Türklük belli duygulanma, düşünme, görme, duyma ve algılama halleridir. Bu haller, 1910’lardan bugüne okul, medya, cami, ordu ve aile gibi kurumlarla sürdürülen bir duygusal ve düşünsel eğitim/sosyalleşme sonucu oluşturuldu. Duygusal ve düşünsel eğitim 1910’larda tasfiye ve imha edilen Ermeniler ve 1920’lerden başlayarak inkâr ve imha edilen Kürtler hakkında hiçbir şey öğretmedi. Türklere ve asimile olarak Türkleşen Müslümanlara önemli haklar ve imtiyazlar sunan Türklük sözleşmesi imha ve inkâr edilenler hakkında konuşmayı kesinlikle yasaklamıştı. Konuşmadığınız, ilgilenmediğiniz, bakmadığınız sürece Türklük sözleşmesinin reel ve potansiyel imtiyazlarından yararlanabilecektiniz. Dolayısıyla Türklük aynı zamanda belli duymama, düşünmeme, görmeme halleridir. Bu negatif haller de birer imtiyazdır. Çünkü ancak egemen grubun görmeme, duymama, ilgilenmeme, bilmeme hakkı vardır. Ve Türklüğün negatif hallerinin sürdürülebilmesi Türklük sözleşmesi için hayatidir, çünkü Türklüğün pozitif halleri -belli düşünme ve duygulanma biçimleri- ancak bu diyalektik içerisinde belli şeyleri görmeme, duymama ve bilmeme sayesinde mümkün olabiliyor(du).
Bugün bir düşünce ve duygu dünyası olarak Türklük derin bir kriz yaşıyor. Türklüğü krize sokan, bahsettiğim görmeme, duymama, bilmeme ve ilgilenmeme hallerinin/imtiyazlarının artık sürdürülemez duruma gelmesidir. 1990’ların başından itibaren kitleselleşen ve giderek güçlenen Kürt hareketi, Türklük sözleşmesini ve sözleşmenin bir araya getirdiği unsurları parçaladı. Kürt hareketi, tarihin ve hakikatin Türklerin bildiği, zannettiği gibi olmadığını söyledi. Kürtler varlıklarını göstererek ve bağırarak, Türklerin görmeme ve duymama imtiyazlarını ellerinden aldı. Bundan ilk etkilenen doğal olarak Türk aydınlan oldu. 1990’h yıllarda sol ve liberal aydınların bir kısmı Türklüklerinin -sezgisel bir şekilde de olsa- farkına vardılar. Bu, meselelere enternasyonalist ve kozmopolit baktıklarını zannederken aslında ne kadar bir Türk olarak baktıklarını idrak etmeleri demekti. Bir kısım sol ve liberal aydın ise Kürtlerin meydan okuması karşısında Türklüklerine iyice sarıldılar ve hızla ulusalcı bir pozisyona sürüklendiler. 2000’li yıllarda ise bütün bir Türk nüfus şoka girdi. Devlet, yüzyıldır üstü örtülen gerçekleri serbest bırakmak zorunda kalmıştı. Ermenilere ve Kürtlere uygulanan soykırımlar, katliamlar, sürgünler ve kültürel şiddet çırılçıplak ortaya çıktı. Kürt ve Ermeni aydınlar çeşitli iletişim araçlarında Türklere “işler bildiğiniz gibi değil(di)” dediler ve diyorlar.2
Bu insanların haklı ve bilgili olmaktan kaynaklanan özgüvenleri, Türklerin haksız ve bilgisiz olmaktan kaynaklı özgüvenlerini paramparça etti. Bildiklerini zannettikleri bütün bir tarih ayaklarının altından kayıverdi. Bu şokla beraber, bazı Türkler yoğun bir utanç ve suçluluk duygusu yaşamaya başlarken, bazıları da alışık olmadıkları müthiş bir güçsüzlük duygusu içinde Türklüğe dört elle sarılmaya, onu bırakmamaya çalıştılar, çalışıyorlar. Ancak öyle veya böyle, bugün Türklerin ezici çoğunluğunun ciddi bir benlik ve kimlik krizi yaşadığı kanısındayım.
Bu süreç aslında evrensel bir süreçtir. Belli ırklara veya etnik gruplara karşı çok yoğun ırkçı, inkarcı ve imhacı politikaların izlendiği ülkelerde, belli bir süre sonra yok sayılan ve ezilenler isyan eder, haklarını aramaya başlar. Devlet ve egemen gruplar bir süre isyanın otantikliğini reddeder ve sorunu üç beş çapulcuya, dış mihraklara bağlar. Ancak giderek kitleselleşen isyancılar sonunda kendilerini dayatırlar. Ya barış olacaktır ya da savaşın getirdikleri, birçok şeyi geri dönüşü olmayan bir şekilde götürecektir. Devlet içinde bazı gruplar bunu fark eder ve barış sürecini başlatır. Süreç müzakereleri ve yasa yapımını içerdiği kadar, isyancılara meşruiyet verir ve onların tarih anlatısını gündeme getirir. Resmî tarih ve ideoloji hızla çöker. Buna hazırlıklı olmayan geniş kitleler ise çöken binanın altında kalmamak için çeşitli savunma ve kaçış mekanizmaları geliştirmek zorunda kalır. Devlet elitleri “sükûnet” çağrısı yapar, egemenlerin haklarının korunacağının altını ısrarla çizer, ama herkes bu psikolojik şokla baş edemeyebilir. Özetle, barış süreçleri denen süreçler egemen gruplarda ciddi bir yaralanma, aldatılma ve terk edilme hissi uyandırır. Bu da hem dar anlamdaki barışı (silahların susması) tehlikeye atabilir, hem de geniş anlamdaki barışı (toplumsal) zora sokabilir. Güney Afrika bu bahsettiğim süreçlerin yaşandığı en öğretici örneklerden birisi olarak incelenmeye değer.
