15 Mayıs Pazar sabahı Fransa büyük bir sarsıntıyla uyandı. Pazar keyfini, sabah mahmurluğunu bir kenara bırakıp hepimiz Fransa gündemine bomba gibi düşen haberin peşine düştük: Dominique Strauss-Kahn (DSK) gözaltına alınmıştı!
Uluslararası Para Fonu (IMF) eski başkanı DSK'nin taciz suçlamasıyla gözaltına alınması haberi, tüm dünya medyalarından farklı, çok daha etkili bir biçimde tezahür etti.
Fransız medyasına. Fransızlar için DSK'nin IMF başkanlığı geçici bir süreçten ibaretti, Fransa DSK olarak çağırdığı bu adamı Fransa'nın 2012'deki başkanlık seçimlerinin en gözde adayı, Fransa'yı içine düştüğü ekonomik sıkıntılardan bilgisi ve zekâsıyla çıkaracak, Sosyalist Parti'ye (PS) bir umut, yeni bir soluk getirecek, Sarkozy'nin karizmasını dengeleyerek sağ-sol tüm seçmenlere çekişmeli, keyifli bir seçim yaşatacak dinamik, etkili bir cumhurbaşkanı adayı olarak bekliyordu.
Her ne kadar 15 Mayıs olayı vukuu bulduğunda Strauss-Khan Sosyalist Parti'nin cumhurbaşkanı aday adayı olduğunu açıklamamış olsa da, adaylığına ve Sosyalist Parti'nin iç seçim maratonunun galibi olarak cumhurbaşkanlığına yürüyeceğine neredeyse kesin gözüyle bakılıyordu.
DSK'nın IMF başkanlığı da sosyalist seçmenin önemli bir bölümü için sorun teşkil etmemiş, kendine has çözüm önerileri, özellikle Yunanistan ekonomik krizindeki tutumu, sosyalist geçmişiyle IMF'ye yeni bir anlayış getirmiş olması, DSK'nın sosyalist seçmenin gözünden düşmesini engellemişti.
Son iki seçimde, önce 2002'de aşırı sağcı ırkçı Jean-Marie LePen'in dönemin cumhurbaşkanı Jacques Chirac'la ikinci tura kalmasının ardından Fransa'nın cumhurbaşkanı bir ırkçı olamaz diyerek kitlesel olarak Chirac'a oy veren (Chirac % 82'lik rekor bir oy oranıyla cumhurbaşkanı seçildi), ardından 2007 seçimlerinde Sarkozy'nin seçilmesini önlemek icin gönülsüzce Sosyalist Parti'nin zoraki adayı Ségolène Royal'e oy veren sosyalist seçmen, 2012 seçimlerine destekledikleri ve güvendikleri bir adayla gitmek arzusundaydı.
Sosyalist Parti'nin seçmeni bir yana, DSK tüm Fransız kamuoyu, Fransa'nın uluslararası alandaki saygınlığı, görünürlüğü ve etkisi bakımından önemli bir figürdü. Özetle 15 Mayıs Pazar sabahı Fransa, daha sonradan pek çok fransızın dile getireceği üzere bir "insanlık trajedisi"ne uyandı.
Nasıl olabiliyordu da bu denli parlak bir kariyere sahip, Fransa için yeni bir siyasi umut olarak algılanan biri bu kadar yüksekten bu kadar çaresizce, bu denli çirkin bir şekilde düşebiliyor, sosyalist seçmenin büyük bölümünün umutlarını, Fransız siyasetinin uluslararası platformdaki imajını da beraberinde götürebiliyordu?
Fransa'da DSK şokunun artçıları geçtiğimiz haftalarda süregeldi, Sosyalist Parti sağduyulu ve temkinli söylemlerle fazla yıpranmadan iç seçim maratonuna yöneldi, Sarkozy'nin partisi UMP'den, aynı zamanda hükümet üyesi Georges Tron'a yönelik benzer taciz suçlamaları gündemi biraz olsun değiştirip PS-UMP arasındaki dengeyi tekrar sağladı.
Ancak DSK'nın kelepçeli görüntüleri, Amerikan basınının Fransızları alaşağı eden manşetleri, Fransız mutfağındaki kurbağa bacağı yemeğine ithafen DSK'yı ve onun özelinde tüm Fransızları "kurbağa" olarak tanımlamaları hafızalarda yankılanmaya devam ediyor.
DSK olayına Amerikan yaklaşımı, Fransa'daki ast-üst ilişkilerini, iş ve siyaset dünyasındaki maçizmi, güçlü erkeklerin tacizleri karsısında sessiz kalan ya da ortada taciz yokken bunu bir araç haline dönüştüren kadınları Fransız toplumunun nasıl algıladığını tartışılır hale getirdi.
