Türklük, Türk olanların ve Türklüğe asimile edilmiş olanların ezici çoğunluğunda görülen belli düşünme, duygulanma, bakma, görme, duyma, algılama, empati kurma ve düşünmeme, duygulanmama, bakmama, görmeme, duymama, algılamama ve empati kuramama halleridir. Bu beceriler ve beceriksizlikler okul-cami-aile-medya- “mahalle” gibi araçlarla kuşaklardır verilen belli bir düşündürme ve duygulandırma eğitimi sonucu içselleştirilmiş, üzerine düşünülmeyen özelliklerdir.
Türklük bir toplumsal sınıftan diğerine ve bir siyasetten diğerine büyük farklılıklar gösterir. Cumhuriyet seçkinlerinin Türklük halleri ile MHP seçmeninin Türklük halleri arasında veya bir Türk Marksisti ile bir Türk liberalinin Türklüğü arasında kapanmayacak farklar vardır. Ancak Türklük paydasında ortak veya benzer noktaları da bulunmaktadır. Kanımca bunlardan en önemlisi, Türklükleri ve Türklük imtiyazları üzerine düşünmemeleridir.
Bir lümpen Türk milliyetçisi ve bir elit Kemalist Türk olmaktan farklı tarzlarda gurur duyabilir, ama Türklükleri hakkında düşünmezler. Bir olay veya olgu karşısında neden öyle düşündükleri, davrandıkları veya hissettikleri hakkında kafa yormazlar. Türk olmayanların nasıl hissedebilecekleri, nasıl düşünebilecekleri hakkında düşünmemek üzere eğitilmişler ve kendi toplumsal konumlarına paralel olarak belli düşünce ve duygu refleksleri geliştirmişlerdir. Bir Marksist veya bir liberal çoğu zaman Türk olmaktan gurur duymaz, kendini Türk değil, bir enternasyonalist veya kozmopolit olarak görmek ister, ulusaşırı olduğunu düşündüğü benliğinin aslında ne kadar Türk olduğunu göremez. Bir Türk Marksisti bir meseleyi incelediği zaman konuya bilimsel ve eşitlikçi bir açıdan yaklaştığını düşünür. Marksist perspektifinin Türklüğünden dolayı ne kadar hasarlı ve defolu olduğunu akima getirmez. Sınıfsal açıdan yaklaştığını düşünürken, aslında bir Türk olarak, en azından bir Türk Marksisti olarak yaklaşır. Analizinden neleri dışladığı veya analizine neleri kattığı Marksizm tarafından belirlendiği kadar, Türklük tarafından da belirlenir, gölgelenir. Bir Türk Marksisti veya liberali şu konuda bu şekilde düşünmemin veya duygulanmamın nedeni acaba Türk olmamdan mıdır, Türklüğümden midir, diye düşünmediği ölçüde Türktür.
Türklük, Türk milliyetçiliğiyle yakından ilintili olsa da, onunla aynı şey değil. Türk milliyetçiliği bu coğrafyada yaşayan bütün Müslümanları Türkleştirme projesi. Türklerin hepsi Türk milliyetçisi değildir, ama onun ürünüdür. Türk etnisite mühendisliğinin asıl gücü de zaten burada yatıyor. Hâkim milletin bir kısmı Türk milliyetçisi, bir kısmı Kemalist, bir kısmı İslamcı, bir kısmı ise sosyalist oldu, ama hepsinde belirli ölçülerde Türklük halleri var. Türklükten gelen imtiyazlar hakkında düşünmemek, bunları doğal kabullenmek, bu hallerin en çarpıcılarındandır.
Türklük doğuştan gelmiyor. Anadili Türkçe olan insanlar var ve bu insanlara Türk deniyor. Türklük ise Türkçenin ve Türk olmanın ötesine giden, ömür boyu süren bir oluş, bir yapılış. Türklük ilişkisel. “Dışımız”da Ermenilere, Rum- lara ve emperyalist yedi düvele karşı, “içimiz”de ise büyük ölçüde Kürtlüğe karşı kuruldu ve yaşıyor. Bugün de Türklük hallerini anlamak için en doğru ve kestirme yol farklı toplumsal sınıflar, siyasi hareketler ve statü gruplarından Türklerin, Kürtlere, Kürtlüğe ve Kürt sorununa nasıl baktığını gözlemlemektir. Kürtlüğe farklı bakışlar, Kürt sorununa ilişkin farklı görüşler, Kürtlere yönelik farklı ırkçılıklar farklı Türklük halleri hakkında önemli ipuçlan veriyor, içselleştirilen farklı Türklüklerde, değişen derecelerde de olsa, Kürtlere karşı önyargı, vurdumduymazlık, duygusuzluk, sağırlık ve körlük var.
Bu yazı Türklüğün, özellikle Kürtler ve Kürt sorunuyla ilişkisellik içinde, sınıflar ve ideolojiler üstü anlamlı bir kategori ve kullanışlı bir analitik araç olduğunu savunacak. Bunu yaparken, Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkan beyazlık çalışmalarından yardım alacağım (whiteness veya white studies). Dünyada beyaz/siyah ayrımının yakıcı bir tarihe ve bugüne sahip olduğu hemen hemen her ülkede beyazlık halleri üzerine önemli çalışmalar yapılmaktadır. Bu literatürün odaklandığı beyazlık ve halleri, benim burada Türklük hallerinden ne kastettiğime çok yakın. ABD’de beyaz hâkimiyeti tarihsel olarak bir “Irksal Sözleşme” üzerinde kuruludur. Bu sözleşmeyi bütün beyazlar imzalamasa da, hepsi bu sözleşmeden faydalanır. Türkiye’de de Türk hâkimiyeti bir “Türklük Sözleşmesi” üzerinde kuruludur. Bütün Türkler imzalamasa da, hepsi bu sözleşmeden faydalanır. Bazı benzer beyazlık ve Türklük hallerinin kökeninde de bu sözleşmeler yatar: Beyazlıktan ve Türklükten kaynaklı imtiyazlarını kabul etmeme, onları görmeme; bununla ilintili olarak, siyahlara ve Kürtlere karşı körlük, sağırlık, genel bir duyarsızlık ve empati yoksunluğu; “kendi” üzerine düşünmeme, kendini problematize etmeme, duygularını ve düşüncelerini oluşturan faktörlerin envanterini çıkaramama; dolayısıyla, kendi duruşunun bilimsel, duyarlı ve ırklar/ etnisiteler-üstü olduğunu varsayma halleri...
Ancak buradaki asıl amacım siyah/beyaz meselesiyle Kürt/Türk meselesi arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları gösteren bir mukayese yapmak değil. Daha ziyade, beyazlık çalışmalarından yola çıkarak Türklük ve Kürt sorunuyla ilgili bazı fikirler ve sorular ortaya atmayı amaçlıyorum.