Apertheid’ın sonu ve beyazlığın krizi
1948-1994 arasında Güney Afrika’da hüküm süren ırkçı apartheid rejimi, ülkedeki insanları beyaz, Hintli-Asyalı, melez ve siyah ırklar olarak tasnif etti ve bu ırklar arasında hayatın her alanında hiyerarşi yarattı. Özellikle siyahlar doğrudan, kültürel ve yapısal şiddet altında yaşadılar. On binlercesi öldürüldü, yüz binlercesi işkenceden geçirildi. Gündelik hayatlarında ve medyada sürekli bir ırkçılığa maruz kaldılar. Neredeyse tamamı yoksulluk içinde, siyahlara ayrılan varoşlarda (bantustan) alt alta üst üste yaşadılar. Eğitim düzeyleri beyazlarınkiyle karşılaştırmayacak ölçüde geriydi.
Apartheid, beyazlara verdiği eğitimde siyahlara ve siyahların hayatına dair -önyargılar hariç- hiçbir şey öğretmedi. Sistem beyazlarda, özellikle de Afrikaner beyazlarda, siyahlara yönelik bir duygudaşlığın/vicdanlılığın gelişmemesi için mahalleleri, iş sahalarını, lokantaları, okulları, plajları, tuvaletleri ve otobüsleri ayırdı. İnsanlar bir araya gelirse eşit olduklarını düşünebilir, karşıdakiyle özdeşleşmeye başlayabilirdi. Irklar arası aşk. sevgi, dostluk yasaktı. Nadine Gordimer apartheit’ın özünü şöyle anlatıyor:
“İnsanlar doğuştan kardeş değillerdir; birbirlerini keşfetmek durumundadırlar ve apartheid’ın önlemek istediği işte bu keşiftir."[1]
J.M. Coetzee de apartheid düşünüşünün en çok korktuğu şeyin ırkların karışımı ve melezleşme olduğunu vurgular. Cinsel arzular bu nedenle korkutucuydu ve kontrol edilmeliydi.[2]
Sonuçta özellikle Afrikaner beyazlarda, siyahların hayatına ve yaşadıklarına dair yoğun bir bilgisizlik ve ilgisizlik oluştu. Bu kısmen devletin cezai yaptırımlarla, çeşitli aygıtlarla bilginin dolaşımını kontrol etmesi ve sınırlandırmasıyla ilgiliydi. Ancak Güney Afrika’da beyazlık çalışan sosyal bilimcilerin de gösterdiği gibi, bu bilgisizlik ve ilgisizlik çoğu zaman sıradan beyazların aktif olarak sürdürdüğü bir haldi. Yani bilgisizlik bilgi yokluğundan kaynaklanan pasif bir durum değil, belli tür bilgilere yönelik ısrarlı bir görmezden ve duymazdan gelmenin sonucu oluşan bir durumdu. Bilgisizlik devlet tarafından oluşturulan ama sonra da beyazlar tarafından içselleştirilen ilgisizliğin sonucuydu. Eğer beyaz kişi siyahların durumuyla ilgilenir ve bilgilenirse onlarla özdeşleşmeye başlayabilirdi. Bu da onun maddi ve manevi hayatında büyük yaralar açabilirdi. Maddi olarak devlet imtiyazlı kişiyi ırk sözleşmesine karşı geldiği için cezalandırıyordu. Böyle durumlarda cezalandırma zenginliğinden, işinden, özgürlüğünden veya canından olma biçimlerini alıyordu. Bu anlamda, “bilgisizlik sözleşmesi” beyazları hayatın her alanında imtiyazlı kılan “ırksal sözleşme”nin hayati bir alt metniydi.5 Manevi olaraksa, bilgi sahibi olmak beraberinde beyaz hayatının imtiyazlarından utanç ve siyahların hayatının durumundan suçluluk duymayı getirebiliyordu. Bütün bunlar beyaz kişinin özenle koruduğu manevi bütünlüğünün ve içinde yaşadığı huzurlu çevrenin çöküşü anlamına da geliyordu. Sonuçta, böyle büyük bir dönüşümü ve feragati çok az beyaz göze alabildi.
