“Doktor Martinez’i de Yolculadık!” demiştim ardından beş yıl evvel.
Ölümünden on gün kadar önceydi! Bir gazete için o gün defnettiğimiz yazar arkadaşımız Mustafa Gazî (Seyda) üzerine konuşmuş ve demiştim ki; “Tanıdığım arkadaşlarım içinde ikisi var ki hayatları boyunca paraya tamah etmediler ve dahi bedenlerini hiç düşünmediler. En zor zamanlarda fedakârlıkta sınır tanımdılar. Biri Seyda’ydı gitti işte yolculadık öte yakaya. Altay, yoğun bakımda canıyla cebelleşiyor.”
Bu ifademin üzerinden çok geçmeden Altay da çoklu organ yetmezliğinden hadi, bana eyvallah dercesine gidiverdi!
Edebiyat farkındalığı
Geriye dönüp baktığımda kırk yıla dayanan bir zaman geçmiş arkadaşlığımızın üzerinden. Sonradan adı Anadolu Lisesi olan Diyarbakır Maarif Kolejini bitirmiş. Sonra da Dicle Tıp Fakültesi öğrencisi olmuştu sevgili Altay.
Levent Müjde, Suat Tokat, Celal Tokat, Altay Martı’yı tanımam İşte o seksenli yılların ortalarına rastlar.
Ruhu şad olsun şimdi aramızda olmayan o da kara mizah ustası Malatyalı Mustafa Demirci hocayı daha önceleri tanımıştım. Nihat ve Nesrin Şahbaz ile tanışmam da o yıllara rastlar. Tiyatronun o yılların Diyarbakır’ındaki emektarı dostum Cuma Boynukara’yı...
Altay, “ekip arkadaşları” içinde Edebiyat okurluğu ve yazma yeteneği konusundaki özelliğini hemen hissettiren bir farkındalığa sahipti.
Karikatür çizer ve mizah öyküleri yazardı. En ciddi muhabbetlerin bir yerinden “mizahi” bir yan çıkarırdı hep.
Diyarbakır surlarının kuzey yakasının hemen karşısında oval kapısı ile ben buradayım dercesine duran Ali Emiri Ortaokulu’nun Sokağı zemin katta bir öğrenci evleri vardı. Bir akşam balık rakı muhabbetine beni bir “abileri”leri olarak davet etmişlerdi.
İcabet etmiştim davete. Salondaki divanda beni “aziz misafır” olarak oturtmuş, Altay, Suat ve Levent de karşımda oturmuşlardı. Sohbet gayet iyi akıp giderken arada bir muzipçe gülüştüklerini gözlerinin de arkamdaki duvara kaydığını fark edince dönüp bakmıştım sırtımı dayadığım duvara.
Duvarda Altay’ın çizimi ile bir Türkiye coğrafik haritası, üzerinde bir Atatürk resmi; altında da “misak-ı milli sınırları içinde tantana istemez” yazısı...
Basmıştım küfrü; “ulan puştlar, Allah insanı sizin şerrinizden korusun” deyivermiştim.
Babası Varol amcanın eski bir başçavuş olduğunu, askerliğin zorluğunu sürdüremeyip hayli yıllar evler istifa edip, Diyarbakır’ın Bağlar semtine yerleşip o yıllarda Seyrantepe semtinde olan eski otogardaki seyahat firmalarından birinde yolculara bilet kestiğini öğrenmiştim.
İşte kaderin cilvesi; Zonguldak Bartın’lı emekçi bir baba ile Elazığlı bir anadan babasının işi nedeniyle Kilis’te doğup 4-5 yaşlarından sonra Diyarbakır Bağlar’ı mesken tutmuş ilkokulu da Bağlar’la Ofis arasında kalan Şair Sırrı Hanım İlkokulunda okuyarak Altay’ın yolu Diyarbakır’la kesişerek adeta Diyarbakır nüfusuna kopmaz bağlarla bağlanmıştı.