Siyahlık, beyazlık ve beyaz çalışmaları
Amerika Birleşik Devletleri’nde sosyalist, feminist ve liberal beyazlar, beyazlıkları üzerine sistematik bir şekilde düşünmeye 1990’larda başladılar. Bugün beyazlık çalışmaları denilen ciddi bir literatür var. Kuzey Amerika’da yüzyıllarca süren ırkçı beyaz egemenliği düşünüldüğünde, beyazlık üzerine düşünmenin neden bu kadar geç kaldığı akla gelebilir. Bu, hâkim gruba dâhil bireylerin kendileri üzerine gerçek anlamda düşünmelerinin ne kadar zor olduğuyla ilgilidir. Eğitimli ve ırkçılık karşıtı beyazlar arasında bile beyazlıkları hakkında düşünebilen çok azdır, çünkü hâkim grubun mensupları kendileri hakkında düşünmek zorunda bırakılmamışlardır. Sürekli aşağılanan, horlanan, var oldukları ve haklarını aradıkları için cezalandırılan onlar değildir. Buna karşılık siyahlar kendileri üzerine derinlemesine düşünmeye çok erken başladılar çünkü buna mecburdular. Deri renkleri yüzünden maruz kaldıkları aralıksız ırkçılık ve şiddet, ontolojik sorularla baş etmek zorunda bıraktı siyahları. Siyah olmak nedir, beyaz bir dünyada siyahlık ne anlama gelmektedir, biz kimiz, nasıl kurtuluruz? Siyahlar sadece kendi varoluşları üzerine düşünmediler. Bir diğer uzmanlık alanları beyazlar ve beyazlıktı, çünkü buna da mecburdular. Beyaz insan nasıl düşünür, nasıl davranır, nasıl hisseder, beyaz bir dünyada nasıl ayakta kalınır, onur nasıl korunur? Temel sorular bunlardır. Çok uzun bir süre, siyahlık üzerine de beyazlık üzerine de sadece siyahlar düşündü.
Siyahlar kendi hikâyelerini kendileri yazmak zorundaydılar, çünkü beyaz felsefesinde, sosyal bilimlerinde ve özel olarak tarihyazımmda siyahlara yer yoktu. Bu tabii sadece ABD için değil, bütün bir Batı dünyası için geçerlidir. Aydınlanma çağının Hobbes, Locke, Rousseau ve Montesquieu gibi büyük filozoflarında kölelik çoğu zaman bir metafordu ve somut köleliğe karşı çıkmamışlar, hatta onu meşrulaştırmışlardı. Fransız Devrimi’nin hemen ertesinde başlayan ve tarihin ilk ve son köle devrimi olan Haiti Devrimi de beyaz düşüncesinde ve tarihyazımmda yer bulamadı. Bu devrim beyaz zihin dünyasında tahayyül edilemeyen, düşünülemez, imkânsız bir olaydı (unthinkable event), çünkü bunu kavramsallaştıracak düşünsel ve zihinsel araçlar yoktu ellerinde. Beyazlıklarının ve Avrupa-merkezciliklerinin farkında olmadıkları için bu büyük dünya-tarihsel olayı ıskaladılar.2
Hegel ünlü köle-efendi diyalektiğini de aynı dönemde yazdı. Haiti Devrimi’ne hiç değinmese de, bugün sosyal bilimciler Hegel’in bu düşüncesini devrimden esinlenerek yazdığına neredeyse eminler. Hegel’in değinmemesinden daha ilginci ise, Hegel uzmanlarının çok uzun bir süre -yaklaşık 200 yıl kadar- büyük filozofun köle-efendi diyalektiğini hangi somut tarihsel konjonktürde yazdığı sorusunu sormamış olmalarıdır. Ancak 2000’lere gelindiğinde Hegel-Haiti ilişkisi Batı sosyal bilimlerinde gündeme gelebildi.3 Beyaz Marksist tarihçiler de Haiti Devrimi’ne hak ettiği ilgiyi yine yaklaşık 200 yıl göstermediler. Beyaz Marksistlerin çalışmaları ve tartışmaları, kendilerine sadece Marksizmle âlâkalı gibi görünse de, aslında beyazlığın gölgesinde ilerliyordu. Beyazların sorumlu olduğu bu tarihten silme, susturma ve sıradanlaştırma karşısında, tarihlerini yazmak da siyahlara düştü. Trinidadlı ünlü siyah Marksist tarihçi C.L.R. James 1938’de ünlü kitabı The Black Jacobins’i yayımladı. Haiti hakkında bütün bunları beyazlığın, en ilericisi ve özgürlükçüsünde bile eşzamanlı bir körlük ve özgüven yarattığını çarpıcı bir örnekle göstermek için yazdım. Beyazlık çalışmalarının ancak 1990’larda başlayabilmesine bu nedenle şaşırmamalı.
Sorun tarihyazımı alanıyla sınırlı değildi. Yukarıda kısaca değindiğim gibi, siyahların en önemli sorunu varoluşsaldı. Siyahların ırkçılık, şiddet ve benzersiz emek sömürüleri karşısında yaşadıkları utanç, korku, umutsuzluk, anksiyete halleri ve bunlardan kurtuluş yaşamsal önemde meselelerdi. Ancak beyaz Batı felsefesinde siyahlar yoktu. Avrupalı filozoflarının büyük moral idealleri, özgürlükçü fikirleri ve evrensel ilkeleri siyahlara fazla bir şey ifade etmiyordu, çünkü bunlar aslında evrensel değil, beyaz deneyimi üzerinde yükselen değerlerdi. Siyah deneyiminden ise global Afrika (siyahların deri renginden dolayı benzer deneyimler yaşadığı her yer global Afrika içine girer) varoluş felsefesi çıkmıştır.4 Bu felsefe akımı siyahlar hakkında olduğu kadar beyazlar hakkındadır da.
Bu akımın dünya çapındaki en önemli ismi Frantz Fanon’dur. Özellikle ünlü kitabı Siyah Deri Beyaz Maske siyahlık, beyazlık, asimilasyon, aşağılık kompleksi, büyüklük kompleksi, benlik bölünmesi gibi varoluşsal meseleler üzerinedir. Şu uzun alıntı kitabın temel derdini iyi özetliyor:
“Zenci, ya da daha uygun bir deyimle, siyah renk Homo OccidentcıVin kolektif bilinçaltında kötülüğün, günahın, sefaletin, savaşın ve kıtlığın sembolü durumundadır. ... Evet, Antilli bir negro fobdur, bir Zenci düşmanıdır yani... Avrupalının kolektif bilinçaltından beslenen Antilli, bu bilinçaltının barındırdığı arketiplerin tümünü az çok kendine mal etmek zorunda kalmıştır... Yapılacak pek bir şey yok, kafaca bir Beyazım çünkü ben de. Ve böyle olduğum için de kendimdeki Siyahlığı, yani varlığınım özünü, mayasını küçük görüyor ve ondan tiksiniyorum.”5
Fanon sadece doğrudan ırkçı olan beyazlarla ilgili değildi. Liberal ve sosyalist beyaz Fransızların genel olarak sömürgecilik ve özel olarak Cezayir bağımsızlık savaşı karşısında düştükleri çelişkiler, ikiyüzlülükler, steril konumlar hakkında da çarpıcı şekilde yazmıştır.6 Beyazlığın her türden beyazda, “en iyisi”nde bile, nasıl su üstüne çıkabildiğidir zaten beyazlık literatürünün en önemli vurgularından biri. Bu böyle olmakla birlikte, Cezayir Savaşı’mn Fransa’da doğurduğu ahlaki krizde Fransızlığı ve Fransız kimliğini yıkıcı bir şekilde sorgulayanlar da Fransız solundan çıkmıştır.
Sartre bunlardan sadece biridir. Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri’ne yazdığı önsözde asıl olarak beyaz Fransız entelektüellere ve onların içselleştir- dikleri beyazlık, Fransızlık hallerine sesleniyordu:
“Biz Avrupalılar da, biz de sömürgesizleştiriliyo- ruz. Yani her birimizin içinde var olan sömürgeci kanlı bir operasyonla çıkartılıyor. Cesaretimiz varsa kendimize bir bakalım ve ne hale geldiğimizi görelim... Şiddet karşıtlarının görüntüsü hoştur: Ne kurban ne işkenceci... Oy verdiğiniz hükümet ve kardeşlerimizin hizmet ettiği ordu hiç duraksamadan ve vicdan azabı duymadan ‘soykırım’ işlerken siz kurban değilseniz, o zaman kesinlikle işkencecisiniz... Pasifliğiniz sizi ezenlerin safına koymaktan başka bir amaca hizmet etmez.”7
Sartre Avrupalılığından, Fransızlığından, beyazlığından boşandığı ölçüde siyah düşünürleri çok etkiledi, Sartre’a Afrikalı, ya da “siyah filozof’ dendi.
