Hakikat öfkeyle dile dökülmez. Hakikat, eğer vakti gelirse, sevgiyle dile dökülür. Sevginin bakışı ayartılmaz. Sevilenin içindeki en iyi yan gün ışığına çıkmaya zorlanırken bile, sevilenin içindeki en iyi yanı görür.
J. M. Coetzeee, Slow Man[1]
İçinden geçtiğimiz günlerin anlam ve önemine yakışır cümleler kurmakta güçlük çekiyoruz şüphesiz. Şüphesiz, bu güçlüğe eşlik ediyor kişisel hikâyelerimiz. Krizin kerameti bunlar. Umut devşirecek pek bir şey bulamamaktan, birbirimizi avutuşumuzun -olur ya- beslediği atıl halden, hatta bunun kalıcılaşması ihtimalinden huzursuz, alabildiğine huzursuz günlerden geçiyoruz. Buna mukabil sözün muhtemel sahibinin sesi “olur ya kısılmışsa” diye kapı tıkırtısına heyecanlanırken, Barış Ünlü bugünümüzü anlama çabalarına Türklük Sözleşmesi: Oluşumu, İşleyişi ve Krizikitabıyla katkıda bulunuyor. Kitabıyla görmesi beklenen ile görülmeyi bekleyen arasındaki asimetrik ilişkinin, yani bakışın, Türkiye siyasetini ya da hal-i pür melalimizi anlama vaadini tartışmaya açıyor.
Modern öznenin gözlemci özne olarak tasarımının tarihini inceleyen Jonathan Crary, görmenin tarihine dair varsayımsal çıkışını şöyle izah eder:
Türklük Sözleşmesi: Oluşumu, İşleyici ve Krizi - Barış Ünlü, Dipnot Yayınları, 2018, 386 s. |
“Algı ya da görmenin gerçekten değişip değişmediği önemli değildir, çünkü bunların kendilerine ait, özerk bir tarihleri yoktur. Değişen algının gerçekleştiği alanı oluşturan çok sayıdaki kuvvet ve kuraldır”[2] (s. 18).
Şiddet tarihlerini, “tepeden inmeci modernleşme” okumasına sadakatle egemenin görme biçimlerindeki muhtemel değişimin izinde analiz eden yaygın okuma, açıkça Crary’nin itirazının çıkış noktasını hatırlatıyor. Ünlü’nün çalışması ise Türklük Sözleşmesi’nin krizinin müsebbibi olarak tespit ettiği etnikleştirilmiş cezasızlık mekanizmalarının mağdurlarının bakışı ile gelen egemenin görünme şokunu, 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren kuvvetler ve kurallar alanında güçlenmeye başlayan mücadele ve direniş pratikleri ile birlikte ele alarak izahın ikinci bölümünü. Bir başka deyişle, 2000’li yıllarda artan görünürlükleri ile sıklıkla gündemde yer alan gayrimüslimlerin ve Kürtlerin deneyiminden ziyade şiddetin failinin görünürlüğü ile gelen şokun bugünümüzü belirlediği gerçeği ile baş başa bırakıyor okuyucusunu.
Kanımca bu girişim, Türkiye entelektüel hayatında ana akımda kendisine genişçe yer bulan madun araştırmaların odağından çıkarak, fail oluşu kurumlardan özgürleştirerek toplum ile buluşturması sebebiyle dikkate değerdir. Çünkü, kurumları ve ideolojileri muhatap alan eleştirilerden ayrılarak, okuru sözleşme-içi ve sözleşme-dışı ayrımının sentetikliği ile buluşturmakta, hikâyeye bizzat kendi dahli ile yüzleşmeye çağırmaktadır. Bu bağlamda sözleşmeye dahil olma gayesiyle “…hem Türkçe hem yavaş konuşun. Silik bir hayat yaşayın” diye telkin veren Yahudi cemaatinin “ileri gelen bir şahsiyeti” gibi (s. 240) “silik” olmayı tercih eden örneklerin yanı sıra, Şeyh Said İsyanı ile Türklük Sözleşmesi’ne dahil Türk muhalefetinin bastırıldığı tespiti (s. 181) ve 1935’te bir polisin Kuşadası’nda bir Ermeni kadına yardım ettiği için Türklüğünün soruşturulduğunun hatırlatılması (s. 220) ile suça ortak olmayışın bedelinin dönemsel örnekleri, Türkiye toplumunun ve tarihinin yeknesak olmayan akışını ve devinimini ifşa etmekte. Umut devşirmek demiştik ya başta…
Türklük performansının sonradan öğrenilen temel şartı olarak Türkçe konuşmak, doğuştan gelen Müslümanlık şartından farklılaşarak, sözleşme içi ile dışı arasındaki sınırı kesintiye uğratan persona’nın taşıyıcısı olarak çalışmada hayli geniş bir yer kaplamakta. Zira, sınıflar ve ideolojiler üstü bir performans olarak yeniden konumlandırılan Türkçe konuşmak, eğitim aracılığıyla ulus-devletin kurumsal inşası ile Türk bireyinin duygusal inşası arasındaki ilişki açısından merkezî önem arz etmekte (ss. 211-221). Sözleşmeye sadakatini ispatlamaya çalışan sözleşme-dışı Türkiyeli vatandaşın, Türkçe öğrenme yeteneğini ve yeterliğini belirlediğini varsaydığı etnik ve dinî aidiyetlerini arzu ketleyici olarak deneyimlediği bu düzlem, aynı zamanda sinikliği yerinden eden cüretkârlığın, Kürtçenin tanınması için verilen mücadelenin de görünür olduğu yer. Bir başka deyişle Osmanlı’nın son dönemlerinden erken Cumhuriyet’e Müslümanlık Sözleşmesi yataylığı temelinde şiddet kullanma kapasitesine sahip güçleri olan Kürtlerin (Hamidiye Alayları), Türklük Sözleşmesi’nde eritilemeyişinin başlıca nedeni.