O yılların Bağlar’ı öyle bir mahalle ve öyle bir yaşamdı ki; “aslanı, pençesinden tanıyan bir kuşak” sayın o yılların gençliğini...
Düşünün bir yanda 12 Eylül 1980’li yılların alabildiğine politik yılları. Askeri darbenin ortalığı toz-duman ettiği yıllar. Öte yanda Altay gibi kentin yüksek oktavlı politik atmosferi ile tanışık biri olmakla birlikte o yapının içinden mizahi bir eda çıkarmış olmak.
Sonra hekimlik, ilk görev yeri Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesi. Gitmiştik bir kaç arkadaş kış vakti ziyaretine. Bir iki gün de evinde konuğu olmuştuk. Önceden programladığımız halde; ne Meteor Çukuru’nu, ne Ağrı dağını, ne de İshak paşa Sarayı’nı göremeden dönmüştük.
Her defasında Altay olanca önemsemezliği ve mukallitliği ile “boşverin ya hu, işte orada duruyor; dağ da, saray da, çukur da...” sonra da eklemişti: “şimdi gidersin Diyarbakır’a hiç birini göremeden geri döndük dersin” deyivermişti. Yemiş, içmiş sonra da geri dönmüştük Diyarbakır’a…
İlk mizah öyküsü "Ödüllü Suç İşleme Yarışması", 1982'de tıbbiyenin taze öğrencisiyken Gırgır dergisinde yayınlanmıştı.
Öngörüsü güçlü edebi algısı hayli derinlikliydi.
Benim “Sırrını surlarına fısıldayan şehir, Diyarbakır” kitabım ilk çıktığında İstanbul’dan arayıp kutlamış ve “Belki çok satan olmayacak ama her zaman ilgi gören bir başucu kitabı olacak” demişti. Dedikleri de çıkacaktı.
Sohbetini hep özlediğim, İstanbul’a her gittiğimde eğer uygunsa Suat Tokat ve Nihat Şahbaz,la, bir iki kez de Cuma Boynukara ile birlikte amiyane tabiriyle muhabbetin “belini kırdığımız” arkadaşımızdı.
Kitaplarını Altay Martı ismiyle, gazete ve dergi yazılarını Doktor Martinez ve Hazım Ruhi müstear adlarıyla yazan çok üretken bir yazardı Altay.
Dönem dergileri olan; Ekspres, Leman, Gırgır, Söz, Öküz dergilerinde yazıp çizdi. 16 sayı çıkan Fesat’ın genel yayın yönetmenliğini yaptı. Başı hiç beladan kurtulmayan ve büroları bombalanan Özgür Gündem gazetesinin “Dr Martinez’” müstear adıyla kültür sanat sayfasında kara mizah yazarı Altay’dı…Ödüller de aldı…
Kanser uzmanı / radyasyon onkologluğu gibi zor bir hekimlik dalı seçmişti. Çok iyi bir hekimdi. Hayatı boyunca paraya asla ilgi duymadı...Tanıdığım ender kaliteli insanlardan biriydi Altay Martı... Yeri çok zor doldurulacaklardan...
1995-2003 yılları arasında basılıp yayınlanan; Öldürmenin Erkek Yüzü, Ağır Aksak Öyküler, Savaş ve Kalbim, Geçkin Bir Kadın, Süleyman Bey Çocuğu ve İyilik Tanrısının Günleri isimlerini taşıyan altı kitap bıraktı ardında...
Neredeyse 30 yıl olmuş Express’in 11. sayısında (9 Nisan 1994) yayınlanan “Ah Diyarbakır…” yazısının son cümlesi: “Tarihin sana karşı suçları artıyor. Ah Diyarbakır!” Hiç eksilmedi ki, daha çok arttı suçları zaman içinde Altay…
Özlüyoruz Altay’ı, ruhu şad olsun...
(ŞD/EMK)