Siyahlık ve beyazlık üzerine çok düşünülmüş ve tartışılmış ülkelerden biri de Güney Afrika Cumhuriyeti’dir. Apartheid’a karşı mücadele eden “siyah bilinci” hareketinin önderi Steve Bi- ko, siyah olmanın güzel olduğunu, siyahların da gurur duyulacak bir tarihleri olduğunu, siyah olmayı bilinçli olarak seçmek gerektiğini ve siyahların beyaz radikallerden ayrı örgütlenmesini savunmuştu. Biko’ya göre beyaz bilincinin karşısına anti-tezi olarak siyah bilincini koymak var olmak için ve nihai kurtuluş yolunda bir durak olarak kaçınılmazdı. Radikal siyah gençliği apartheid’a karşı olan mücadelelerinde beyaz ilericilerle bazı tartışmalar yaşamışlardır. Bunların en önemlilerinden biri asıl çelişkiyi ırk farklılığında değil, sınıfsal çelişkilerde gören beyaz Marksistlerledir. Biko bunun gerçek sorunlardan bir kaçış, konformist bir pozisyon olduğunu iddia etti:
“Bu ülkede bir grup beyazın sınıf analizini benimsemelerinin temel nedeni, bizi ırkla ilgili her şeyden koparmaktır... Bu nedenle beyazlann çoğu sınıf analizini bir savunma mekanizması olarak benimser ve bundan ikna olurlar çünkü bunu konforlu bulurlar. Ve tabii bunların bir kısmı korkunç derecede püriten, dogmatik ve çok ama çok kibirlidir. Gerçek bir Marksist olmak için, kendilerinden ne ölçüde fedakârlıkta bulunmak zorunda olduklarını pek bilmezler.”8
Yine bir başka siyah, beyaz radikal Ronnie Kas- rils hakkında şu tespiti yapar:
“Bir Marksist olarak işçiyle siyah arasında büyük bir fark göremiyordu. Tarihsel, siyasal ve iktisadi düşünebiliyordu, ama ontolojik düşünemiyordu.”
Beyaz sosyalistlerin bir kısmı siyahların getirdiği ikiyüzlülük eleştirileri sonucu daha da radikalleştiler, temel çelişkinin kapitalizmden değil ırkçılıktan kaynaklandığına ikna oldular, ancak çoğunluğu beyaz egemenliğine karşı güçlü ve kararlı bir mücadele veremedi. Çünkü bunun bedeli kapitalist sisteme yapılan soyut bir muhalefetten çok daha fazlaydı. Ailenden, cemaatinden, imtiyazlarından vazgeçmek demekti.9
Bu yazıda asıl değinmek istediğim ABD örneğine dönersek, Afro-Amerikan düşünür ve devrimciler de benzer meseleleri 19. yüzyıldan başlayarak işlemişlerdir. Örneğin W.E.B. Du Bois, ikili bilinç dediği, siyahın kendisine beyazların değerleri ve kavramlarıyla bakması, kendi hakkında söylenenlerin yalan ve yanlış olduğunu bildiği halde bunların etkisinden kurtulamaması, beyazların yanında başka, siyahların yanında başka türlü davranmasını anlatan bir benlik bölünmesinden bahseder. Siyah bir yandan insan (human) olarak kabul edilirken, diğer yandan bir kişi, bir birey (person) olarak kabul edilmemektedir. İşte Afro-Amerikan düşüncesi bu ikiliklerin yarattığı gerilimlerden ve çelişkilerden ortaya çıkmıştır. İnsan olanın aynı zamanda düşünen ve hakları olan bir birey olduğunu gösterme çabasıdır. Bu aynı zamanda, beyazlara içinde yaşadıkları toplum ve tarih hakkında bilmedikleri ve bilmek istemedikleri gerçekleri öğretmek demektir.10
Bunun tarihi belki Kuzey Amerika’da köleliğin başlangıcına kadar götürülebilir. Ancak beyazlar için asıl deprem 1950’ler ve 1960’larda şiddet karşıtı veya -öz savunma anlamında- şiddet taraftarı olan siyah hareketlerinin uzlaşmaz radikallikleriyle gelmiştir. Bu hareketler mücadeleyle ve büyük bedeller ödeyerek 1960 ve 1970’ler- de önemli haklar ve pozitif ayrımcılıklar elde ettiler. Belki daha da önemlisi beyaz Amerikan toplu- munu sarsışlarıdır. Yürüttükleri mücadelenin nasıl bir devlet ve Ku Klux Klan terörüyle karşılaştığının TV’ye yansıması, Martin Luther King, Malcolm X ve Stokely Carmichael gibi etkileyici hatiplerin konuşmaları ve hiçbir şekilde şiddet içermeyen disiplinli ve kitlesel siyah eylemleri çok sayıda beyaz radikalin aktif desteğini kazanmaya başladı. 18. ve 19. yüzyıllarda bile siyahlara verdikleri destekten dolayı öldürülen beyazlar vardır, bu anlamda beyaz desteği yeni değildi, ancak 1960’lardaki niceliksel büyüklüğü ve organizasyonuyla niteliksel bir fark yaratıyordu. Beyazlar arasında ırkçılık karşıtı hareket hızla büyüyordu.
Bu mücadeleler sonucunda siyahlar eşit vatandaşlık, pozitif ayrımcılık ve siyaseten doğruculuk gibi önemli kazanımlar elde ettiler. Irkçılığın kötü ve ayıp bir şey olduğu genel kabul gördü. Birçok siyah, akademide, iş dünyasında, kültür hayatında ve siyasette önemli yerlere geldiler. Bütün bunlar ABD’de ırkçılığın, beyaz-siyah sorununun ciddi anlamda azaldığı, ırkçılığın marjinalize olduğu gibi bir yanılsama da doğurdu. Bugün ABD’de çoğu beyaz ırkçı olduğunu asla düşünmemekte, ırkçılığın geçmişte kalan kötü veya belli bir beyaz azınlıkta görülen marjinal bir şey olduğunu varsaymaktadır. Hatta beyaz mağduriyeti denilen yaygın bir inanç ve duygu vardır. Buna göre, artık beyazlar mağdur edilmektedir, çünkü siyahların tersine, beyazlar kendilerini korumak üzere kolektif bir bilinç geliştirmemişlerdir; siyahlar hak etmedikleri yerlere gelirken, beyazlar giderek yoksullaşmakta ve pek çok ortamda dışlanmaktadır.
Beyaz çalışmaları siyah radikalizminin belli kazanımlarından sonra, ırkçılık ve beyaz hâkimiyetinin sona erdiği düşünüldüğü zamanlarda ortaya çıktı. Bir başka deyişle, beyazlar kendileri üzerine, beyazlık üzerine düşünmeye, beyaz üstünlüğünün başlangıcından ancak yüzlerce yıl sonra başlayabildi. Bugün whiteness studies beyaz deneyimine, beyaz alışkanlıklarına, beyaz davranış kalıplarına, beyaz reflekslerine, beyaz imtiyazlarına, beyazların kendi beyazlıklarına odaklanan, onları özeleştirel bir şekilde analiz eden bir literatür. Özetle, beyaz çalışmaları siyahların yaptığı beyazlık analizlerine çok şey borçlu olsa da, bugün büyük ölçüde sol ve feminist beyazların yürüttüğü bir alan.