Ünlü’nün Kürt vatandaşların Türkiyelilik deneyimini W. E. B. du Bois’ın ikili bilinç (double consciousness) kavramsallaştırması ile ele almaya sevk eden, bu asimile edilemeyen artığın gündelik hayattaki, kuafördeki, adliyedeki, kampüslerdeki tezahürleridir. Ünlü’nün görüşmelerinin en yalın verilerinden birisi de Kürt özneler için de iç ve dış ayrımının parametresi olarak Kürtçe konuşmanın tersinden kuruluyor olduğu gerçeğidir. Ünlü’nün görüşmecisinin sözleriyle ifade edecek olursak: “Her Kürdün ama her Kürdün gerçek kişiliği perde arkasındadır, hiçbir Kürdün gerçek kişiliği ortada değildir… (Kürtler) konuştuğunda kaçamak yapar (…) camide, okulda ve evde farklı konuşur, ortamına göre konuşur.” (s. 259) Bu dilsel perde, söz konusu ikili bilinci açığa çıkarmaktadır; cami ve okul ile evi ayıran, kamusal ve özel alan arasındaki temel fark şüphesiz tercih edilen persona, konuşulan dildir. Kürt öznenin cüretkârlığının kaynağı, persona’nın karakteri haline gelmesini zorunluluk değil tercih kılan direniş tarihi, siyasal mücadelesinin başlıca sloganlarından bir tanesinin “Bê ziman jiyan nabe”[3] oluşudur. AKP hükümetinin Kürt meselesi özelinde Kemalizm ile arasına çektiği duvarın süreklilik arz ettiği başlıca “açılımın” halihazırda yayında olan TRT Kurdî oluşu ise, yeniden katılaşan Türklük Sözleşmesi’nin özgünlüklerinin anlaşılması açısından kritiktir. Birbirimizi avutuşumuz demiştik bir de!
Barış Ünlü’nün çalışmasının modernleşen Türkiye tarihini belli bir filozofun toplumsal sözleşme modelinin örneklemi olmaktan kurtararak, farklı toplumsal sözleşme anlayışlarının işler olduğu tarihsellikler içinden okuma girişiminin siyaset felsefesine katkısı bu yazının sınırlarını aşmakta. Öte yandan, kendisini bu çalışmayı yapmaya sevk eden huzursuzlukla, kendisini çok Türk hissettiği o karşılaşma ânıyla başlayan sürecin kendisi, Türklük Sözleşmesi: Oluşumu, İşleyişi ve Krizi kitabını da bir karşı-performans olarak düşünmeyi mümkün kılıyor.[4]
Huzursuzluktan söz etmişken, Ünlü’nün gayrimüslim nüfusun anavatanlarından tasfiyesini ekonomik bir kayıptan ziyade demokratik bir kayıp olarak ele alan çalışmaların yokluğuna sitemini es geçmek olmaz. Umut Tümay Arslan bir çalışmasında, psikanalitik film kuramı özelinde bakışa sahip olmanın sunduğu istikrar ve güvenin yerini bakışın tekinsizliğinin almasından söz eder; modern öznenin sahnesi olan sinemanın modern siyasi düşünceyle bağını hatırlatarak (s. 15).[5]
Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi’ne akademik iştirakı ve itirazı tartıştığı son bölümünde, İsmail Beşikçi ve Barış için Akademisyenler Girişimi özelinde izah ettiği budur. Herhangi bir kuruma girmek için gerekli Türklük sermayesine ziyadesiyle sahip akademisyenlerin hakikati ve cezalandırılmayı, ayartma ve ödüle tercih etmesiyle ayna çatlamış, bakışın hükümdarlığı çökmüştür. Kimsenin evinde gibi hissedemediği bu yerde, yineliyor görünen tarihin melankolik öznelerine lütfu, tekinsizliğin yeni bir yaşamın habercisi olduğu gerçeğidir. (BŞ/HK)
[1] Çeviri yazara aittir.
[2] Crary, Jonathan (2004). Gözlemcinin Teknikleri: On Dokuzuncu Yüzyılda Görme ve Modernite Üzerine (çev. Elif Daldeniz). İstanbul: Metis.
[3] “Anadili olmadan yaşam olmaz!”
[4] Bu vesileyle, Barış Ünlü’nün 3 Şubat 2016 tarihinde, öğrencilerden Abdullah Öcalan’ın kaleme aldığı iki metni değerlendirmesini istediği sınav sorusu sebebiyle aleyhine açılan davada mahkemeye sunduğu savunmayı hatırlayalım.
[5] Arslan, Umut Tümay (2009). Aynanın Sırları: Psikanalitik Film Kuramı, Kültür ve İletişim 12 (1): 9-38.