Siyahların 1950’lerde yükselişe geçen ANC hareketi ve 1960’lann sonunda doğup 1970’lerde büyüyen “siyah bilinç” hareketi bazı beyaz entelektüelleri derinden etkilemişti. İlgisiz ve dolayısıyla bilgisiz kalmayı onurlarına yediremediler. Bu kişiler yukarıda bahsettiğim türden bir utanç ve suçluluk içinde yaşamaktansa çeşitli vasıtalarla siyah hareketlerine destek verdiler ve sonunda kendi halkları ve devletleri tarafından hainlikle damgalandılar. Bu entelektüellerin en ünlülerinden olan Andre Brink, bir romanında bu türden bir kopuş yaşayan beyaz kahramanına şöyle dedirtir:
“Bugün her zamankinden daha çok farkına varıyorum ki, Güney Afrika’da hayatta kalabilmek için kişinin gözlerini ve vicdanını kapaması gerekiyor: kişi hissetmemeyi ve düşünmemeyi öğrenmek zorunda. Paradoks şudur ki, kişi hayatta kalmak için yaşamamayı öğrenmelidir.”6
Ancak yukarıda vurguladığım gibi, bu görmeye ve duymaya cesaret edebilen beyazlar çok küçük bir azınlıktı. Siyahlara yönelik ilgisizlik ve onun sonucu olan bilgisizlik kesin olarak hâkim beyazlık haliydi. Eğer siyahlara dair herhangi bir bilgi bir şekilde psikolojik korunma kalkanlarını aşıp beyazlara ulaşırsa, standart tepki o bilgiye inanmamak, onda abartı veya yalan aramaktı. İlgisizlik çoğu zaman “utanç verici bilgiye karşı bir cevap, bir koruma kalkanı”ydı.7
Afrikaner beyazlarda siyahlara yönelik bu genel ve derin bilgisizliğin yanı sıra, kendi tarihlerine ilişkin yoğun bir ilgi ve bilgi vardı. Almış oldukları duygusal ve düşünsel eğitimde, kahramanlarla, girişimcilerle, özgürlük savaşçılarıyla dolu bir resmî tarihti bu. Bu anlatıya göre Afrikanerler Afrika’ya uygarlık, ticaret, Hıristiyanlık, adalet ve onur getirmişti. Haksızlık, adaletsizlik yapmaz bir halktı Afrikanerler. Ancak aynı zamanda emperyalist İngilizlerin ve ilkel siyahların ortadan kaldırmak için ellerinden geleni yaptıkları mağdur ve mazlum bir halk. Bu korkular, bilgiler ve bilgisizliklerin Afrikanerin korunaklı dünyasında ne kadar derinlere indiğini anlatmak için, Jonathan Jansen buna “damarlardaki bilgi” (knowledge in the blood) diyor:
“Damarlardaki bilgi benim için bir topluluğun duygusal, psişik, manevi, toplumsal, ekonomik, politik ve psikolojik hayatlarında gömülü [em bedded] olan bilgi demektir (...) Damarlardaki bilgi (...), dünyayı ve kendilerini nasıl göreceklerini, başkalarını nasıl anlayacaklarını [belirleyen] alışılagelmiş bilgidir (...) Muğlaklığı tolere etmeyen katı bir bilgidir (...) tektir, kutsaldır ve katidir. Ancak aynı zamanda rakip bilgiye karşı tepki gösteren ve direnen savunmacı bir bilgidir.”8
İşte bu damarlardaki bilgi, siyah hareketinin 1980’lerde kitleselleşmesiyle ciddi bir meydan okumayla karşılaştı. Buna Güney Afrika devletinin kuzey sınırında ANC gerillalarının ülkeye girişinin giderek daha zor engellemesi ve Soğuk Savaşın bitişi eklenince, kapitalist ve bürokratik elit apartheidın sürdürülemez olduğuna karar verdi ve 1990’da Nelson Mandela’yı serbest bırakmak zorunda kaldı. Afrikanerlerin gözünde teröristten başka bir şey olmayan Mandela artık barış sürecinin meşru ve karizmatik başmüzakerecisi olmuştu. Ancak asıl darbe, 1994’te ANC’nin büyük koalisyon ortağı olarak iktidara gelmesi ve Mandela’nın başkan olmasıyla geldi. Egemen söylem ve resmî tarih anlatısı çok hızlı bir şekilde çöktü. Sadece Hakikat ve Uzlaşı Komisyonu’nda bütün dünyanın gözü önünde anlatılanlar bile apartheidın hiç de Afrikanerlerin bildiği gibi olmadığını gösteriyordu.
Post-apartheid beyazlığı üzerine çok sayıda çalışması olan Melissa Steyn’ın deyişiyle, Afrikanerler duymama, görmeme, bilmeme ve ilgilenmeme imtiyazlarını böylece kaybetmişlerdi. Siyahlardan gelen ve artık kaçamadıkları bilgi bombardımanına karşılık farklı Afrikanerlerde farklı tepkiler ve beyazlık krizleri ortaya çıktı. Kimileri ailelerinin ve kendilerinin yaptıkları/yapmadıkları adına büyük bir utanç ve suçluluk duygusu hissederek, duygusal ve düşünsel hayatlarının beyazlıkla ne kadar gölgelenmiş ve fakirleşmiş olduğunu fark etti. Bu grubun tam zıddın- da, hiçbir şey olmamış gibi davranan, herhangi bir vicdan azabı ya da suçluluk duymayan, apartheidın aslında iyi olduğunu, tarihin siyahlarca ve emperyalistlerce çarpıtıldığını savunan beyazlar var. Steyn, bu iki zıt kutbun ortak bir paydası olduğunu savunur: ağır bir beyazlık, a) Biri o kadar beyazdır ve beyazlığının o kadar farkındadır ki, neredeyse bunun utancıyla yaşayamaz hale gelir ve siyaha dair ne varsa sevmeye ve yüceltmeye başlar. Bu kişiler beyaz çevrelerinden dışlanmak ve hain damgası yemek riskini göze alırlar, çünkü beyazlığın vicdani yükünü kaldıramıyorlardır. b) Diğeri de o kadar beyazdır ve beyazlığından o kadar gururludur ki, bundan bir milim geri adım atmak istemez; hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etmek ister. Bunun için iyice içine veya küçük cemaatlere kapanmak gibi defan- sif mekanizmalar geliştirir.