Beyazlık üzerine çalışacak bir beyazın ilk önce kendi beyazlığının farkına varması ve bunun araştırmaya değecek kadar ciddi bir mesele olduğunu düşünmesi gerekir. ABD’de de böyle oldu. Beyazlığının farkına varanlar ilk önce bunun bir deprem etkisi yarattığını söylerler.11 Kendilerine gayet doğal ve sorunsuz gelen algılayışlarının, davranışlarının, düşünüşlerinin ve hissedişlerinin ardında aslında gömülü (embedded) bir beyazlık olduğunu gördüklerinde, özellikle siyahlara karşı ne kadar empati yoksunu olduklarının, dünya görüşlerinin ve ideolojilerinin nasıl beyaz defolu olduğunun, beyaz olma halinden gelen duyarsızlıklarının ve sadece beyaz oldukları için hayat boyu tadını çıkardıkları imtiyazlarının da farkına vardılar. Birçoğu eğitim, çevre ve imtiyazlarla nasıl beyaz yapıldıklarını, bir beyaz olarak nasıl yetiştirildiklerini ve bir beyaz olarak nasıl yaşandığını anlatan otobiyografik eserler yazdılar.12 Bunların en ünlülerinden olan Peggy McIntosh, beyaz bir feminist olarak, önceleri ırkçılığın sadece diğerlerine zarar veren, onlara dezavantajlı bir hayat sürdüren bir hastalık olduğunu düşündüğünü, kendisine ise herhangi bir avantajı olduğunun hiç akima gelmediğini vurgular. Bir başka deyişle ırkçılık “onlar”a zarar veriyordu, ama “biz”e faydası yoktu. Beyazlık keşfinde ırkçılığın kendine faydası olduğunu keşfetmek çok önemli bir merhale. McIntosh beyaz olduğu için kendisini gündelik hayatta avantajlı duruma sokan 46 durum sayar. Bunlardan birkaç örnek vermek gerekirse, McIntosh istediği bir semtte ev kiralayabileceğine ve yeni komşularının ona iyi davranacağına emindir; TV’yi açtığında veya gazetelerin ilk sayfalarına baktığında kendi ırkının geniş bir biçimde temsil edildiğini görür; ulusal miras ve uygarlıktan bahsedildiğinde bunları ortaya çıkaranların beyazlar olduğunu duyar; belli bir grupta tek beyaz o olduğu halde, sözünün duyulacağına emindir; çocuklarına gündelik hayatta kendilerini korumaları için sistemik ırkçılığın farkında olmaları gerektiğini öğretmek zorunda değildir; kendi ırkının tümü adına konuşması veya fikir belirtmesi istenmemektedir; ırkçılık hakkında kaygılandığında kimse onu sadece kendi çıkarlarım düşünmekle itham etmez; herhangi bir yerde yetkili bir kişiyle görüşmek isteğinde bu kişinin bir beyaz olacağına neredeyse emindir; farklı ırktan bir meslektaşıyla gireceği bir tartışmanın kendisininkinden ziyade o farklı kişinin mesleki ilerlemesini kötü etkileyebileceğini bilir; sadece kendi ırkından insanlar üzerine çalışmalar yapan akademik kurumlar ve sadece kendi ırkından insanlara odaklanan dersler bulması çok kolaydır, vb
McIntosh beyazlığın ve beyaz imtiyazlılığının farkına çok zor varılmasını erkeklik ve heteroseksüellik hallerine, erkeklerin ve heteroseksüellerin imtiyazlı oluşlarını ne kadar zor kabullenebildiklerine, kabullenseler bile erkek ve heteroseksüel olmayanların halinden anlamamalarına benzetir. Oysa herhangi bir kapının önünde özel engeller çıkartılmaması bile yeterince büyük bir imtiyazdır.13
Beyaz olmak bir imtiyazlar setidir. Charles W. Mills’in söylediği gibi Amerikan toplumu ırkları hiyerarşik olarak sıralayan bir Irksal Sözleşme üzerinde durmaktadır: “Bütün beyazlar Sözleşme’den yararlanır, hepsi imzacı olmasa da.”14 Beyazlık meselesiyle ilgilenen düşünürlerin çoğuna göre ırkçılık bazılarım avantajlı, bazılarını da dezavantajlı yapan bir toplumsal sistem ve ırka göre güç dağılımıdır. Çeşitli biçimler alsa ve yumuşasa da hâlâ güçlü bir şekilde ayakta olan beyaz egemenliği farklı hükmetme yapılarıyla beyazlara imtiyaz dağıtmaktadır. Bu ekonomik, kültürel, siyasal ve hukuki araçlarla sürdürülmektedir (kağıt üstünde eşitlik olsa da). Beyaz çalışmaları yapısal eşitsizlik üreten bu mekanizmayı da incelemektedir, çünkü beyazlık ve siyahlık bu sistem için¬de üremektedir.
Irkçılık kavramının bu şekilde genişletilmesi, kendini ırkçılık karşıtı olarak gören, ırkçılığı ise iradi bir süreç ve eğitimsiz bir azınlığın (örneğin white trashier veya redneck’ler) işi olarak düşünen çoğu beyazın tepkisini çekmektedir. Tam tersine, birçoğu artık beyazların mağdur olduğunu, siyahların ise imtiyazlı olduğunu, beyaz olmanın kötü bir şey olduğunu duymaktan yorulduğunu söylemektedir.15 Irkçı olmadığım düşünen beyaz çoğunluğun siyahlara yönelik jargonunda (white talk) şu tipik ifadeler ve düşünceler vardır: istekleri nerede bitecek? Azıcık versen daha fazlasını isterler. Gerçek niyetleri ne? Onlar için bu kadar fedakârlık yaptıktan sonra, hâlâ hiçbir şey beğenmiyorlar. Bize empoze ediyorlar, mağdur biziz. Siyahların tarihi benim suçum değil ki, neden özür dileyecekmişim? Benim bir sürü siyah arkadaşım var. Benim de sorunlarım var, ben neden isyan etmiyorum?16 vb.
Irkçılığı ırk temelli bir imtiyazlar sistemi olarak düşünmemek suçluluk duygusu, utanç ve bunları takip edecek sorumluluk artışından kurtarmaktadır kişiyi. Beyazlığını ve imtiyazlılığını kabul etmeyenler bu duygulardan da kaçmaktadır. Kabul edenler ise, belki bazı ontolojik şoklar ve depremler yaşamaktadırlar, ancak kendinden kurtulmada belli bir aşama da kaydetmektedirler. Kendi üzerine düşünme yeteneği, yani kişinin kendini oluşturan faktörlerin envanterini, duygularının, düşüncelerinin soykütüğünü çıkarabilme yeteneği bu hesaplaşmayı mümkün kılmaktadır. Bu sayede siyahlara karşı renk körü (color blind) olduğunu düşünen pek çok beyaz aslında kendi beyazlığına karşı renk-körü olduğunu anlayabilmiştir.
