Bildiğini bilmekle uğraşan sen ezeli yetim, aynı anda hem yerdeki kayıp hem gökteki har; hatırladığın neyse o kadarsın.
Sema Kaygusuz
Resmi ve gayri resmi tarih anlatılarının imkânsız anakarasında, Ankara’da yazar olmanın rahatı ve rahatsızlığı üzerine bir deneme değil bu, şüphesiz. Daha ziyade, rahatsız bir ruhun Ankara’yı resmi ve gayri resmi tarih anlatılarından kurtarmak istercesine savruluşuna kayıtsız kalamayışı aşikâr etmesi dilenen. Rahatsızlığın müsebbibi erk, yüzünü döndüğü dişil olan. Bir diğer deyişle, erkekliğin sirayet ettiği bilme ve görme biçimlerinden sıdkı sıyrılmış yaratıcının 1(990’lar) ile 2(010’lar) arasındaki sınırsız boşluğu kat etmeye çalışırken, dişi bir Poetika inşa etme girişimi -adını koyalım, Barış Bıçakçı’nın Tarihî Kırıntılar’ı- üzerine düşünme çağrısı.
Bıçakçı edebiyatının şiire yakınsama ısrarının, hakikat arayışında bir üsluba Türkçe ihtiyacın en güçlü temsilcisi olduğunu iddia etmek abartı olmayacaktır. Bu üslup ısrarının kendinden menkul hikmeti, yazarın kelimelerini sinemasal imgeleri aktarmaktan imtina etmeyiş olarak da çıktı karşımıza, Bizim Büyük Çaresizliğimiz (Seyfi Teoman, 2011) ve İşe Yarar Bir Şey (Pelin Esmer, 2017) filmleri ile. Yirminci yüzyıl filozoflarının hakikat felsefesi soruşturmalarında sinemaya yönelişlerinin başlıca sebebi imgeler ile düşünmenin modern ve sonrası dünyayı anlamanın kaçınılmaz yöntemlerinden birisi olarak kendisini dayatışıydı şüphesiz. Bıçakçı’nın sinema ile etkileşiminin edebiyatı üzerindeki etkisi Tarihî Kırıntılar yapıtının katmanlarında böyle bir mirası selamlamakta. Sarih bir biçimde romanın ana karakteri Can’ın “Dilimiz engellenince gözümüz gelişti bizim” diye gülümseyen şairinin görünmezlik arayışında bir çocukluğa dair hikayesinde: “Etrafımız dikenli teller, silahlı muhafızlar ile çevriliydi ve buradan kurtulmanın tek yolu görünmez olmaktı. Sezgilere aykırı gelse de, görünmez olmak bütünüyle imkansız değildi.”
Bu bağlamda, bitmemesi dilenen şiirce deyişin Türkçe anlatılara bahşettiği yıkım estetiği, memleket sızısının muhatabı olarak kadını da tanımakla yetinmektense, dilin eril tahakkümden azadını buyurmaktadır. Soru şu olur bu halde: Bıçakçı’nın kadınca bilme, görme ve söyleme teşebbüsü, Türkçe edebiyatın erk/ek dünyasına bir başkaldırı mıdır? Bu sorunun muhatabı şüphesiz erkek yazarlar ile sınırlı olmayıp, erkek egemen anlayıştan beslenen tüm yazma ve okuma edimlerini hedef alıyor.
Fal, kasvetli bir yazın ortasına böyle oturur:
Köydeki kadınlar el fallarına bakması için anneanneme geliyor. Bir odaya kapanıyorlar, gözümü anahtar deliğine dayıyorum, anneannem bir kadının avucuna bakıyor, fısır fısır bir şeyler söylüyor. Bütün bunlar beni bir süre oyalıyor. Ama sonra can sıkıntısı başlıyor. Günler geçmek bilmiyor. Sıkıntıdan patlayacak gibi oldum bugün, parmaklarımı iyice açıp elimi anneanneme uzatıyorum, benim de falıma bakmasını istiyorum. Anneannem parmaklarını yavaşça kapatıyor, yumruk haline getirdiğimi elimi avuçlarının arasına yumuşacık alıyor ve şöyle diyor: “Ben seni en son Neriman’ın avucunda gördüm!” Hiçbir şey anlamıyorum. Başka bir gün yine uzatıyorum elimi, yine avucumu kapatıyor ve: “Ben seni en son Dudu kızın avucunda gördüm!” diyor. Neriman, Dudu Kız, Zeynep, Fatma… Her defasında başka birisi. Bunlar anneannemin el falına baktığı kadınlar. O insanların avucunda olmak ne anlamaya geliyor diye düşünüyorum. Onlar gelecekte bir hayat çizgilerinin bir noktasında bana mı dönüşecekler yoksa ben mi büyünce onlar gibi olacağım? Anneannem sadece gülümsüyor, bir şey söylemiyor.