Steyn’ın “büyük beyazlık anlatısı” (master narrative of whitcness) dediği apartheid söyleminin çöküşü -barış sürecinde ekonomik ve kültürel imtiyazlarının büyük bölümünü korumuş olmalarına rağmen- Afrikanerlerde çeşitli kayıp duyguları yarattı. Afrikaner beyazlar imtiyazlarını veri kabul ettikleri toplumsal rollerini, kendilerine atfettikleri önemlerini, tarihlerini, konforlarını, anlamlılıklarını ve vatanlarım kaybettiklerini mağlup olduklarını ve bildikleri/alıştıkları dünyanın sonunun geldiğini düşünüyorlar. Afrikanerler buna tepki olarak, ayakta kalabilmek ve özsaygılarını yitirmemek için, “küçük beyazlık anlatıları” (pelit narratives of whiteness) veya söylemleri geliştiriyorlar. Bu bağlamda, kimi beyazlar zaten renkkörü olduklarını, dolayısıyla siyahlığın ve beyazlığın kendileri için önemli bir kategori olmadığını söylüyorlar. Bu sorumluluktan kaçmak ve beyazlığın halleriyle hesaplaşmamak için çok sık kullanılan bir söylem. Yine çok sık tekrarlanan bir beyazlık söylemi, artık beyazların ezildiğini, mağdur olduğunu, Afrikaner olduklarını söylemekten korkar hale geldiklerini düşünmek ve söylemek. Veya apartheidın kötü olduğunu kabul eden ama artık bitliğini, dolayısıyla siyahların sızlanmaktan vazgeçmesi gerektiğini sürekli tekrarlayan başka bir beyazlık hali...9
Richard Ballard, kayıp giden dünya duygusunu ve bunun yerine bir şeyler ikame etme çabasını “konfor alanı” (comfort zone) kavramı etrafında analiz ediyor. Apartheidın çöküşü beyazların rahat ettikleri, kendileri hakkındaki fikirlerini kimsenin sorgulayamadığı, tarihlerinden, kültürlerinden ve iyiliklerinden emin oldukları, içinde huzurlu bir şekilde yaşadıkları konfor alanlarının da çöküşü anlamına geldi. Artık düşünceleri ve duyguları itibar görmüyordu. Siyahlar düşünceleriyle ve fiziksel varlıklarıyla her yerdeydiler. Ballard, Freud’un unheimlich (unhomely, alışılmadık, yabancı, ev gibi olmayan) kavramını, beyazların artık evlerinde yaşıyor oldukları duygusunu kaybetmeleri, tanıdık olmayan, yabancı bir dünyada yaşadıkları hissini anlatmak için kullanıyor. Buna karşılık beyazlar, rahatsız edilmeyecekleri yeni konfor alanları bulmaya çalışırlar. Bunlardan biri ABD, Avustralya, Hollanda ya da İngiltere gibi beyaz ülkelere göçmekken (emigration), bir diğeri Güney Afrika’nın “en Batılı” şehri olan Cape Town’a göçmek (Ballard burada kelime oyunu yaparak, hem yarı-göç anlamına gelen hem de emigration ile segregation’un bir sentezini ima eden semigration’ı kullanıyor), orada da güvenlikli sitelere taşınmaktır.10 Dolayısıyla, apartheid hukuki, askerî ve siyasi yönleriyle sona ermesine rağmen, siyah çoğunluk ve beyaz-Afrikaner azınlık arasında toplumsal bir barışın kurulduğunu söylemek çok zor. Hayatın pek çok alanında fiili bir ırk ayrımı (segregation) ve karşılıklı nefret bu defa çok daha meşru bir biçimde hayatını sürdürüyor.
Benzer bir beyazlık krizi ABD’de de hâlâ yaşanmaktadır. Siyah hareketinin 1950'lerden sonraki yükselişi, medeni haklarını kazanmaları ve sonra pozitif ayrımcılık elde etmeleri, siyahların varlıklarını ve düşüncelerini beyazların gündelik hayatına kaçınılmaz bir şekilde soktu. Bu süreç içerisinde bazı beyaz entelektüeller, ırkçı olmadıkları ve siyahların hak mücadelesine destek verdikleri düşüncesinin aslında ne kadar aldatıcı olduğunu ve bunun benliklerindeki derin beyazlığı nasıl gizlemeye yaradığını anladılar. Beyazlıklarını fark eden bu insanlar, bu fark edişin yarattığı varoluşsal krizi atlattıktan sonra, kendilerini beyazlık çalışmalarına ve bu yolla beyazlığı parçalamaya adadılar. Gündelik hayatlarında ve saha çalışmalarında farklı türdeki beyazlıkların duygu ve düşünce dünyalarını, savunma mekanizmalarını, beyazlık kriziyle nasıl baş ettiklerini gözlemlediler. Çok sık rastladıkları bir mekanizma, Güney Afrika örneğine benzer bir şekilde, beyazların küçük söylemler geliştirmeleridir. Bunlar arasında “asıl mağdur biziz”, “beyaz olmaktan utanmam mı gerekiyor,” “siyahlar daha doymadı mı, daha ne istiyorlar,” “benim de siyah arkadaşlarım var, ama artık çok oluyorlar” vb. en sık rastlanan beyaz söylemleridir (White talk).11
Amerikan beyazlıkları üzerine çalışan sosyal bilimcilerin üzerinde durdukları bir başka tanıdık konu, beyazların siyahlara ve Amerikan yerlilerine yönelik sürdürdükleri aktif ilgisizlik ve bilgisizlik halleri (“bilgisizliğin epistemolojisi”). Bilgisizlikleri aktif, çünkü bilmek beraberinde utanç, sorumluluk, suçluluk ve acı duymak gibi duyguları beraberinde getiriyor. Bu anlamda bilgisizlik ve duyduğuna inanmamak, “hayatta kalma stratejileri” olarak çok faydalı bir işlev görüyorlar beyazlar için. Bu konularda en çok çalışmış olanlardan Charles Mills şu sözlerle anlatıyor bunu:
“Beyaz bilgisizliği... Direnen bir bilgisizlik düşünün. Karşı koyan bir bilgisizlik. Militan, saldırgan, gözü korkmayan, aktif, dinamik, ortadan kaybolmayı reddeden bir bilgisizlik. Kesinlikle okuma yazması olmayanlarla ve eğitimsizlerle sınırlı değil; ülkenin en üst seviyelerinde üreyen ve hatta kendini utanmadan bilgi olarak gösteren bir bilgisizlik.”12
Barış, çözüm veya uzlaşı süreçlerinde beyazların söylemsel iktidarlarını ve ideolojik tekellerini kaybettikleri Güney Afrika ve ABD arasında görüldüğü gibi ciddi benzerlikler var. Bunları vurgulayarak bu tip süreçlerin egemen gruplarda ciddi bir benlik ve kimlik krizi yaşattığını göstermeye çalıştım. Ancak bu iki ülke beyazları arasında çok önemli bir fark da mevcut. Afrikanerler Güney Afrika’da hep azınlıktı. Dolayısıyla, yok oluş korkuları her zaman çok yoğundu ve bugün hâlâ öyle. ABD’de ise beyazlar çoğunluk (en azından şimdilik). Yani iktidarlarını ve ülkelerini kaybetmeleri gibi bir korkuları yok. Bu onlardaki beyazlık krizinin daha yumuşak ve daha az travmatik geçmesini sağlıyor. Ancak ABD’deki beyazlığı da yekpare anlamamak gerekir. Sözgelişi, New York’un kozmopolit beyazlığıyla Mississippi’nin ırkçı beyazlığı arasında çok büyük bir uçurum, hatta karşılıklı tiksinti var. Dolayısıyla, ABD’de de farklı beyazlıklar var ve farklı beyazlık krizleri yaşanıyor. Bazıları geçmişte kaldıklarını ve bir şey yapmazlarsa yok olup gideceklerini düşünürken, diğerleri geleceğin sahibi olarak görüyorlar kendilerini. Sanırım bu nokta, Türkiye örneğine geçmek için uygun bir bağlam sunuyor.