Tabii beyazlığın farkına varmaya yol açan bir başka faktör de yaşanan çarpıcı deneyimler. Örneğin bir beyaz liberal kadın, ırkçılığın ne kadar yaygın olduğunu ancak siyah bir çocuk evlatlık edindiğinde anlayabilmektedir, çünkü o zaman çocuğunun beyaz çocuklar karşısında ne kadar dezavantajlı olduğunu gündelik hayatta sürekli görebilmiştir. Bu türden deneyimler empati yeteneğini de güçlendirmektedir. Empati, ilgili literatürün önem verdiği temalardan biri. Duygular çocukluktan beri duyulan hikâye ve anlatılarla öğrenildiğinden, beyazların “duygu repertuarında siyahların duygularını anlama kabiliyetinin olmadığından bahsedilir.17
Empati yoksunluğu kadar yanlış empati de önemli bir konu. Yanlış empati, kişinin empati kurduğunu zannederken aslında kendi duygularını ve beklentilerini karşıdakine yansıtması demektir. Bu, yanlış empati kuranı paternalist ve aşırı özgüvenli yapabilir. ABD’de bu yanlış empati sorununu çok ciddiye alan ve kendilerine Irk Haini (Race Traitor. Neo-Abolitionist de deniyor) diyen bir grup radikal beyaz entelektüel, nihai hedefin beyazlığı tümden yıkmak ve ortadan kaldırmak olması gerektiğim savunuyorlar. Bunu yapmak için de, beyazlığın yapıçözümünü yapmaktan öte, gündelik hayatta izlenmesi gereken bir dizi yöntem sıralıyorlar. Sadece bir örnek vermek gerekirse, yanınızda beyazların ırkçılık yaptığı bir ortamda, “sen beni beyaz zannettin galiba, yanılıyorsun, ben beyaz değilim, sözlerine dikkat et!” demek gibi. Bu yaygınlaştırılabilirse, beyazların kimin yanında nasıl konuşacaklarını bilemeyecekleri bir noktanın geleceğini umuyorlar. Ayrıca İrk Hainleri böylece hain, güvenilmez, satılmış muamelesi görerek çevrelerinden dışlanacak, azınlıklarla -ırk meselesi üzerinden dışlanmayı deneyimleyerek- empati kurabilme yeteneklerini de güçlendireceklerdir.18
Beyaz çalışmalarının kaçınmaya çalıştığı tuzaklardan biri bütün beyazlan aynı sepete koyarak aralarındaki farkları bulanıklaştırmaktır. Bir WASP’m (White-AngloSaxon-Protestant) beyazlığıyla bir beyaz işçininki, bir erkeğin beyazlığıyla bir kadınınkinin veya bir heteroseksüelin beyazlığıyla bir gay’inki arasında büyük farklar var. Bunlara paralel olarak beyazlıktan elde ettikleri imtiyazlar da azalıyor veya artıyor. Ancak bu noktadan yola çıkarak farklı toplumsal sınıfları ve cinsiyetleri kesen bir beyazlık yoktur sonucuna varmıyorlar. Yaptıkları nüanslara odaklanıp beyazlığı tasnif etmek ve genellemeyi gözlem birimine odaklanarak somutlaştırmaktır. Her toplumsal sınıfın, cinsiyetin ve statü grubunun kendine has beyaz oluşları, refleksleri, duygulan ve zihniyetleri bulunuyor. Troy Duster’in kullandığı metaforla, beyazlığın sıvı, katı ve buhar halleri vardır. Farklı kişilerde farklı biçimlere bürünebilir, buharlaşıp kayboldu derken başka bir formda geri dönebilir.19
Özetle beyazlık, yüzlerce yıllık ırk ayrımının maddi ve düşünsel temelleri üzerinde kurulu, imtiyazlarla donatılmış bir varoluş halidir. Beyazlar içselleştirdikleri beyazlıklarıyla kendi beyazlıklarını göremezler. Kendi alışkanlıklarının, ideolojilerinin, dünya görüşlerinin, duygularının bireysel, ırklar üstü olduğunu düşünürler. Beyazlığın önemli özelliklerinden biri diğer beyazların, başka bir deyişle kendi mahallenizin taleplerine bilinçli veya bilinçsiz olarak uymaktır. Çoğu zaman açıkça söylenmeyen talep beyaz kalmanızdır. Beyazlığı eleştirmek veya terk etmeye çalışmak çevrenizdeki beyazların sizi dışlamasına yol açar. Bunu yapan ve yapmaya yeltenen birçok beyazın başına geldiği gibi işinizi, mülkünüzü, ailenizi, arkadaşlarınızı hatta özgürlüğünüzü ve hayatınızı kaybedebilirsiniz. Bu nedenle beyaz üstünlüğüne karşı olan çoğu beyaz, beyaz üstünlüğüne karşı mücadele etmez, sadece karşı olmakla kalır.20 Gerçekten mücadele edenler bunun bedelini bilerek bu yola girer. Bu anlamda beyaz kalmak veya kalmamak pek çok insan için aslında bir seçimdir.
Türklük sözleşmesi
Türkiye Cumhuriyeti etnik, iktisadi, kültürel, ideolojik ve politik yönleri olan bir “Türklük Sözleşmesi” üzerinde kuruldu. Sözleşmenin ilk versiyonu aslında İslâmî’ydi. 1913-1924 arasında bugünkü Türkiye’yi oluşturan coğrafyadaki gayrimüslim unsurlar büyük ölçüde temizlendi. Bunu Türkler, Kürtler ve Anadolu’daki diğer Müslüman unsurlar elbirliğiyle, anlaşarak yaptılar. Sözleşme gayrimüslimlerden kalan taşınır/taşınmaz malların, yatırım ve meslek alanlarının Müslümanlar arasında paylaşılmasını öngördü. Sözleşme sadece kâr ve gelecek vaat etmiyordu. Anadolu’da olası bir Megali İdea veya Ermenistan kuruluşundan doğabilecek zararları da ortadan kaldırıyordu. Sözleşmenin yaptırım içeren önemli maddelerinden biri de hakikatleri söylemenin, vicdanı dinlemenin kesinlikle yasak olmasıydı.
Bu ilk İslami versiyon özellikle Türklerin ve Kürtlerin kardeşliği söylemiyle ve ittifakıyla başarılı oldu. Cumhuriyet kurulurken Türk’le Kürdün eşit olduğu, Kürtlerin de siyasal ve kültürel hakları olacağı vurgulandı. Ancak 1924’le birlikte sözleşme Türkleştirildi. Kürtlerin varlığı ilk başta reddedilmiyordu. Onlar, Mesut Yeğen’in formülasyonuyla, “müstakbel Türkler”di. Kürtler vardı, ama -diğer Müslüman etnik gruplar gibi- Türklük dairesine gireceklerdi, hesap buydu. Dolayısıyla Türklük olunabilir bir şeydi,21 halen de öyledir. “Türklük Sözleşmesi”ne dâhil olanlar eşit vatandaşlar olacaklar, Ermeniler ve Rumlardan gasp ettikleri zenginliklerini koruyacaklar, devlette, akademide ve iş dünyasında iyi yerlere gelebileceklerdi. En önemli şartlardan biri de aynen “Islami Sözleşme”den aktarılmıştı: asla gayrimüslimlere yapılanlardan bahsedilmeyecekti.
Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Kürtlerin önemli bir kısmı Türklük Sözleşmesi’ne taraf olsa ve Türkleşse de, bir grup sözleşmeye direndi. Şeyh Said İsyanı bir anlamda sözleşmenin Türkleştirilmesine tepkidir. İsyanın bastırılmasından sonra Başbakan İsmet İnönü bahsettiğim metaforik sözleşme hakkında açık konuştu:
“Milliyet yegane birleştiricimizdir. Diğer unsurlar Türk çoğunluğu karşısında etkileme gücüne sahip değildir. Vazifemiz, Türk vatanı içinde bulunanları behemahal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelikler her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.”22
Ancak Kürtlerin asimilasyonu projesi büyük ölçüde başarısız olmaya devam etti. Bu kısmen devletin maddi olanaksızlıkları, kısmen de Kürtlerin direnişi ile ilgiliydi. Ağrı İsyanı’nda sonra ise Kürtlerin varlığı dahi inkâr edilmeye başlandı. M. Malmisanij’in kavramlarıyla söylersek, devlet herkese açık olan anti-Kürdoloji yayınlarıyla Kürtlerin varlığını inkâr ediyordu. Sadece devletlilerin okuyabildiği raporlarla alttan alta sürdürülen gizli-Kürdoloji’de ise Kürtlerin varlığı kabul ediliyor, ancak asimilasyonun nasıl olacağına kafa yoruluyordu. Bilimsel yöntemlere ve gerçeklere sadık bir Kürdoloji’nin oluşmasına ise devlet müsaade etmeyecekti.23 Üniversitelerin Kürt meselesine ilişkin 2000’lere kadar devam eden müthiş sessizliği sözleşmeye eklenen bu yeni maddeyle ilgilidir.
