Size bu hafta epeyce etkilendiğim (1) bir kitaptan, Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi’nden (Dipnot Yayınları, 2018) ve onun bana esinlendirdiklerinden bahsedeceğim.
İlk olarak söyleyeceğim şey bu kitap sıradan bir sosyoloji kitabı değil. Bunu dile getirmemin başka nedenleri de var kuşkusuz, fakat ana neden benim için kitabın toplumsal ve aynı zamanda kişisel bir hesaplaşmaya bizi davet etmesi.
Ünlü, kitabında kendi kendiyle yüzleşmesi sonrası geldiği bir halden, bir gün “Türk olduğunu fark etmesinden” sözü açıyor ve bu “kendini çok Türk hissetme halini” sorgulamaya başlıyor. O sorgulama, sonrasında Türk kimliğini şekillendiren öğelerin çerçevesini tanımlama çabasına dönüşüyor, derken bu yol onu Türklük Sözleşmesi kavramına götürüyor.
Onun sözleriyle Türklük Sözleşmesi’nin ne olduğunu ifade edecek olursam:
“Bu kavram devlet ile toplum arasındaki ve toplumun kendi içindeki, yazılı belgeleri de içeren ama çoğunlukla örtük olan, bazı temel anlaşma ve kurallara işaret ediyor (…), zikzaklı bir tarihsel süreç içerisinde tedricen inşa edilen Türklük Sözleşmesi’nin üç temel maddesi vardır: Birinci maddeye göre Türkiye’de imtiyazlı ve güvenli yaşayabilmek, toplumsal hiyerarşide üst katmanlara çıkabilmek ya da çıkabilme potansiyelini sürdürebilmek için Müslüman ve Türk olmak gerekmektedir. İkinci maddeye göre, Osmanlı ve Türkiye’de Gayrimüslimlere yapılanlar (tehcir, katliam, soykırım, gasp, ırkçılık, ayrımcılık vb.) hakkında doğruyu söylemek, bu gruplarla duygudaşlık kurmak ve bu gruplar lehine siyaset yapmak kesinlikle yasaktır. Üçüncü maddeye göre ise, Türkleşmeye direnen Müslüman gruplara, özellikle de buna kararlı ve güçlü bir şekilde direnebilmiş Kürtlere yapılanlar hakkında doğruyu söylemek, onlarla duygudaşlık kurmak ve onlar lehine siyaset yapmak kesinlikle yasaktır.”
Yine Ünlü’den devam edelim:
“Dolayısıyla Türklük belli görme, duyma, bilme, ilgilenme duygulanma halleri olduğu kadar, aynı zamanda belli görmeme, duymama, bilmeme, ilgilenmeme, duygulanmama halleridir.”
Derdini böyle açan kitap ilerleyen sayfalarda bu sorunu “Beyazlık Üzerine Düşünmek”, “Müslümanlık Sözleşmesi”, “Türklük Sözleşmesi’ne Geçiş”, “Türklük İmtiyazları”, “Türklük Performansları”, “Türklük Halleri” ve “Türklük Krizi” ana başlıkları etrafında inceliyor, tartışıyor.
Kitapta, özellikle Kürtlerle yapılmış görüşmeler dikkatimi çekti. Bu görüşmeler Türklük Sözleşmesi dahilinde yaşayan bizlere onların yaşadıklarının aksi sayesinde adeta bir ayna olmuş.
Görüşme yapılan kişiler Abdullah Öcalan’ın da yazılarında vurguladığı “kültürel soykırım”a şu ya da bu düzeyde maruz kalmışlar. Ana dilinizi konuşamadığınızı, hayatınız boyunca adeta çift kişilikli yaşadığınızı, sürekli kendinizi saklamak zorunda olduğunuzu düşünün. Görüşülen Kürtler farklı siyasal kimliklere sahip olmalarına rağmen baskın Türklük kimliğinin kendilerini hep sinmeye, görünmemeye zorladığını ve kendilerini ifade etmeye başladıkları koşullarda ise cezalandırılacaklarını, günlük yaşamlarındaki tecrübelerden ve hafızalarda yer etmiş katliamlardan biliyorlar.
Tehdit edilenler tabii sadece Kürtler değil Türklük sözleşmesine dahil olmayan herkes. Arada aklıma şu geldi: Acaba Kemal Kılıçdaroğlu anadilinde konuşmakta ısrar etseydi bırakın ana muhalefet partisi lideri ya da SSK’da memur olmayı, Nazımiye’den beri gelebilir miydi?
Türklük performansına devam…
Mevcut iktidarın Kürtleri aşağılama teşebbüsüne ise son İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde bir kez daha şahit olduk. Fakat “Öcalan Mektubu” başlığı altında sergilenen provokasyon geri tepti.