İnkarın sonu ve Türklüğün krizi
Türklerin ezici çoğunluğunda son yıllara kadar Kürt meselesine dair yoğun bir ilgisizlik ve bilgisizlik vardı. Bu daha önce vurguladığım gibi büyük ölçüde Türklük sözleşmesinin şartlarıyla alâkalıydı. Türk devleti meselenin varlığını inkâr ediyordu. Kürt meselesiyle ilgilenmek, meselenin Kürdiliğini kabul etmek ve Kürtlerle özdeşleşmek yasaktı. Devlet Kürt meselesiyle ilgili bilgi dolaşımını -kendi ürettirdikleri dışında- yasaklamıştı. Kürdistan’ın uzaklığı ve Kürt meselesinin deri rengiyle ilgili olmaması (yani görmenin daha zor olması ve/veya görmezden gelmenin daha kolay olması) da genel bilgisizliği ve ilgisizliği güçlendirdi.
Ancak Türklerde görülen ilgisizlik ve bilgisizlik bütünüyle pasif bir bilgisizlik de değildi. Ortada güçlü bir aktif ilgisizlik/bilgisizlik de vardı. Öğrenmemeye, duymamaya, görmemeye ve inanmamaya dair kesin bir kararlılık. Bu en iyi Türk aydınların ve sosyal bilimcilerin savaşın başladığı 1984’e, hatta 1990’lara kadar yazdıklarını incelemekle anlaşılır. Türkiye’de bu tarihlere kadar eserleri ve hocalıklarıyla etkili olmuş aydınların neredeyse hiçbirinin Kürt meselesine dair bir çalışması olmadığı gibi, meseleyle ilgilenen Kürtleri ve az sayıda Türkü de yok saymışlar, ciddiye almamışlardır. Çünkü bilgilenmek demek beraberinde o bilginin gereğini de yapmak anlamına gelecekti. Gereğini yapmak ise işsiz, evsiz, yurtsuz, arkadaşsız, ailesiz kalma anlamına gelebilirdi. O nedenle ilgilenmeme ve ciddiye almama mekanizmaları harekete geçirildi. Ya ilgilenmediğiniz, ilgi alanınız başka olduğu için Kürt meselesi hakkında yazmıyordunuz, ya da Kürt meselesini ciddiye almıyordunuz; çünkü ciddi ve büyütülecek bir mesele değildi, abartılıyordu veya şimdi sırası değildi, çok daha acil meseleler vardı. Özellikle evrenselci iddiaları olan Marksizm ve İslamcılık gibi ideolojiler bu türden kaçışları daha da kolaylaştırıyordu. Daha evrensel bakmak iddiası, önündeki spesifik soruna bakmamak ve ondan kaçmak için bir yol sağlıyordu. Evrenselci olduğu için de şerefli bir yoldu bu. Kemalist ve milliyetçi aydınlar ise bu türden bir kaçışa ihtiyaç duymadılar, çünkü zaten vatanlarını korumak/kurtarmak üzere yaşıyor ve çalışıyorlardı. İdeolojileriyle Türklük halleri arasında bir çelişki yoktu. Sonuçta Kürt meselesine dair ilgisizlik ve bilgisizlik en iyi yetişmiş Türklerde dahi çarpıcı boyutlardaydı. Buna kıyasla sıradan insanların bilgisizliği çok daha masumaneydi.
Ancak her halükarda, ilgisiz ve bilgisiz kalmak, duymamak ve görmemek bir Türklük imtiyazıydı. Bu negatif Türklük hallerinin sürdürülebilirliğinin Kürtler tarafından ortadan kaldırılmasıyla birlikte; belli duygulanma, düşünme, görme, duyma ve algılama halleri olarak tarif ettiğim pozitif Türklük halleri de sürdürülemez hale geldi. Nedeni kanımca basit: Türkler daha önce görmediklerini görmeye, duymadıklarını duymaya başladılar. Böylece konfor alanları olan duygu ve düşünce dünyaları çöktü; kendilerine, ailelerine, ideolojilerine ve dünya görüşlerine dair özgüvenlerini yitirdiler.
Bu, kitleler açısından resmî ideoloji olan Kemalizmin çöküşünden çok daha derin bir sorunu ifade ediyor. Herkes az ya da çok resmî ideolojinin tezlerini içselleştirse de, bütün Türkler Kemalist değil. Asıl çöken ve çöküşü çok daha geniş kitleleri etkileyen Türk-merkezciliktir. Bundan olaylara, dünyaya, ilişkilere, tarihe, topluma vs. bir Türk olarak bakmayı ve bunu sorunsallaştırmayı aklına dahi getirmemeyi kastediyorum. Kürt hareketinin geldiği nokta bunu imkânsız hale getirdi. Kişi hâlâ Türk olarak bakabilir, ancak bunu neden yaptığını anlatmak ve meşrulaştırmak durumunda artık. Tabii bir algılama biçimi olarak Türk-merkezciliğin çöküşü, Türk-merkezci ideolojiler olan Kemalizmi (Muasırlaşmak), Türkçülüğü (Türkleşmek) ve İslamcılığı (İslamlaşmak) da sarstı.