Türklüğe davet edilen aslında sadece Kürtler değildi. Türkler de Türkleştiriliyordu. Türk Ocakları’nın, Halk Evleri’nin, okulların, üniversitelerin ve medyanın temel görevi buydu. Türkler sözleşmeye sadık vatandaşlar olacaklar, sözleşmenin dışladığı ve sessizliğe gömdüğü Ermeniler, Rumlar ve Kürt kalanlar hakkında konuşmayacaklardı, konuşsalar bile belli sınırlar içinde olacaktı bu. Eğitimi verilen sadece belli düşünceler ve bilgiler değildi, aynı zamanda tarih ve edebiyat aracılığıyla duygular da öğretiliyor, bir “duygu repertuvarı” oluşturuluyordu. Menemen Olayı’nda öldürülen Kubilay için halen duygulanılırken ve her yıl törenler düzenlenirken, aynı yıllarda Ağrı ve Dersim’de öldürülen binlerce insan için hiçbir şey hissedilmemesi bununla ilgilidir. Repertuvarda Ağrı ve Dersim yoktur, çünkü olaylar bilerek gizlenmiş, ya da çarpıtılarak sunulmuştur. Bu Kürtler ve Türkler arasındaki duygu uçurumunun bugün de örneklerini gördüklerimizden sadece biridir.
Türklüğün kuruluşu resmî ideoloji ve devlet söylemiyle yakından ilintili. Devlet 1990’lara kadar Kürt sorununu laikliğe karşı hilafet özlemi (şeyhlik), merkeziyetçiliğe karşı ademi-merkeziyetçilik, modernliğe karşı eşkıyalık ve feodallik (ağalık) kalıntıları, bölgesel eşitsizlik ya da dış mihrakların oyunu olarak algıladı.24 Türk aydınlarının -sol ve sağ- çoğunluğu da böyle algıladı. Devlet söylemi ve resmi ideoloji Kürt sorununu algılama çerçevesini belirlemiş ve yetiştirdiği aydınlara bunu öğretmişti. Aydınlar Kürt sorununa baktıklarında, ister modernleşmeci, ister Türk milliyetçisi, ister Marksist olsun, bilimsel olduklarını düşündüler. Devlet ve Türklük söyleminden ne kadar etkilenmiş olabilecekleri akıllarına pek gelmedi. Bu özgüvenli haklılık hissi Kürtlere yönelik çarpıcı bir cahillik ve duyarsızlık da doğurdu. Söylemin kuruluş yıllarında TKP de, kısmen benzer bir zihin yapısına (modernleşmeci, laik, devletçi) sahip olduğu için kısmen de Sovyetler Birliği’nin pozisyonu gereği, farklı bir söylem geliştirmemiştir. Bu Türk solu çevrelerinin Kürtlerle olan kopukluğunun da kuruluşudur. Türk solunun duygu repertuvarına ve enternasyonalizmine Kürtler uzun süre giremediler (1960’lara kadar). Türk sağı içinse zaten yoktular, ortaya çıktıklarında da kötü duygular uyandırdılar.
“Türklük Sözleşmesi”ni bütün Türkler imzalamasa da, hepsi ondan değişen derecelerde maddi/ manevi faydalandı. Türklük bir beklentiler dünyası. Türklüğe giriş veya Türklükten çıkmayış kişinin beklentilerini arttırıyor, gelecek duygusunu pekiştiriyor. Kapitalist, işçi, gazeteci, yayımcı, mühendis, solcu veya akademisyen bütün Türkler, Kürt kalmakta ısrarlı muadillerine kıyasla imtiyazlıdır. Sözleşmeye uyup Ermeniler, Rumlar ve Kürtlerle duygudaşlık kurmazlarsa, çeşitli kapılar her zaman açılabilir. En azından kapalı tutulmaz. Türklük aynı zamanda bir etiktir. Neyin yapılmasının ve söylenmesinin doğru, neyin yanlış olacağını anlatan bir etik. Bu etikte sözleşme dışı kalanlara yer yoktur. Kişilerin etiği olduğu gibi kuramların da var. Örneğin Türk akademisi uzun bir süre sözleşme dışı kalan Ermenilere, Rumlara ve Kürtlere değinmedi ve bunu bilimsel etiğe aykırı bulmadı.
Elbette sayısız Türk sözleşmeyi korktuğu için terk etmedi. Devletin ve sermayenin sözleşme konusundaki tavrı her zaman net olmuştur: Uymazsanız cezalandırılırsınız, işinizi, özgürlüğünüzü, hayatınızı kaybedersiniz. Bu ceza tehdidi kimilerini sindirdi. Kimileri ise yaşadığı korkuyu bilinçdışma iterek, ilgi alanlarını değiştirdi. Misal, ilgilenmediği için Kürt ve Ermeni meselelerini gündeme getirmiyordu, uzmanı değildi, ilgi alanı emperyalizmin Türkiye’ye girişiydi. Devletten korkmak gayet doğal, hatta korkulmalı, ama sanırım sorunun sadece küçük bir bölümü bununla ilgili. Çünkü Türkler arasında da cesur insanlar, her millette olduğu gibi, çoktur. Sorunun büyük bölümü içselleştirilen ve bilimsel zannedilen devlet söyleminde, duygu repertuarında, davranış ve algı kalıplarında, reflekslerde, imtiyazlarda, içinde yaşanılan sosyal çevrenin ve çalışılan kurumun beklentilerinde, içinde yaşanmayan sosyal çevrenin (Kürdistan) fiziksel uzaklığında... Marksist sosyal bilimciler, yaptıkları büyük Türkiye analizlerinde , Kürtlere veya Ermeni Soykırımı’na (ve tabii servet transferine) hiç değinmezken, Marksizmlerinin Türklükleri tarafından ne kadar gölgelendiğini bu nedenle fark etmiyorlardı.
Her şey kendi üzerine düşünmeme; duygu, bilgi ve düşünceleri oluşturan faktörlerin özeleştirel bir envanterini çıkarmamada düğümleniyor. Türklerin çoğu bunu yapmıyor çünkü bunu yapmaları gerekmiyor. Sürekli aşağılanmamış ve horlanmamışlar. Aksine, bir Türk olarak devlet ve aile tarafından büyük bir milletin fertleri olarak özgüvenli büyütülmüşler.
Türklüğe geçişi reddeden ve sayıları giderek artan Kürtlerin sorunları ve gündemleri ise Türklerinkinden çok farklıydı. İlk başta hakları için, sonra varlıklarını ispat etmek için mücadele ettiler. Devlet söyleminde ve anti-Kürdoloji’de sürekli aşağılanan ve yok sayılan Kürtler var olduklarını, kendilerinin de şanlı bir tarihe sahip olduklarını ve kendilerinin de hakları olduğunu ispatlamak zorundaydılar. Bu sadece soyut, kâğıt üstünde bir aşağılanma değildi. Bir çocuk Kürt olduğunu 6-7 yaşında öğretmenden yediği bir tokatla anlıyordu. Dolayısıyla Kürtler Kürtlükleri üzerine düşünmek ve içinde bulundukları durumdan , kurtuluşun yollarını aramak zorundaydılar. Aynı zamanda Türklük hakkında da vizyon sahibi oldular. Faşist, Kemalist, Marksist ve liberal Türklerin kendi sorunları hakkında nasıl düşündüklerini deneyimlerle öğrendiler. Kendilerine nereye kadar destek verilebileceğini, nerede tehdit edileceklerini, nerede akıl verileceğini, nerede yalnız bırakılacaklarını da biliyorlardı, biliyorlar.