Burada asıl dikkatimi çeken şey rejimin Kürtlere yönelik küçük gören yaklaşımı değildi, çünkü bunu zaten çoğumuz biliyorduk. Asıl sorun bir türlü Kürtlere güvenmeyen Türklük Sözleşmesi dahilinde davranan kişilerin bakış açısıydı.
HDP, Kürt hareketi “tarafsız kalmak” diye bir şey dile getirmezken yine her seçim döneminde olduğu gibi malum koro sayıklamalarını sürdürüyordu: “Anlaştılar!!!” “Hayır öyle bir şey yok,” diyen Kürtlere söylenen “Sen Kürt olduğun için şüphe duymuyorsun” gibi sözler bir nakarattı.
Yaşananlara rağmen maalesef Kürtleri ikinci sınıf gören ve gerçekte ırkçılığı temsil eden bu “derin bakış”ın sahiplerinin utanması kuşkusuz zor. Ama yine de bir yolunu bulup onlara yardımcı olmak şart…
Geçtiğimiz hafta rejimin bir numarası Türklük Sözleşmesi’ne AKP döneminde yaptıkları önemli katkının altını bir kere daha çizdi. Babacan ve Gül çizgisine “Ümmeti bölersiniz” serzenişiyle seslenirken Türklük Sözleşmesi dahilinde sadece Sünni İslam’ın yer aldığını belirtmiş oldu. Aslında Ünlü’nün de kitabında işaret ettiği “Türklük krizi” ne böylesi ve gerçekte krizi derinleştiren hamlelerle çare bulmak mümkün olur mu?
Bunun bir hayli zor olduğunu, İsmail Beşikçi olarak birken, yıllar sonra Barış Bildirisi’ni imzalayan akademisyenlerle, binler olarak yaşanan açığa çıkma halinin temsil ettiği şeye baksak dahi bunun mümkün olmadığı görülebilir. Elbette bu hal tam bir “bastırılanın geri dönüşü” durumu değil ama daha kapsamlı bir sorgulamaya dönüştüğü koşullarda “sahip olunan bilginin getirdiği sorumluluk”tan en azından bir kısım insan için kaçmanın zor olacağı aşikâr…
Barış ve muhatabı değiştirmek
İktidarın içerde ve dışarıda ülkeyi soktuğu girdaptan çıkış arayışı bugünlerde yoğunlaştı. İktidar bloku içindeki çatlaklar artarken rejim kendini yeni ittifaklarla reorganize etme arayışını sürdürüyor.
Bu çerçevede ve aynı zamanda geliştirilen direnişin etkisiyle Kürtlerle barış söylemi yeniden tedavüle girdi. Bu durum daha çok rejim açısından ayağını basacak bir yer arama pragmatizminin ötesine geçmiyor.
Kaldı ki yeniden müzakere koşullarında iktidarın bir bütün olarak kalabileceği bir hayli şüpheli. Kürt hareketi açısındansa “barış pazarlamacıları”nın sunduğu kadar (Özelikle Suriye ve Irak’ta yürütülen, derinleştirilmeye çalışılan işgal politikaları göz önünde bulundurulduğunda) ehven bir pozisyon yok.
Bütün bunlara rağmen barış olabilir mi? Bu mümkün fakat bilindik bir yöntemle olabilecek bir şey değil. Her barışın farklı muhatapları ve odaklandığı sorunlar var. Dolayısıyla varsa gidilecek bir yer yürünen yollar da farklı oluyor.
Burada ayrıntılarına girmeyeceğim fakat Kolombiya’da FARC’la yapılan ve 2016 Aralık’ında yürürlüğe giren bugünse “öldüren barış” diye bahsettiğimiz bir kategoride anılmayı hak eden “başarısız” deneyimin bize bir şeyler öğrettiği kanısındayım. Bundan daha iyisi zordu diyebileceğimiz düzeyde bir müzakere süreci yürütülmesine rağmen, gelinen durum barış isteyenler açısından çok yönlü bir felaket.(2) Barış isteyenler için bir başarısızlık örneği olan Kolombiya deneyimi bize barışın kalıcı olabilmesi için iki şartı tekrar hatırlatıyor, sorunun kaynağı olan egemen sınıfların bizzat devlet eliyle örgütlediği konseptin ortadan kaldırılması, en azından legal meşruiyetinin son bulması, bir diğeri de barışın toplumsallaşması. Bu ikisinin bir arada yapılabileceği politikaları tartışmak zorundayız…
Bunun her anlamda muhatabı değiştirmekten geçtiği kanısındayım. Bunun anlamı öncelikle barış politikalarının hedefi olarak iktidarın/düşmanın değil birlikte yürümek istediğimiz en geniş toplumsal kesimlerin bu politikanın asıl muhatabı olarak düşünülmesi gerektiği. Aynı zamanda “Kürt sorunu”nun sınırlar ötesi olduğu gerçeği de göz önünde bulundurularak bu barışma-kucaklaşma politikaları başta Suriye, Irak ve İran halkları olmak üzere bölgenin bütünü kapsamak zorunda.(3)