Modern Türkiye’nin bu üç Türk-merkezci temel ideolojisine inananlar arasında Türklük krizini en hafif atlatanlar İslamcılar ve muhafazakârlar (AKP’liler) oluyor. Destekledikleri partinin ve gönül verdikleri liderin iktidarda olması muhafazakâr Türklerde bir güçsüzlük ve önemsizlik duygusu ortaya çıkmasını engelledi diye düşünüyorum. iktidarın, Kürtlere yönelik zulümleri Kemalistlere yükleyerek muhafazakârları temize çıkarması, bu kitlede oluşabilecek bir tepkiselliği ve suçluluk duygusunu engelliyor. Türklükleriyle gurur duymaya devam ediyorlar, ama Müslüman kardeşleri Kürtleri de -aynen 1912-1922 arasındaki savaşlarda ve Türk-Kürt ittifaklarında olduğu gibi- eşit birer dindaş olarak kabul ettiklerini söylüyorlar. Uzun 1910’lann söylemini canlandırarak oluşturulan bu yeni ve daha kapsayıcı Türk- merkezci söylem, aynı zamanda muhafazakârlarda Türklük krizini hafifleten yeni bir anlatı vazifesi görüyor. Muhafazakârların çoğunluk ve iktidar olması, bu grubun gelecek ümidini canlı tutuyor ve böylece geçmişi yeniden kurma lüksü tanıyor.
Örneğin İslamcı aydın Mustafa İslamoğlu, Osmanlı’nın gayrimüslimlere de Kürtlere de kötü muamele etmediğini, ötekileştirmediğini, bu sorunların Cumhuriyetle başladığını düşünüyor. Türklükle ve kendi geçmişiyle yüzleşmekten kaçmak için üretilen bu Türk-merkezci İslamcı söylemde, “Türkçüler de Kürtçüler de ırkçı” demek ve Kemalistlerle Apocuları benzetmek çok sık rastlanan yöntemler, İslamoğlu’na göre Kemalistler ve “Apoistler" aradan çıkarılırsa, “yerli, bu toprakların Kürt’ü ile bu toprakların Türk’ü devlet meselesini çok kolay halleder.”13 İslamcıların Kürt meselesiyle ilişkilerine dair daha dürüst açıklamalar yapan, yani bir ölçüde Türklüğünün farkına varmış aydınlar da var. Örneğin Cemal Uşşak, röportajcı Mümtaz’er Türköne’nin ısrarlı “1984 öncesinde ortada Kürt/Türk yoktu, o nedenle Müslümanlara haksızlık etmiyor musunuz?” mealindeki sorularına şöyle cevap veriyor:
“Kürt denilen bir taifenin var olduğu biliniyordu. Temel mesele, onu doğru görmemekti, hak görmemekti (...) Kürtlerin varlığından bana göre dindarlar haberdar idiler. Onların kimlikleriyle, dilleriyle yaşama haklarını meşru görmediler. Benim iddiam hâlâ budur.”14
Ancak Uşşak’ın yaptığı türden daha özeleştirel tespitler İslamcı aydınlar arasında hala çok istisnai. Hemen hepsi Kürtlere verilecek haklar konusunda kırmızı çizgiler koyuyor, Türk-Kürt kardeşliği söylemiyle kurulacak bir Türk-İslam dünya gücünün hayalini kurmaya devam ediyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün şu sözleri sanırım İslamcı aydınların Kürt meselesi hakkında- ki görüşlerine ve Türklük hislerine tercüman oluyordur:
“Osmanlı İmparatorluğu, Selçuklu İmparatorluğu tarihte Türk devletleri olarak bilinir, Ama bu imparatorluklar, ‘vatandaşların hepsi Türktür’ diye dayatmamış. Ama bunların hepsi Türklerin önderlik ettiği büyük devletler olarak tarihe geçmiştir. Biz bugün imparatorluk değiliz. Üniter bir devletiz. Ama biz imparatorluk refleksi ve özgüveni ile hareket edebiliriz, buna inanıyorum.”15
Türkçü Türklerde (MHP’liler) Türklük krizi muhafazakârlara kıyasla doğal olarak daha ağır yaşanıyor. Birincisi, yeni duruma ayak uydurabilecek bir evrenselci ideolojik formasyonları yok. İkincisi, çoğunluk ve iktidar değiller. Bununla da alâkalı olarak üçüncüsü, Kürtlerin yükselişinden dolayı hissettikleri manevi kayıplarını maddi kazançlarla hafifletme umudunu -muhafazakârlar kadar- yaşayamıyorlar. Tabii Türkçülerdeki Türklük krizi bir özeleştiriye veya suçluluk duygusuna yol açmıyor. Daha ziyade bu krizin yoğun bir öfke, nefret ve ırkçılık olarak yaşandığı tahmin edilebilir. Öfkeyi şiddet aracılığıyla boşaltmak imkânına da sahip değiller artık. Ancak özellikle sıradan MHP’lilerde katı ve dogmatik bir Türkçülük de yoktur bilindiği gibi. Dolayısıyla, yeni duruma adapte olmak adına muhafazakârlaşarak AKP’nin İslam kardeşliği söylemine kaymanın çok sık yaşandığım/yaşanacağını tahmin ediyorum. Bu kayış birçok MHP’li aydında da oldu. Ancak tabii ki Türkçü aydınların çoğu büyük bir çaresizlik içinde Türklüğün gerileyişini engellemeye çalışıyorlar. Yakınlarda Kemalist aydınlarla birlikte imzaladıkları “Türk Milletine Çağrı” bildirisi, Türklük krizini aşmak adına Türklerin bir ittifakı olarak da okunabilir. İlginç olan metnin 3. maddesinin Abdullah Gül’ün yukarıdaki sözlerine olan benzerliği: “Anadolu coğrafyasında Selçuklu ile başlayıp Osmanlı ile devam eden Türk Milleti’nin kesintisiz egemenliğini esas alan büyük Atatürk’ün kurduğu milli devlet yapısı ortadan kaldırılamaz.”16 Aradaki en büyük fark, Gül’ün sözü “imparatorluk”, 300 aydının ise “mili devlet” vurgusuyla bitirmesi. En büyük ortaklık ise bir büyük Türk devleti hayal etmeleri. Bu üç ideolojiyi (İslamcılık, Kemalizm, Türkçülük) benzer bir söylemde buluşturan ise “damarlardaki Türklük”ten başka bir şey değil.
