasındaki farkta.
Ve Güler'den geriye kalan hiç şüphesiz Hakikat Bacıların yeni destanıdır. Bu destan şüphesiz onundur ama bu destanda hepimizin sesi vardır. Varsın bu yürüyüşe adımlarını, o marşa seslerini katan analarımız tutuklansın, varsın ağır ceza istemlerine konu olsun bu kavga. Bizim hanemize umutla ve onurla anacağımız uzun ve zorlu günler kaldı. Ve bir umut hikâyemiz.
Birleşirsek kazanacağımıza dair olan inancımızı bir kez daha bileylediğimiz sarp ve dolambaçlı yollar. Peki ya onlara, onlara ne kaldı? Onlara ise asla veremeyecekleri, affetmenin unutulduğu bir hesap kaldı. Öyle bir hesap ki , mutlak sorulacak, sorulmadıkça büyüyecek bir hesap.
Güler'i anmak, onun bıraktığı yerden yürümektir. Ve yeni bir insanımızın, bakanlığın adsız bir rakamına dönüşmesini önlemektir.
Vaktidir şimdi onun fotoğrafıyla tekrar adımlamanın o sokakları.
Yine hep birlikte yine dilimizde o bildik marşla;
Çav Bella... (TT/EÖ)