Kürtler sözle ve eylemle var olduklarını ispatladılar, haklarını almak için kararlı olduklarını da gösterdiler. Kürtlerin bu ayağa kalkışı Türklüğü de bugün içinde yaşadığımız kaos haline soktu. Hakikatlerin Türklerin bildiği gibi olmadığını söylediler ve Türkleri bununla yüzleşmeye zorladılar. Devletin yaklaşık 80 yıl gizlediği Kürt meselesi müthiş bir bilgi ve duygu boşluğu yaratmıştı. Şimdi bu boşluk dolduruluyor. Kemalistler ortaya çıkan gerçekler (Ağrı, Dersim, Diyarbakır Cezaevi, 1990’lar...) karşısında nasıl hissedeceklerim bilemiyorlar, ama özgüvenleri sarsılmış bir şekilde bildikleri resmî tarih anlatısına ufak rötuşlarla şimdilik sahip çıkıyorlar. Alt ve orta sınıf Türklerin çoğundaki duygu boşluğu ırkçılıkla dolduruluyor. İslamcıların küçük bir kısmı din kardeşlerine karşı olan ikiyüzlülükleriyle yüzleşmek zorunda kalıyor, ama büyük bir çoğunluğu kökleri II. Abdülhamit dönemine uzanan İslami Sözleşme’ye geri dönüşü savunmakla yetiniyor. Solcuların bir kısmı bilinçsiz Türklükten bilinçli Türklüğe (ulusalcılık) savrulurken, bir kısmı ise meselenin kapitalizm ve emperyalizmle ilgili olmadığını, asıl sorunun “Türklük Sözleşmesi”nde olduğunu görmeye başlıyor. 1990’lı yıllarda liberal olanların bir kısmı devletçileşti, diğerleri ise meselenin sözleşmeyle ilgili olduğunu görseler de, çoğu steril bir pozisyondan paternalist tavsiyelerine devam ediyor ve devletin Türkler tarafından demokratikleştirilmesini savunuyorlar.
Siyahlar ABD’de ve Güney Afrika’da, Cezayirliler Fransa’da beyaz radikallerin değerlerini, inançlarım, ideolojilerini derinden sarstılar. Fransız evrenselciliği, hümanizmi ve aydınlanmacılığıyla Cezayir’de yaşananlar arasındaki uçurum Fransız entelektüellerini inançlarını gözden geçirmeye itti. Uçurumun bir çelişki olduğunu düşünenler olduğu gibi, bunun Fransız uygarlığının mantıki bir sonucu olduğunu düşünenler de çıktı. Buradan da post-yapısalcılık ve postmodernizm gibi Avrupa evrenselciliğini ve sözde hümanizmini yıkıcı bir eleştiriye tabi tutan akımlar çıktı. Pal Ahluwalia Fransız entelektüel hayatında deprem etkisi yaratan Fanon, Sartre, Bourdieu, Lyotard, Foucault ve Derrida gibi isimlerin geçmişinde bir tür “Cezayir Bağlantısı” (Cezayir’de doğma, bulunma veya Cezayir sorunuyla ilgilenme) olmasının tesadüf olmadığını iddia ediyor.25
Türkiye’de de Kemalizm yıkılıyor ve yıkılacak. Bu büyük ölçüde Kürtler ve Kürt ve Ermeni meselelerini çalışan, gündeme getiren Türk sosyalistlerinin mücadelesi sayesinde oldu. Resmî ideolojinin çöküşü Türk solcularını yüzyıldır ayaklarında taşıdıkları zincirlerden kurtarıyor. Ancak bu kendi başına Türklüğün çöküşü veya Türklükten kurtuluş anlamına gelmiyor. Sosyalist kişi milliyetçilik ve resmî ideolojiyle bağlarını koparmış olabilir, ama bu kendi başına Türklükten çıkış demek değildir. Türklük, aynen beyazlık gibi, hakim ve çoğunluk olmaktan kaynaklı, üzerine düşünülmeyen normatiflikler, bilimsel olduğu düşünülen inançlar, refleksler, konformizm, duygulanım ve duyarsızlık halleridir. Bunlar problematize edilmezse, kişiyi oluşturan faktörlerin cesur bir envanteri çıkarılmazsa, Türklük hiç beklenmeyen anlarda ve insanlarda ortaya çıkabilir, buharlaşıp kaybolduğu sanılan şey, katı bir şekilde geri dönebilir.
Son derece demokrat birisinin mecliste Kürtçe konuşan Kürtler için “ama bu kadarı da fazla, ortamı geriyorlar”; hayatında Türk devletine herhangi bir şekilde karşı durmamış bir Marksistin Kürt devleti fikrine “Marksistler devlete karşıdır, yeni bir devleti neden savunayım, ben devletleri yıkmaktan yanayım”; Atatürk’ü çok seven ve beğenen birinin “ben milliyetçiliğin her türlüsüne karşıyım”; Marksizmle hiçbir zaman ilgisi olmamış bir sosyal bilimcinin “Kürtler kimlik siyaseti yapıyor, sınıf nerede?” demesi; veya devrimci birinin Kürtçe eğitim yasakken öz-Türkçe için mücadele vermesi ilerici Türkler arasında halen sıradan olaylardır. Veya kurumlar elden gidiyor söylemi: “ordu, üniversite, yargı, medya elden gidiyor...” Bu söylem de bir Kürt için hiçbir şey ifade etmezken, ilerici bir Türk bunlara çok üzülüp, umutsuzluğa kapılabilir. Çünkü o kurumlar Kürtleri hiçbir zaman temsil etmedi, o kurumlar hiçbir zaman Kürtlerin elinde olmadı, tam tersine Kürtleri yok etmek, yok saymak ve hapse atmak için organize oldular. Bütün bu tırnak içindekileri yanlıştır demek için yazmadım. Bunları söyleyenlerin ancak Türk olabileceği, ama aynı zamanda bunları söylemelerinin Türklükle herhangi bir ilgisi olup olmadığını asla düşünmüyor olmalarını vurgulamak için yazdım. Oysa bütün bu düşünceler, sözler ve eylemler Türklüğün gölgesinde yaşanıyor.
Bu yazıda anlatmaya çalıştığım Türklük hallerine benzer, çoğunluk olmaktan kaynaklı pek çok hâkim varoluş hali var Türkiye’de. Sünnilik, erkeklik, heteroseksüellik halleri bunların en önemlileri ve yakıcıları. Örneğin, kendisini enternasyonalist gören bir Marksistin gayet Türk olabileceği gibi, kendini ateist gören biri de aslında Sünnidir Türkiye’de. Aleviliğe karşı bilgisizlikle, duyarsızlıkla ve küçümsemeyle gösterir kendini. Ne de olsa onlar da “kimlik siyaseti” yapmaktadır, ya da neden Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekledikleri bir muammadır. Bu yazıda, hâkim olan bu diğer hallere değinmedim, çünkü bu yazı spesifik olarak Türklük hakkında.
Eğer Türkiye’de yaşayan halklar bu kez yeni ve eşitlikçi bir sözleşme yapacaklarsa -beraberlik veya ayrılık kararı içeren- bu, biraz da kendini solda ve demokrat gören Türklerin Türklükten çıkış becerilerine bağlı olacak. Türklükten çıkış beyazlıktan çıkıştan daha kolay olabilir, çünkü bu örnekte deri rengi gibi kalıcı bir özellik yok. Türklük olunabilir bir şey olduğu için, olunmayabilir bir şey aynı zamanda. Ancak aynı nedenle (deri rengi meselesi), Türklüğün farkına varış beyazlığın farkına varıştan daha zor da olabilir.