Bu uzunca pasaj, Bıçakçı’nın fal ile sezgi uzamına dişiliği atfeden erki görmekle yetinmeyerek fal diline düşüp telveye, avuç içine, izmarite yukarıdan bakan gözün hükümdarlığından sıyrılışının şiircesidir. Yaşlı bir kadın gülümsemesinin peşi sıra gelen gürültülü sessizlik anlatıya kadınlarca yayılırken, kararsız bir oluşun, bir başka ozanın deyişiyle, hayatı gerçekmiş gibi yaşamanın şartı olduğunu hatırlatmaktadır:
Avuçlarımda gördüğü bu insanları gözlüyorum çaresizce, Zeynep’i, Neriman’ı… Mutlular mı diye bakıyorum. Akıllılar mı, yalnızlar mı, ne düşünüyorlar, nelere üzülüp nelere gülüyorlar, neyi seviyorlar? Gözlerine, ellerine bakıyorum, oturuşlarına kalkışlarına. Onların hikayesini bütün ayrıntılarıyla öğrenmeye anlamaya çalışıyorum çünkü o hikâye belki bir gün benim hikayem olacak! Bir yandan da kendi hayat hikayemi zengileştirmem gerek diye düşünüyorum çünkü belki bir gün onlara devredeceğim! Böyle böyle sıkıntı filan kalmıyor, çabucak geçiyor yaz (ss. 90-91).
Kadın oluşlar boyunca süzülen bir yaz, gözde ve dilde erkek egemenlik ile derdi olan yazarın niyetinin ayan olduğu dönemeçtir. Okuyucuya musallat olan kadınca bilemeyişler, romanın her katmanını bir parça dişileştirmek suretiyle imkânsız Poetika’nın kararsız kararını belirlemektedir. Kadın bedeninin bilinemezliğini tanıyan Bıçakçı’nın temkinli özdeşleşmesinin, erkin görme ve bilme biçimlerini tatmin etmeyeceği malum olup öteki okuyucuları için vadettiği toprak, yanıtlardan değil sorulardan müteşekkildir. Yüzer gezer acılardan sıyrılmış bir karşı oluş için, anakarada kırılan dalların müsebbibini arama girişimlerinin erki erkeklikten ayrı tutan bakıştan sıyrılması gerekmez mi?
Erkek bir ozanın kadın bir ozana öykünen anlatısının değerini ‘kadın cinselliğine nüfuz kudreti’ ile değerlendirme iştahını bize hangi solcu değer açıklayabilir?
Bugünümüzü belirleyen şiddetten kaçma desturunu Cansever’den alan Meral’in kadın oluşunu ya da Cansever’in yazınının erkek oluşunu belirleyen nedir? Babaevini reddedememiş, geride kalan erkekliğin savruluşu boyunca ilerleyen Bıçakçı edebiyatını gerçekçi teoriler ile açıklama ihtiyacı da cinsiyetlendirilmiş midir? Tarihî Kırıntılar, büyülü gerçeklikten beslenen feminist bir roman olarak çağrılmayı mı beklemektedir? ‘Uçan Balon Yasası’, ‘Kimin için Bu Seyirlik?’, ‘Ülke Gerçeği’, ‘Yazmamak için’, ‘Çerçevenin Çekiciliği’, ‘Can Sıkıntısı Olarak Hayat’, ‘Küçük Tragedyalar’, ‘Elmas Hanım’ın Uzay Macerası’, ‘Kendini Turgut Uyar Sanan Adam’, ‘Üç Kadın Bir Balık’, ‘Çirkin ve Önemsiz’, ‘Şiirin Çağrısı’; Meral’in ardında bıraktığı boşluğa konan bu hikayeler, gerçek bir hayatın koşulu olarak absürt anlayışını kadınca bir sezgiye mi borçludur?
Daha iyi görmenin görünmez oluş ile birlikte ablukadan çıkış yollarını tuttuğu Tarihî Kırıntılar’ın göz evreninde, şairler boyunca kat edilenin yalnızca hafıza, yalnızca büyük kentlerin tenhalıkları, yalnızca yere düşen insanlık değildir. Cansever’e muhabbetle baba evini terk eden Meral’in şimdi ve burada yokluğu aracılığıyla anlatı, Türkçe edebiyata geçmişle yüzleşme, bugününe tanıklık etme ve yarınına sahip çıkma girişimlerinden öte bir artık bahşetmektedir. Bu artığı adlandırmanın güçlüğü, anlatının her katmanına sirayet etmiş kararsız oluşun şehveti ile doğru orantılıdır. Bir dizi ikiliği -ölü ve diri, kayıp ve kaçak, kalan ve giden, kurban ve fail, katliam ve kaza, sağcı ve solcu, Alevi ve Sünni- önceleyen mevziisi ile söz konusu kararsız oluşun işaret ettiği ise toplumsal cinsiyetin kaygan zeminidir. Bıçakçı’nın masamıza bıraktığı kırıntılar ile gelen, gövdenin bir kararda duramayışının hakikatidir. Hakikat işçisi yazar, kadın-olmadan görme ve bilme biçimlerinin duvarlarını özenle yıkma gayretindedir.
Bu gayreti soruşturmayı meşru ve makbul kılan, bizzat yazarın dağılmaya meylidir, şüphesiz. Anday hatırlatmıştı, “Dağılma sadece bir toplanmadır”. Bıçakçı’nın bu meyli, erkten özgürleşme gayretine amade kaleminin savruluşunda bir toplanmaya ulaşır. Bu toplanma, dağılan ruhumuzun ücra köşelerini işgal eden yangınlar ve yıkımlar ile baş etme kipini, Türkçe edebiyatın erkek oluşuna incelikli bir itiraz aracılığıyşa işler. Kulağında bendir sesi, Dört Ayaklı Minare’nin önünden böylece buyurur şair: “Uçmak için kanatlara, yere inmek için kendimizle ince bir alaya ihtiyacımız var”. (BŞ/HK)
Künye:
Tarihî Kırıntılar, Barış Bıçakçı, İletişim, Mart 2019