Kemalist Türklerdeki (CHP’liler) Türklük krizi ise çok derin yaşanıyor, çünkü onların -muhafazakârların aksine- gelecek ümitleri kalmadı ya da en azından çok zayıfladı. Azınlık olduklarını, giderek azaldıklarını, iktidar olma şanslarının da yok denecek kadar az olduğunu düşünüyorlar. Kemalist resmî ideolojinin çöküşü de doğal olarak en çok bu kesimi etkiledi, ama basitçe Kemalist oldukları için değil. Daha önemlisi, bu çöküş gelecek ümidi giderek zayıflayan bu insanları geçmişlerinden de mahrum etti. Özellikle orta ve üstü yaşlardaki Kemalistlerde sık görünen ve neredeyse bir çılgınlık halini alan davranışlar bu nedenle çok anlaşılır. Bildikleri dünyanın, ülkelerinin ve geçmişlerinin, yani bütün bir konfor alanlarının elden gidişine tanık oluyorlar. Özellikle belli yaşlara gelenlerin yeni dünyaya ayak uyduracak ne esneklikleri ne de yeterli zamanları var. Doğal olarak Kemalist kalmaya devam ediyorlar. Ancak büyük anlatının çökmesi, onu bütünüyle savunmayı da çok zor hale getiriyor. Bu nedenle gündelik hayatlarında kullanabilecekleri küçük Kemalist anlatılar bu kişiler için çok değerli hale geliyor. Örneğin İlber Ortaylı’ın Türkiyelilik kavramının saçmalığına ilişkin sözleri sosyal medyada hızla yayılıyor. Kürt sorununun Kürtlerin anlattığı gibi olmadığını anlatan popüler tarih kitapları ve yazıları çok gözde. Çünkü bu tip şeyler, bilgisiz ve hazırlıksız yakalanan Kemalistlere ihtiyaç duydukları tarih malzemesini sağlıyor.
Kemalistler yeni ama artık çok daha dar konfor alanları yaratıyorlar. Bu güvenlikli bir site de olabilir, bir düşünce topluluğu da, bir TV kanalı da. Örneğin Ulusal Kanal dışında hiçbir şey seyre- demeyen, buna tahammül dahi edemeyen çok sayıda insan var. Bu Ulusal Kanal’ın korunaklı bir konfor alanı olduğunu gösteriyor. Sosyal medya ise bu insanlara güçsüzlük duygularını kısmen de olsa unutmalarını, kısa süreli de olsa güçlü hissetmelerini sağlıyor. Atatürkçü facebook/twitter paylaşımlarının veya facebook isimlerinin önüne T.C. eklemelerinin sanırım böyle bir işlevi var. “Türk olduğumu söylemekten korkar hale geldim”, “asıl mağdur Türkler”, “Kürtler çok oluyor artık” veya “eskiden Türk kim Kürt kim bilmezdik” gibi küçük ama çok sık tekrarlanan Türklük söylemleri de kullanıyorlar.
Kemalistlerde görünebilen bir diğer Türklük krizi aile içi ilişkileriyle ilgili. Çoğu Kemalist ailenin çocuklan da doğal olarak Kemalist oluyor. Ancak Kemalist aile tipi -muhafazakâr tipe kıyasla- daha demokratik bir iç işleyişe sahip olduğundan, çocuk kimi ailelerde anne-babasından tam bir ideolojik ve duygusal kopuş yaşıyor. Okudukça ve gördükçe Ermenilere ve Kürtlere yapılanlardan utanç ve suçluluk duymaya başlıyor, anne-babasını da suçluyor. Bir süre sonra çocukla anne-baba siyaset konuşamaz hale geliyorlar. Toplumun gözünde değersizleştiğini ve anlamsızlaştığını düşünen anne-baba, artık çocuğunun gözünde de anlamsız ve değersiz olduğunu görüyor. Türklük krizi, bu insanlarda önem ve anlam kaybına paralel olarak derin bir insani krize dönüşüyor.
Sayıları küçük ama etkileri büyük olan liberal ve Marksist Türkler ise, evrenselci ideolojilerinin de desteğiyle, sürece çok daha kolay adapte oldular. Liberallerin önemli bir bölümü iktisaden kapitalizme ve siyaseten AKP’ye yakın oldukları için yeni dönemde psikolojik olarak çok daha rahat görünüyorlar. Azınlık olmaları güçsüz oldukları anlamına gelmiyor. Bu ruh hali içinde Türklüklerini de fazla sorunsallaştırmıyorlar. Evrensel bir noktadan bakarak Kürtlere tavsiye ve eleştirilerde bulunduklarını zannetmeleri ise, ancak çoğunluğun parçası olmanın getirdiği bir patemalist özgüvenle açıklanabilir, ki bu da liberal Türklüğün en belirgin hallerinden biridir.