Geniş toplumsal kesimler nasıl muhatap yapılabilir ve bu süreçte muhatabı nasıl değiştirebiliriz sorunun yanıtının bir kısmını yeni anayasa tartışmaları kapsamında bulabileceğimizi sanıyorum. Bu konuda Ertuğrul Kürkçü yakın zamanda yapılan bir söyleşide şunları söylemiş:
“İnsanların kendi geleceklerini tartıştıkları zeminler oluşturmak, onlara taleplerini ifade edecekleri kanallar açmak, on binlerce derneği, binlerce sendikayı, mahalleleri, okulları, iş yerlerini, her yeri halkın meclisi kılmak demokratik kampın öncüsünü bekleyen görevler bunlardır. HDP, Demokratik Cumhuriyetin ‘anayasa’ yazarak kazanılamayacağı, ama bir ‘yeni, demokratik ve özgürlükçü anayasa’nın Demokratik Cumhuriyet için mücadelelere yaslanarak, halkların aşağıdan, doğrudan demokrasi zeminlerinden türeyen talep ve düşüncelerinin tercümesi olarak vücut bulacağı bilgisine sahiptir. Bu bilgiyle hem TBMM’de, hem TBMM dışında çalışmaya devam edecektir.” (Mezopotamya Ajansı- Ferhat Çelik)
Burada HDP için ifade edilen işlerin (TBMM bir yana) barış isteyen herkes için ortak, özellikle yeni bir demokrasi kurmak istiyorsak paylaşılması gerektiği kanaatindeyim. Burada ilaveten söylenmesi gereken bu anayasa yapma sürecinin barışmaya koşut olarak kurgulanabileceği gibi aynı zamanda yeni bir sözleşme oluştururken “Türklük Sözleşmesi’nin sorgulanarak ilga edilmesine zorlamak bizim görevimiz olmalı.
Elbette bizim toplumumuzda yazılı belgelerin, atılan imzaların, verilen sözlerin özellikle egemenler açısından fazla bir anlamı yok. Bu ön kabul burada aynı zamanda değiştirmemiz gereken çürümüş bir kültürel öğeye de işaret ediyor. Barış her derde ilaç olamaz kuşkusuz ama en azından bir topluma kaybettiği itibarını, onurunu yeniden kazandırmanın aracı olabilir…
Velhasıl-ı kelam muhatabınızı seçemezsiniz ama her anlamda değiştirebilirsiniz...(4)
(AS/EKN)
***
(1) Kitap bana kendimin Türklük Sözleşmesi içindeki hallerimi düşünmem için bir olanak sağladı. Tıpkı bir çoğunuz gibi ben de Hrant Dink’in katledilmesinden suçluluk duydum. O bir eşikti diyebilirim. Sonra Barış Ünlü gibi yurt dışında Türk olduğumu fark ettim. Aradaki fark benim aynamın Kürtler değil Avrupalı beyazlar oluşuydu. Kafalarında bir Türk imgesi vardı, o Türk arkadaş olabilecekleri biri değildi, en fazla sokakları süpürecek, döner yapacak biriydi. Onların arkadaşı olamazdı, arkadaşları olabilmem için onların kafalarındaki kendi devletleriyle yaptıkları sözleşmeyi delmeliydim…
(2) FARC yöneticilerinden Iván Márquez’in aylar önce, Jesús Santrich’inse yakın zamanda, imza attıkları barış anlaşmasını fiilen tanımayarak süreci terk etmiş olmaları hali hazırda da yürümeyen barışı büyük risk altına sokacaktır. Öte yandan barış anlaşmasından bu yana sola dönük devlet ve desteklediği paramiliter
(3) Burada Kürtler açısından bölünmüş, baskı altındaki Kürdistan’ın anti tezi olarak gündeme gelen “ulusal birlik”in özellikle son dönem Türkiye’nin Irak Kürdistan’ında geliştirdiği işgal politikaları karşısında kolay kolay sonuç vermeyeceği görülüyor. Bu durum elbette yapılamıyor diye bu politikayı terk etmeyi gerektirmez. Fakat aynı zamanda daha kapsamlı çözüm arayışlarının karşısına çıkarılması da şart değil.
(4) Bu muhatabını değiştirme politikasının işçi hareketi açısında da bir karşılığı var. Ülkemize artan göçmen akını sayesinde işçi sınıfının en alttaki katmanını göçmenler oluşturur hale geldi. Sadece bu pozisyon bile örgütlenme çalışmalarında öncelikli olmaları gerektiğini gösteriyor. Hem bu kesimlere karşı artan ırkçı kini törpülemek, hem de egemenlerin ırkçılıktan beslenen yıkıma dayalı politikalarına fırsat vermemek için bu kesimlerin örgütlenmesi şart. Fakat bu aynı zamanda onların etnik-kültürel kimliklerini de tanıyarak başarılabilecek bir şey.