2011'i geride bırakırken; hem yıl içinde yaşadıklarımızı hatırlamak ve hem de önümüzdeki yıla dair beklentilerimizin neler olabileceğine ilişkin bir şeyler yazmak istedim...
Sondan başlayacak olursak... Şırnak'ın Uludere İlçesi Ortasu (Roboski) Köyü'nde köylülerin savaş uçaklarıyla bombalanarak katledilmesi, bizleri bir kez daha "devlet" dediğimiz olgunun acımasızlığıyla tanıştırdı.
Yıllar öncesinde, aynı ilin bu kez Güçlükonak köyünde benzer bir duruma şahit olmuştuk. Üzülerek anımsayacak olursak; "korucu oldukları halde" köylüler bir minibüste yakılarak katledilmişlerdi.
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) hükümetlik yaptığı son yıllarda katliam gerçekleriyle sarsılıyor ve '90'lı yılların benzeyen acılarını hatırlamak zorunda bırakılıyoruz.
"Unutma, unutturma" şiarlarıyla dikkat çektiğimiz katliamlar için, "istesek de", AKP sayesinde hafızalarımızın zayıflaması mümkün olmuyor! Zaten, artık '90'lı yıllar ve şimdiler için bir ayrım yapmanın da ehemmiyeti kalmadı. Sözkonusu faşizm olunca, birbirinden ayrılmayan onyıllar geçiriyoruz.
Halbuki AKP, Türkiye'de siyasal iktidar olmasının ardından geçmişi anımsatmayacak çözümler üretmeye aday olduğu iddiasındaydı. Toplumsal barışın inşası açısından hepimizi umutlandırmasının nedenini de böyle gerekçelendirebiliriz.
Yanılmışız ve dahası yanıldığımızı anlamak için de çok fazla beklediğimizi düşünüyorum.
AKP'yi bir "iyilik perisi" olarak gören ve hâlâ böyle gösterme derdi taşıyan herkes de, tanığı olduğumuz bu kanlı sürecin sorumlularıdır.
Ergenekon, ''Demokratik açılım'', Alevi çalıştayları
Aynı zamanda, sözde "demokratikleşmenin bir ayağı" olarak başlatılan Ergenekon yargılamalarının da, giderek, toplumun geniş muhalif kesimlerini kapsayan bir tutuklama sürecine dönüştürüldüğünün tanığı olduk. AKP, faili meçhul cinayetler işleyenlerin 'yargılayanı' değil; bizzat ''cinayetlerin öznesi'' haline geldi.
"Demokratik açılım" aldatmacasıyla da, Kürt halkının siyasal kimlik talebini bir kenara atıp, soruna şiddet ve savaş mantığı içinde çözüm arayan bir yeni konseptin AKP tarafından hayata geçirildiği de, çok geçmeden gördük, yaşadık.
Alevi çalıştayları düzenleyerek Alevilerin eşit yurttaşlık temelinde talep ettikleri haklarının sağlanacağı vaadinde bulunan AKP, yine kandırıyordu! Zira, bugüne değin Aleviler lehine, onların talepleri etrafında atılmış tek adımın bile şahitliğini yapamadık!
Sivas katliamıyla yüzleşmek adına da, Madımak Oteli kamulaştırılıp, güya bir müzeye dönüştürüldü. Ancak Alevi toplumunun beklentilerinin aksine hükümet kendi bildiğini okudu ve Sivas şehitlerinin isimlerinin yazılı olduğu yere katillerin adını kazımayı ihmal etmedi!
Dersim'e üzülen Maraş Katliamını kınayanlara saldırır mı?
İl başkanlarını topladığı bir parti toplantısında, dünya literatüründe görülmemiş gayri ciddi bir üslupla ve alaycı bir tavırla Dersim'den 'özür dileyen' ancak bu özrün gereğini yerine getirmekten kaçınan da, AKP'nin ve devletin başındaki isimdi; Erdoğan'dı.