Marksistler ise kendilerini hem her zamanki gibi azınlık, hem de her zamankinden daha güçsüz hissediyorlar. Türkiye tarihinde Kürt meselesine diğer siyasal kesimlerden çok daha önce ve daha özgürlükçü bakabilmiş bir gelenekten gelmelerinin de katkısıyla, Kürtlerle eşit yaşamaktan elbette ki gocunmuyorlar. Ancak büyük çoğunluğun Kürt meselesine enternasyonalist değerlerle baktığını varsaymaya devam etmesi, paternalizme düşme tehlikesini hep gündemde tutuyor. Solun Kürt meselesine yeterince ilgi göstermediğine ve Kemalizmden etkilendiğine dair son yıllarda yükselen eleştirilere, çeşitli sol çevrelerde sürekli cevap bulunmaya çalışılması bir tür Türklük krizi olarak da okunabilir. Marksist Türklüğün farkına varılmadığı için böyle savunmacı bir pozisyona sürüklenildiğini düşünüyorum. Bir Kürt Marksistin Kürt meselesine doğası gereği bir Kürt olarak baktığını düşünüyorsak, bir Türk Marksistin de Kürt meselesine doğası gereği bir Türk olarak baktığını düşünebilmek gerekiyor. Aksi takdirde, Türklük farkına varılmayan bir duygu ve düşünce dünyası olarak yaşamını sürdürecektir. Kürtlerin meydan okumasıyla Marksist Türklük hallerinin değişmesi, Türklüğün kendiliğinden ortadan kalkacağı anlamına gelmiyor.
Bu makalede, var olduğunu düşündüğüm Türklük ve Türklüğün krizi hakkında bazı düşüncelerimi ifade etmeye çalıştım. Eğer iddia ettiğim gibi Türkiye’de Türklük diye ortak ama -çeşitli sınıfsal/ideolojik gruplar arasında- farklılaşmış bir düşünce/duygu dünyası varsa, bu durum çok daha spesifik sosyal bilim çalışmalarını hak ediyor demektir. Ve tabii Türklük varsa, Kürt hareketinin meydan okumasına karşı ortaya çıkan ve vicdan azabı, suçluluk duygusu, kayıp duygusu, güçsüzleşme-anlamsızlaşma-önemsizleşme duygusu, içine kapanma, delilik, açık ırkçılık vb. biçimler alan Türklük krizleri de önemli bir çalışma alanı olmalıdır. Aynı şekilde, “büyük Türklük anlatısı”nın çöküşü üzerine yaratılan “küçük Türklük anlatıları” da söylem analizi açısından incelenmeye değer. Sonuç olarak, Türkiye’de ABD ve Güney Afrika’daki “beyazlık çalışmaları”na benzer bir “Türklük çalışmaları” kurumsallaşırsa, bunun çok yararlı ve ufuk açıcı olacağını düşünüyorum. Böylece hem Türkiye toplumu ve tarihi çok daha iyi analiz edilecektir, hem de Kürt meselesine barışçı, eşitlikçi ve kalıcı bir çözüm bulma ihtimali artacaktır. (OÜ/YY)
* Bu makale Birikim dergisinin 289/290 (Mayıs-Haziran 2013) sayısında yayımlandı.
Dipnotlar:
1 Öneri ve eleştirileri için Bren Barış, Esra Sarıoglu ve Tanıl Bora’ya teşekkür ederim.
2 Rojin Canan Akın ve Funda Danışman’ın röportaj kitabının ismi bu nedenle de anlamlı: Bildiğin Gibi Değil: 90’larda Güneydoğuda Çocuk Olmalı, Melis, İstanbul, 2011.
3 Nadine Gordimer, “Apartheid”, N. Gordimer, Tclling Times: Miting and Living, 1954-2008, New York: W.W. Norton, 2010, s. 62-70.
4 J.M. Coetzee, "Apartheid Thinking”, J.M. Coetzee, Givıiıg Ojfense: Essays on Censorship, Chicago: Univ. of Chicago Press, 1996, s. 163-184.
5 Melissa Steyn, “Ignorance Contract: Recollections of Apartheid Childhood and the Construction of Epistcmologies of Ignorance," Identities: Global Studics in Cultııre and Power, c. 19, n. 1 Ocak 2012, s. 8-25.
6 Andre Brink, Rumours of Rain, Londra A Star Book, 1979, s. 116.
7 Jonathan D. Jansen, Knowledge in the Blood: Confronting Race and the Apetheid Past, Cape Town Press, 2009, s.57
8 Jansen, y.a.g.e. 171
9 Melissa Steyn, White Identity in a Changing South Africa: “Whiteness Just isn’t What it Used to Be,” Albany: SUNY Press, 2001
10 Richard Ballard, “Assimilation, Emigralion, and integrali- on: While Peoples Strategies for Finding a Comfort Zonc in Posl-Aparlheid South Africa," Nataslıa Distillcr vc Me- lissa Steyn (der.). Ütüler Construcıioıı: “Race" and Identity in South Africa Today, Sandlon: Heinemann Publishcrs, 2004, s. 51-66.
11 ABD’deki beyazlık çalışmalarını ve beyazlık hallerini şu makalede daha ayrıntılı işlemiştim: Barış Ünlü, “Türklüğün Kısa Tarihi,” Birikim, sayı 274, Şubat 2012, s. 23-24.
12 Charles W. Mills, “White Ignorance,” S. Sullivan ve N. Tauna (der.) Race and Epistemologies of Ignorance, Albany, SUNY Press, 2007, s. 13.
13 Mümtaz’er Türköne )yy. haz.) Türküm Vicdanlıyım: Kürt Sorunu ve Türk Aydını, Ufuk, İstanbul: 2012, s. 40, 45-46.
14 y.a.g.e. s. 14-15.
15 http://www.rusencakir.com/Gul-lmparatorluk-reneksi-ve- ozguvcni-ile-hareket-etmcliyiz/1983