Her halükarda bu sürecin başlayacağını, hatta başladığını söylemenin yanlış olmayacağını düşünüyorum. Bunun olması için, bütün defolara rağmen, güçsüz sayılmayacak bir sosyalist gelenek de var. Kürtler 1960’ların TİP’inde nefes alabilecekleri bir yer bulmuşlardı. Türkiye’de Kürt sorunu hakkında hiçbir şey bilinmezken bunu gündeme getirenler bazı sol entelektüeller ve devrimcilerdi. Bedelini fazlasıyla ödediler. Türklük meselesini gündeme getirenler de yine Türk solundan çıkacaktır. Tabii bu deneyimi yaşayanlar çeşitli yaptırımlarla karşılaşacaklardır. Bunlar cezai olabileceği gibi, kişinin kendi “mahallesi”nden dışlanması gibi aslında çok daha ağır olan bir ceza da sözkonusu olabilir. Veya tipik sükût suikastı gündeme getirilebilir. Türklükten çıkış bir “sapkınlık” olarak görülebilir, hatta kişinin “psikolojik bunalım”a girdiği bile düşünülebilir. Ancak mükâfatı da büyük olabilir.
Edward Said, Frantz Fanon’un pek çok düşüncesinden etkilendi. Bu düşünsel etkiler özellikle Kültür ve Emperyalizm kitabında takip edilebiliyor. Ancak Said en çok Fanon’un kendisini problematize etme yeteneğinden, kendini oluşturmuş etkilerin soykütüğünü çıkarabilme yeteneğinden ve bu şekilde, gerçekten öğrendiği kendisini radikal bir şekilde dönüştürebilmesinden etkilenmişti.25 Said de benzer bir beceriyi geliştirebildi ve bu sayede anı kitabından ziyade gerçek bir otobiyografi yazabildi (Yersiz Yurtsuz). Fanon ve Said’in 20. yüzyıl düşünce dünyasını derinden etkileyecek eserler yazabilmeleri büyük ölçüde bu yetenekleriyle ilgili. Türk entelektüellerin çıkartabileceği bu tür envanterler de, çok şey başaramasalar bile, en azından daha yaratıcı bir düşünce ve sosyal bilim ikliminin doğmasına yol açacaktır. (BÜ/YY)
Dipnotlar:
1 Yardım ve eleştirileri için arkadaşlarım Kaan Ağartan, Esra Sanoğlu ve Hakan Atay’a çok teşekkür ederim.
2 Bkz.: Michel-Rolph Trouillot, Silencing the Past: Power and the Production of History, Boston, Beacon Press, 1997, 72-103.
3 Bkz.: Susan Buck-Morss, “Hegel and Haiti,” Critical Inquiry, c. 26, no. 4, (Yaz, 2000), s. 821-865. Bu makaleye erişim internette serbest.
4 Lewis R. Gordon, Existentia Africana: Understanding Africana Existential Thought, Londra, Routledge, 2000, s. 7-10.
5 Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, çev. Cahit Koytak, İstanbul, Versus, 2009, s. 214-215.
6 Bkz.: Frantz Fanon, “French Intellectuals and Democrats and the Algerian Revolution”, F. Fanon, Toward the African Revolution, çev.: Haakon Chevalier, New York, Grove Press, 1988, s. 76-90.
7 Jean-Paul Sartre, “1961 Tarihli Baskıya Önsöz”, Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, çev. Şen Süer, Istanbul, Versus, 2007, s. 33-34.
8 Interview with Steve Biko”, der. Andile Mngxitama vd., Biko Lives! Contesting the Legacies of Steve Biko, New York, Palgra- ve Macmillan, 2008, s. 34.
9 Frank Wilderson, “Biko and the Problematic of Presence", der. Andile Mngxitama vd., Biko Lives! Contesting the Legacies of Steve Biko, New York, Palgrave Macmillan, 2008, s. 100-102.
10 Charles W. Mills, Blackness Visible: Essays on Philosophy and Race,, Ithaca, Cornell University Press, 1998, s. 4-9.
11 Ruth Frankenberg, “The Mirage of an Unmarked Whiteness”, der. Birgit Brander Rasmussen vd., The Making and Unmaking of Whiteness, Durham, Duke University Press, 2001, s. 77.
12 ilginç bir örnek için bkz.: Dalton Conley, “Universal Freckle, or How I Learned to Be White”, der. Birgit Brander Rasmussen vd., The Making and Unmaking of Whiteness, Durham, Duke University Press, 2001, s. 25-42.
13 Peggy McIntosh, “White Privilege and Male Privilege: A Personal Account of Coming to See Correspondences through Work in Women’s Studies”, der. Richard Delgado ve Jean Stefancic, Critical White Studies: Looking Behind the Mirror, Philadelphia, Temple University Press, 1997, s. 291-299. Bu kitap çok sayıda kişisel anlatıya yer veren geniş ve çok faydalı bir literatür derlemesidir.
14 Aktaran: Steve Garner, Whiteness: An Introduction, New York, Routledge, 2007, s. 4.
15 Charles Gallagher, “White Racial Formation: Into the Twenty-First Century”, der. Richard Delgado ve Jean Stefan- cic, Critical White Studies: Looking Behind the Mirror, Philaelphia, Temple Univ. Press, 1997, s. 6-11.
16 R. Delgado ve J. Stefantic, “Imposition”, der. Richard Delgado ve Jean Stefancic, Critical White Studies: Looking Behind the Mirror, Philadelphia, Temple University Press, 1997, s. 98-105.
17 Janine Jones, “The Impairment of Empathy in Goodwill Whites for African Americans,” der. George Yancy, What White Looks Like: African American Philosophers on the Whiteness Question, New York, Routledge, 2004, s. 65-86.
18 Richard Delgado, “Rodrigo’s Eleventh Chronicle: Empathy and False Empathy”, der. Richard Delgado ve Jean Stefancic, Critical White Studies: Looking Behind the Mirror, Philadelphia, Temple Univ. Press, 1997, s. 614-618. Ayrıca aynı kitapta manifesto niteliğindeki şu söyleşiye de bakılabilir: bkz.: Noel Ignatiev, “Treason to Whiteness is Loyalty to Humanity,” s. 607-612.
19 Troy Duster, “The Morphing Properties of Whiteness,” der.
Birgit Brander Rasmussen vd., The Making and Unmaking of Whiteness, Durham, Duke University Press, 2001, s. 114-115.
20 Steve Martinot, The Machinery of Whiteness: Studies in the Structure of Racialization, Philadelphia, Temple University Press, 2010, s. 1-27.
21 Mesut Yeğen, Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa: Cumhuriyet ve Kürtler, İstanbul, İletişim Yayınlan, 2006, s. 48-88.
22 Aktaran ve sadeleştiren: Mehmet Bayrak, Kürdoloji Belgeleri II, Ankara, Ûz-Ge Yayınları, 2004, s. 394.
23 M. Malmisanij, “Anti-Kürdolojiden Kürdolojiye Giden Yol ve İsmail Beşikçi,” der. Banş Ünlü ve Ozan Değer, İsmail Beşikçi, İstanbul, İletişim Yayınlan, 2011, s. 65-85.
24 Mesut Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, İstanbul, İletişim Yayınlan, 2006.
25 Bkz.: Pal Ahluwalia, Out of Africa: Post-Structuralism’s Colonial Roots, Londra, Routledge, 2010.
26 Bkz.: Mathieu Courville, “Geneologies of Postcolonialism: A Slight Return from Said and Foucault back to Fanon and Sartre", Studies in Religion, c. 36, no. 2 (2007), s. 215-240.
* Bu yazı Birikim dergisinin Şubat 2012 sayısından alınmıştır.