Türkiye medyasında dünya haberleri Türkiye'nin kendi gündeminin yoğunluğunda kolay kolay yer bulamaz. "Dünya"da olup biten ya bir doğal afet, ya büyük bir kaza ya da magazin "degeri" yüksek bir skandal olmalıdır ki Türkiye'de medyada yer alsın, konuşulsun, izlensin.
Türkiye halkı biraz da bu yüzden ülkede cereyan eden her olayı dünyada eşi benzeri olmayan, etkisi büyük olaylar gibi algılar, sadece kendi başlarına gelmiş gibi yasarlar. Dış basından salt Türkiye'ye ilişkin haberler çekip alınır, Batı'nın "bizi" nasıl gördüğü ve değerlendirdiğidir asil mesele, "biz" Batı'ya bakmak, onu anlamak istemeyiz.
Oysa günümüzde Batı, Türkiye'nin henüz yasamaya başlamadığı, farklı halleriyle uzaktan temas etti bir sosyal krizle boğuşuyor. Okyanus ötesini yakından tanımıyorum ama Avrupa'da gözlenenler, yazılanlar, yüksek sesle tartışılanlar, ırkçılığın hızla yükselmekte ve yayılmakta olduğunu, hatta siyaset yapma biçiminin etkin unsurlarından biri haline gelmeye başladığını işaret ediyor.
Geçtiğimiz yaz Türkiye'deki televizyon kanalları "bakın Avrupalılar neler yapıyorlar, onlar da demokrat değil" söylemini ön plana çıkararak Fransa'nın Romanya'dan gelen Çingeneleri sınır dışı etme sahnelerini yayınladı.
Ulusal medyada alttan alta verilen mesaj bir Avrupa ülkesinin polisinin de şiddet uygulayabileceğiydi. Fransa'nın Çingenelere ettiğine kızıldı. Avrupa'da da dayak, baskı ve şiddet var diye toplumca rahatlanıldı ve meselenin ırkçı izdüşümleri tartışılmadan Türkiye'de rafa kaldırıldı.
Oysa konu basta Fransa ve Romanya olmak üzere Avrupa ülkelerinde uzun suredir tartışılıyor. Avrupa Parlamentosu bugüne kadar sınır dışı edilen on binlerce göçmene sesini çıkarmamışken Romanyalı Çingenelerin sınır dışı edilmesini görece ikiyüzlü bir tutumla protesto ediyor, Fransa'dan hesap soruyor. Avrupa Birliği (AB) Parlamentosu'nun söz konusu tavrı almasındaki en önemli gerekçe konunun bizzat AB içinde cereyan etmesi ve iki AB üyesi ülkenin karşı karşıya gelmesine neden olmasıdır.
Ne yazık ki geçmişteki güç kullanarak ya da başka yöntemlerle gerçekleştirilen sınır dışı etme faaliyetlerine bu duruma maruz kalan kimseler AB dışı ülkelerin vatandaşları oldukları için AB Parlamentosu'nun koruyucu tepkisine nail olamamışlardı. Tüm eleştirilere rağmen AB Parlamentosu'nu da içine alan geniş bir kurumsal tepkinin ortaya çıkması bir ilerleme olarak nitelendirilebilir. En azından Avrupa bugün kurumsal düzeyde bu sorunla yüzleşmek zorunda kalmıştır.
Ancak, kanımca meselenin kökeni, günümüzde pek çok siyasetçinin yadsımasına rağmen sınıfsal bir açmaz ve sosyal bir bütünleşme krizidir. Avrupa'da yükselen ırkçılık göç olgusuyla neredeyse iç içe geçmiş ve Avrupa'nın tüm ekonomik ve sosyal felaketlerinin sorumluluğu göçmenlere yüklenmiştir.
Aşırı sağ partilerin ve yayın organlarının ezberi "üçüncü dünya"dan gelip yerel halkın işini çalan göçmenlerin, kıtanın en önemli sorunu olduğu yargısına dayanmaktadır. Ne yazık ki bu söyleme en çok prim veren gruplar da, bizzat göçmenlerin gelip katıldıkları alt sınıflara dâhil kimselerden oluşmaktadır.
İş ve daha adil bir gelir talebinde en çok bulunanlar yasal ya da kağıtsız göçmenler ve issizlikten şikayet eden "otokton" Avrupalılardır. Dertleri ortak olan bu kitleyi ayıran tek unsur ise ne yazık ki gittikçe altı çizilen renk ve din farklılıklarıdır.
Öte yandan, birçok Avrupa ülkesinde en ağır ve en istenmeyen islerin yasal ya da kağıtsız yabancı isçilere yaptırılması ve en ırkçı söylemlerin de aslında göçmenlerle en az karşılaşan ve en az göçmen alan bölgelerde yasayan topluluklarda hayat bulması da başka bir çelişkili durumdur.
Günümüzde Almanya'da Noenazilerin en çok türediği bölge olarak Doğu Almanya biliniyor; oysa Doğu Almanya göç almayan ve zaten fakir olan bir bölge. Göçmenler Münih, Frankfurt, Hannover, Düsseldorf gibi kentlerde yoğunlaşırken, göçten ırkçılık çıkarma işi Doğu Almanya'da issizlikten yakınan kimselere düşüyor.
İşsizliğin sosyal ve ekonomik bir açmaz, yanlış politikaların yarattığı bir kısır döngü olduğunu inatla es geçip, Bati Almanya'da "çalışan" gömenleri günah keçisi olarak stigmatize ediyorlar.
Avrupa'da pek çok göçmen, ırkçılık karşıtı kuruluş ve akli selime inanan tüm siyasetçiler ve vatandaşlar, 30'lu yılların Avrupa'sını anımsayıp, ürperiyorlar. Bu ürperti ne yazık ki Türkiye'nin meşgul gündemine bir türlü yanaşmıyor.
Hal böyle olunca Trakya'da kurulan ve hemen hiç kimsenin haberdar olmadığı/edilmediği "kacak göçmen" kampları hatırıma geliyor. Sayısını bilemediğimiz birçok Afgan, Pakistanlı, İranlı aileye ev sahipliği yapıyor bu yerleşimler. Gelirken tek başına olan göçmenler, zaman içinde birbirleriyle kaynaşıp aile kuruyorlar, çocukları oluyor, bu çocuklar okula gidemiyor, nüfus kağıtları olmuyor, bir biçimde kayıt dışı ekonomiye katılıyor ve yok sayılan varlıklarıyla bir yasam kurmaya çalışıyorlar.
Günümüz Türkiye'si artik dışarıya göç veren, ekonomisi zayıf bir ülke değil, aksine göçe açık bir ülke haline geldi ve kimsenin ruhu duymadan gerek Batı'dan sığınma isteyen geçici sığınmacılara, gerekse pek çok kaçak çalışana ev sahipliği yapıyor.
Ekonomisi güçlenirken, demokrasisi ağır aksak ilerleyen ve zaten sinsi ırkçı söylemlerinin fazlaca telaffuz edildiği ülkemizde bugün Avrupa'nın yasadığı sorunları tartışmaz, değerlendirmez, kendi gündemimizle bağlantısını anlamaya çalışmazsak, Türkiye hep yakalamak istediği Avrupa "seviyesine" ulaştığında bas etmemiz gereken daha büyük sorunlarımız olacak. (MÖ/SP)