Ankara’dan İstanbul’a bir uçak yolculuğu sırasında sağımda oturan kişinin, "Ferhat Bey, Ahmet Kaya’nın yaptığını beğendiniz mi" sorusuyla irkilmiştim. Şahıs devamla, "bu ülkenin Türk olduğunu ve hiç kimsenin ekmeğini yediği kaba ihanet hakkı olmadığını" buyuruyordu. Rahatsızlığımı açık bir dille ifade etmiş ve oradan kalkarak, başka koltukta yolculuğu sürdürmüştüm. Doğrusu, o ana kadar bir gün önce Magazin Gazeteciler Derneği'nin ödül töreni ve bu törendeki gelişmelerle ilgili hiçbir bilgiye sahip değildim.
Eve vardığımda, bir gün önce Ahmet Kaya üzerinden kopartılan fırtınanın hemen hemen bütün televizyon kanallarına yansıyan görüntü ve yorumlarıyla karşılaştım. Doğrusu, ilk kez korktuğumu hissettim. Ahmet’in ödülünü alırken “Kürt asıllı bir sanatçıyım ve Kürtçe bir klip çekeceğim” demesi, ırkçı takımını harekete geçirmeye yetmişti. Masasına otururken atılan çatal ve bıçakların hedefindeydi. Salondaki, gözlerine kan bürümüş; insanlıktan nasiplenmemiş bu ırkçı güruh durdurulamıyordu. Öfke Serdar Ortaç isimli şarkıcının Onuncu Yıl Marşı ile doruğa çıkıyordu. Ahmet’in orada yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı. Ödül törenine davetli olduğum halde katılmayan ben, bu gelişmeleri televizyonlarda gördükten sonra, "keşke orada olsaydım" dedim.
Ahmet, "popüler sanatçı" kimliğinin arkasına gizlenen bir kişilik değildi. Yurtsever devrimci bir yürek taşıyordu. Bu yürek, onu Kürt sorunu başta olmak üzere özgürlük ve demokrasi mücadelesinde sözü olan biri haline getirdi. Dahil olduğu platformlarda savaşın acımasız yüzünü izah etmesi, ırkçı politikaların tuzağına yakalanmış geniş kitleleri etkiliyordu. Bundan, ulusalcı-Kemalist sistemin hoşuna gitmezdi. Kürdün adına da tahammülü olmayan sistem, tıpkı bugünkü gibi, ana-akım medya üzerindeki vesayetiyle ülkeyi gönlünce yönetiyordu.
Resmi politikalara itirazı olan kim varsa "vatan haini", "terörist" diye yaftalanıyordu. Ahmet ise Kürdistan'da devletin katliam ve baskılarının artışına paralel olarak sesini artırıyordu.
Birlikte çıktığımız Avrupa turnesinde insanlar, Ahmet Kaya'nın özüyle karşılaştılar. Sahnede Kürtlere yöneltilen kirli politikaları teşhir ediyor, ardından bir ilke başvurarak, Medya TV'de canlı konser veriyordu. Bundan istinat eden devlet, deyim yerindeyse, Ahmet'in ipini çekmek için an kolluyordu.
Turne üç ay sürmüş, Türkiye'ye dönmüştük. Savaş devam ediyordu. Medya TV'de verdiği konser Kürtler nezdinde Ahmet'in kıymetini katlamıştı. O güne değin, belki de "mesafeli" durdukları Ahmet'e, konserlerinde geniş katılımlarla eşlik eder olmuşlardı. Karşılıklı sevgi pratiği yaşanıyordu. Ahmet, Kürtlüğüne ve halkının kederine büsbütün taalluk etmeye koyulmuştu.
Bu etkileşim, albümlere de yansımaya başlamıştı. Kürt halkı ile coğrafyasını işlediğimiz şarkılar dilden dile dolaşıyor; Ahmet "Şarkılarım Dağlara", ben de "Özlemin Dağ Rüzgarı" diyordum. Sevgili Yusuf'un (Hayaloğlu) kaleminden çıkan sözlerle ve kolektif bir ruhla ortaya çıkan şarkılar yankılanıyordu.
Ahmet’in özellikle "Şarkılarım Dağlara" isimli albümü rekor sayılabilecek tarzda büyük bir satış grafiği yakalamıştı. Böylece, televizyon kanalları için talep edilen biri haline gelmişti. Aynı dönem bir televizyon kanalıyla anlaşıp şov programları yapmaya başladı. Belki hatırlanmaz ama benim hatırımdan gitmeyen bir gerçeği aktarayım: Ahmet'in, bu şov programının, sanırım 2. veya 3. bölümüne konuk ettiği kişi, önceleri radyo programcısı olarak bildiğimiz, Serdar Ortaç'tı. Ahmet'in de bağlı olduğu müzik şirketinden çıkan albümün tanıtımını ilk kez Ahmet'in programında yapıyordu. Programdan sonra Ortaç'ın tanınırlığı artmıştı. Ne var ki, uzunca süredir, Magazin Gazetecileri Derneği'nin ödül törenindeki cellatlığı ile hatırlanıyor.
***
Ahmet’in linç edildiği güne uzanan süreci özetlemeye çalıştım. Linç kültürünün köklü bir gelenek halini aldığı Türkiye’de gerçekçi, haysiyetli bir duruşu temsil etmenin her zaman sakıncaları ve ağır bedelleri oldu. Ahmet Kaya’nın linç edilerek sürgünlere yollanmasının tek nedeni, buydu. Yani, onun açıkça tabu sayılan bir meselede meydan okumasıydı. Gerisi, zaten hazırlığı önceden yapılmış ve gazete manşetleriyle oluşturulacak linçin "sokak boyutu"ydu. İşte, asıl tehlikeli olan da buydu. Ödül gecesi böylesi bir sürecin belki de pimini çekmişti. O, çok sevdiği ülkesinden ayrılmak zorunda kalmıştı.