İlginç ki, bir süre Türkiye kamuoyu ve medyanın birinci gündemi olan Dersim, hükümetin talimatları doğrultusunda ve bir anda gündemden ilga edildi!
Dersim'den "yarım ağız özür dileyen" aynı AKP, Maraş Katliamı ile yüzleşmekten de kaçındı ve bırakalım yüzleşmeyi; henüz geçtiğimiz günlerde Maraş şehitlerini anmak isteyen bizlerin üzerine jandarma komandolarını ve polisini saldırttı.
Referandumla sadece kendi özgürlüğünü genişletti
AKP, referandumda özgürlük ve adalet vaadinde bulunmaktan da, referandumdan sonra halklar için kutsal olan bu iki kavramı hırpalamaktan da, geri kalmadı.
Yargının ve ordunun demokrasi karşıtlığına -ki haklıydı- vurgu yapan AKP, referandumdan sonra aynı karşıtlığı bu kez kendisi sürdürecekti. Öyle de oldu.
12 Eylül zihniyetiyle hesaplaşacağını söyleyen Başbakan Erdoğan, 12 Eylül uygulamalarına "rahmet okutacak" yeni "terörle mücadele" konseptini devreye soktu; hak ve özgürlüklerden bahsedenin, "terörist" sayıldığı ve nihayetinde tutuklandığı bir yeni devre imzasını attı.
Farklı kimlikler kadar, emekçilere de düşman kesilmişti AKP. Oysa, yine referandum sırasında emekçilere grev hakkından, örgütlenme özgürlüğünden dem vuruyordu. Buna rağmen; daha on gün önce, 21 Aralık'ta greve giden eğitim ve sağlık emekçilerine AİHM ve Danıştay kararlarını hiçe sayarak soruşturma başlattı. Yani, yalan söylemediği kimse kalmadı AKP'nin!
Sanata "terör'' diyen, teröre susan bakan!
Sanatçıların artık özgürlükleri kısıtlanmadan sanatlarını üretebileceklerini vaat eden de, Erdoğan'ın ta kendisiydi.
"Yeni Ahmet Kaya hadiselerine" izin vermeyeceğini ileri sürdükten hemen sonra, şahsımın da içinde bulunduğu çok sayıda sanatçı için onlarca yargılama dosyası hazırlanmıştı bile.
'Şaka' olduğunu farkettiğimiz bu süreci, şaka gibi bir bakanla da taçlandırdı Erdoğan; müzisyeni, ressamı ve diğer sanat alanlarını icra eden herkesi "terörist"ten sayan yeni bir İçişleri Bakanımız olmuştu bile!
Onun algısı, AKP'nin politikalarından kesinkes bağımsız görülmemeli. İçişleri Bakanı ne söylüyorsa, AKP Hükümeti de o söylenenleri düşünen bir siyasi güçtür zaten.
Bıkmadan usanmadan toplumda muhalif olan herkese sataşan İçişleri Bakanı, ne hikmetse 35 Kürdün katledilmesiyle bir sessizliğe büründü. O herşeye sözü olan, enerjisi hiç tükenmeyen bakan, anlaşılan o ki bir tek katliamcılara laf söylemiyordu!
Ne demişti Ahmet Arif..
Bu konuda zaten AKP yetkililere sözü bırakmak haksızlık olur! Son sözü Ahmed Arif, 30 Temmuz 1943'de, Van'ın Özalp ilçesinde 33 Kürt köylüsünün, General Muğlalı'nın emriyle kurşuna dizilmesi üzerine söylemişti. En anlamlısı, o sözleri bir kez daha hatırlatmaktır:
"...Vurulmuşum
Dağların kuytuluk bir boğazında
Vakitlerden bir sabah namazında
Yatarım
Kanlı, upuzun...
Vurulmuşum
Düşüm, gecelerden kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canim alırlar ecelsiz
Sığdıramam kitaplara
Şifre buyurmuş bir pasa
Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız.." (FT/BA)