Fransa Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) aksine, tanınmış kimselerin özel hayatıyla fazla uğraşan bir ülke değildir. Özellikle siyaset alanında bir siyasetçiye darbe hiçbir zaman özel hayatıyla ilgili bir konudan gelmez, Fransızlar yolsuzluk, adam kayırma, siyasi bozunmuşluk gibi konuları çok daha fazla önemser; evlilik dışı çocuklar, evlilik dışı ilişkiler vs gibi konulara kafa yormazlar.
Siyasetçilerin yasadığı aşklar siyasetin marjında, birkaç magazin dergisinin sayfalarında kalır, siyasetçi dürüst siyaset ilkeleriyle işini yapıyorsa kime aşık olduğu, kimi aldattığı, çocuğunun DNA bilgileri kimsenin umurunda olmaz.
Ancak siyasetçi siyasetten ziyade dolandırıcılıkla, yolsuzlukla meşgulse Fransız toplumunun bu kişilere söyleyecek çok sözü olduğu gibi, genellikle verecek oyu da yoktur. Kişisel olarak Fransız toplumunun bu tutumunu Amerikan toplumunun ahlakçı tutumuna hep yeğlemişimdir.
Fazlasıyla bireysel alana girdiğine inandığım "gönül işleri" meselelerinin siyasetçinin siyasi etiğiyle pek de ilgisi olduğunu düşünmem.
Bu yaklaşımım kaset skandalları, harem usulü çok eşliliği savunan danışman hanımların üstün görüşlerinin tartışıldığı seçim öncesi Türkiye'sinde ne denli anlamlı kabul edilir bilemem ama bir siyasetçinin etik ve siyaset oyununun kuralları çerçevesinde iş yapmasını evlilik dışı çocuk yapmasından daha namuslu bulduğum bir gerçek.
Örneğin cinsel hayatı konusunda ahlakçı Amerikan toplumuna yalan söylediği için başkanlıktan olan Bill Clinton'la Irak'taki Baas rejiminin kitle imha silahları konusunda tüm dünya kamuoyuna düpedüz yalan söyleyen George W. Bush arasındaki etik ayrımı görememeyi, bu yalanın ABD toplumu tarafından yaptırımsız bırakılmasını insanlığın akıl tutulmalarından biri olarak görüyorum.
Strauss-Kahn'a dönersek, daha suçu sabitlenmemiş, mahkemece yargılanmamış bir zanlıyı aynı ahlakçı duyguların itkisiyle, büyük bir keyifle ve hatta neredeyse kimi yüce Amerikan değerlerini taşımayan bir "kurbağa", yani Fransız olmasından ötürü masumiyet karinesini hiçe sayarak, olayın olası mağduru otel çalışanı kadının da toplumsal yaşamını ciddi ölçüde kısıtlayarak bu olayı bir şova dönüştürmenin çirkinliğinin altının çizilmesini çok önemsiyorum.
Nitekim şartlı olarak salıverilen Strauss-Kahn nispeten rahat bir biçimde yaşamına devam ederken, mağdur olarak anılan otel çalışanı kadının magazin basını dışında akıbetiyle pek de ilgilenilmiyor: işini kaybedeceği gerçeğinin pek de sorgulanmıyor oluşu hayli düşündürücü.
Bir erkek siyasetçinin hem de her türlü eleştiriye açık bir kurum olan IMF'nin başkanının basına gelen bir olayın medyatik yansımalarını eleştirirken aldığım yanlış anlaşılma riskinin farkındayım.
Ancak yukarıda tasvir ettiğim durumlar ve sonuna kadar karşı çıktığım Amerikan ahlakçılığını eleştirirken kadına yönelik şiddeti meşru göstermeye çalışan başka bir ahlakçılığa, maçist tutuculuğa, gücün kutsanmasına çanak tutmuyorum.
Eğer bir kadın, yüksek statülü bir erkeğin statüsünü ve kas gücünü kullanması suretiyle şiddete maruz kalmışsa sonuna kadar bu suçun cezalandırılmasını ve bu önemli şahsiyetin ya da başka olaylardaki başka şahsiyetlerin statüleri sayesinde ceza almaktan asla kurtulamamalarını savunuyorum.
Bir kadına düzeyi ve etkisi hangi boyutta olursa olsun herhangi bir biçimde şiddet göstermiş olma ihtimali olan bir adamın Fransa cumhurbaşkanı olması ihtimalinin ortadan kalkmasından da büyük bir rahatlık duyuyorum.
Ancak yine de DSK hüküm giyse de, aklansa da, henüz yargılanmadan ahlâkçılığın giyotininde infaz edilmesinin, ahlâkı hukuka yeğ tutan muhafazakârlığın gösterilerinden biri olduğuna inancım tam. (MÖ/ŞA)