Bu ayrılık, aynı zamanda fiziken de ebediyete bir yolculuk anlamına geliyordu. Bir sanatçı için, memleketinden, hitap alanından koparılmış olmak ve dilini, havasını bilmediği bir başka diyara hapsedilmek dayanılmazdı. Dayanamadı.
Ahmet yurt dışında sürgün hayatı yaşarken devlet ve onun medyası peşini bırakmadı. Avrupa’da yaşayan Kürtler tarafından sahiplenilmesi ve bütün eylemlerde baş tacı yapılmasına çıldırıyor; her gün asparagas haberlere ve tehditlerle başvurarak, linç ortamını diri tutuyorlardı. Radyolarda Ahmet Kaya şarkıları tercih edilmiyor, Türkiye'nin çeşitli bölgelerindeki kaset yakma eylemleri gazete manşetlerine yansıyordu.
"En iyi Ahmet ölü Ahmet"
Paris’te, gözlerini son kez yumarken 43 yaşındaydı. Ölümünden sonra devlet için değişiklik olmadı; kaldığı yerden, Ahmet'in uğruna hayatını vermiş olduğu değerlere saldırısı sürdü.
Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'nün Ahmet Kaya'ya verilmesi de, devlet nezdinde bir değişimin sinyali sayılmaz. Halkın Ahmet'e ödülünün yanında, zaten bir üstünlüğü de olmaz.
Bu tip girişimlerde, devletlerin sadece yanlılarını anmaması ilk başta bir olgunluk, mütevazılık sanılabilir. Ama, 2002'den beri izlediğimiz "yeni" devlet pratiği "niyet okumayı" elzem kılıyor. AKP, sistemini, "kendi Kürdünü", "kendi solcusunu", "kendi sendikacısını" yaratarak sağlamlaştırmayı sıkça deniyor. Kimseyi öz varlığı ile kabul etme tercihi olmayan bir sistemi temsil ediyor ve kabullenmesinin ölçüsü de, tedricen "zorunlu uyum" sağlaması oluyor. Erdoğan, "Ustanın Hikayesi" adlı belgeselde kısa dönemlik cezaevi serüvenini anlatırken, diğer koğuşlarda bulunan Kürt siyasi tutsaklarla ille de tanışmak istediğini, cezaevi idaresinin izniyle bunu yaptığını vurguladıktan sonra, "bir süre sonra etkilenip değişmeye başladıklarını gördüğünü" iddia ediyordu. Bununla, "her fikre karşı ne kadar kâmil olduğunu" ima ediyordu. Oysa, "herkes bir gün bana benzeyecek" gibi, sakat bir öngörüsü burada açığa çıkıyordu. Erdoğan bu belgeselde Ahmet Kaya'nın da fikren kendilerine yakın olduğunu ileri sürüyordu. Ahmet, başörtülüler için, mütedeyyin çevrelere özgü sorunlar için elinden geleni yapmaya hazırdı, evet. Ama mesela, onun bu hoşgörüden anladığı, İslam maskeli katliamcı çetelere arka çıkmak değildi.
Türkiye'de Ahmet Kaya'nın kimliği, politik ve sanatsal temayülü yargılanmaya devam ediyor. Yani, bu ödülün sahici, kalıcı olmaması adına her yol, bizzat ödülü açıklayanlar tarafından zorlanıyor. O, ana dilde sanattan söz etmesiyle ölüm yolculuğuna çıktı. Ödülü verenler, hem de reform saydıkları "demokratikleşme paketi"nde ana dilde eğitime hürriyet tanımadılar. Konserler engelleniyor, sanatçılar dava kıskacına alınıyor; hedef yapılıyor, sanatın kendisi "ucube" istihkarına uğruyor. Yeni olarak, Dersim'de geçen yıl düzenlenen Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nde yaptığım konuşma baz alınarak, üç yıla kadar hapis yatmam istendi. Sanat ve sanatçı "terörize" ediliyor ve Ahmet tam da bu sebeplerden aramızda değil. Kürtlerin her vakit, Türklerin de Gezi Direnişi sürecinde "yüzde 50'yi zor tutuyorum" sözüyle tanıştığı linç kültürünün Ahmet'in vedasındaki payını da akılda tutmalı. Ölene ödül verip, aynı ideal ve ilkeler ile yaşayanına ceza vermek, "en iyi Ahmet ölü Ahmet mi" sorusuna zemin oluyor.
Her şeye rağmen bu ödül, Kürt toplumunun ve uyanışa geçen diğer toplumların başarılarından da görülebilir. Ona hakkını veren Kürtler ve dostları, önemli bir kesimin de, söz konusu dönemin ırkçı havasını solumaktan vazgeçmesini sağladı. Yaşamın içindeki bu tavır, devletin, Ahmet'i ödüllendirmede beis görmemesini de sağlamış oldu.
Diğer yandan, ödüle rağmen sistem kendisini tekrar ederken, dönemin sorumluları hakkında bir hüküm de vermiş değil.
Eğer Ahmet Kaya'nın rahat uyuması isteniyorsa, her aklı başında, eli vicdanında insanın da beklentisi olan eşit ve özgür yaşamın önünde daha fazla durulmamalı. (FT/HK)