Şehre dair metinlerimde kullandığım bir söz var; ‘memleket sana gelmez, sen memlekete gidersin!’ Gidersin, ya da gitmek istersin de gözden ıraktır, ama ya gönülden! Değildir elbette. Gönülden ırak olmak ne kelime, adeta gönlünüzün ta kendisidir.
Gidemediğiniz, ulaşamadığınız o yer(ler) olmadık zamanlarınızda rüyalarınıza girer.
Ahmed Arif’inki de bu minval üzredir.
Çünkü o ki; “kırar boynunu yürür” ve “kurdun, kuşun bileceği hâl değildir”. Hepi topu “olancası, bir tutam can”dır onun için.
Bu sebeple ömrünün altı üstü on yıllık kadar bir süresini memleket dediği “viran olası hanede / evlad û eyal var” denilen yerde geçirmiştir. O, on yılın da ilk altı yılını çocukluğa dair olan yıllardan sayarsak! Ardı sıra kalan üç beş yıl, mahpusluktan sonra sürgünlere değen yıllardır. Altmışdört yıllık ömrünün çok az bir kısmını şehrinde geçiren bir adamdan şehrine dair bu denli güçlü dizeler başka bir ruh haline delalet eder.
Ardı sıra bıraktığı şiirlere baktığınızda, sanırsınız ki; bir gün bile ayrı düşmemiştir sanki o “yılanlı, akrepli, sevdalı şehirden…”
Çünkü kendisine dize olmuştur şehri; “Bir ben bileceğim oysa ne afat sevdim / Bir de ağzı var, dili yok Diyarbekir kalesi…” Çünkü, afet değil, afattır Diyarbekir. Sevilesidir, koynuna girilesidir. Sevgilidir, yardır, her şeydir. Belki de bunca uzaktaki için “uğruna, ölümlere gidilen”, zuladaki kan ter içinde kalınan “mahzun (bir) resim” olan asi, hem de serdengeçti şehirdir.
Her yılın İki haziranı Ahmed Arif’in ölüm yıldönümüdür. Yaşasaydı 94’ünde olacaktı. 32 yıl önce 2 Haziran 1991’de öte yakaya göçtü. Bir kitap bıraktı ardında farklı zamanlarda çeşitli yayınevlerinde ve sayısı belirsiz korsanlarıyla yüzlerce baskı, içinde de ondokuz şiir.
Hemen herkesin sustuğu /susturulduğu, adamakıllı kelam etmenin, mısra dökmenin, kalem oynatmanın hayli yürek istediği zor zamanlarda Ahmed Arif şiiriyle konuşan ve polis sorgusunda da asla geri adım atmayan bir “adam gibi adam” profili çizdi. Cemal Süreya’ya yazdığı bir mektubunda gök gürültüsünün tarifini yaparken dediği gibi; “biz gurgur baba ve çığla aynı soydanız” der.
1951 yılında meşhur “Komünist Tevkifatı”nda sorguya alınır. İstanbul Sansaryan Hanı’nda günlerce kalır içinden açıkta lağım akan ve koca cardonların cirit attığı hücrede. Kendisinden önce o hücrede kalanlar duvara; “to be or not to be…” diye yazmışlar. O da yazının altına bulduğu sivri uçlu bir tahta parçasıyla; “Ya herro, Ya merro..” diye yazıp altına da bir çizgi çeker. Hücreden mahkemeye götürüleceği gün, her güne bir çentik attığı çizikleri sayar 128 gündür.
Gilles Deleuze der ki; “Sanat, direnendir: Ölüme, köleliğe, alçaklığa, utanca direnir”. Ahmed Arif, bir şair, bir aydın olarak bu anlamıyla sanki direnişin vücut bulmuş halidir.
Pek sevdiğim slogan olmuş bir kitap adı vardır: “Teslim olmayanlar, ölmez”. Bu ifade Ahmed Arif şiirinde sübut bulmuştur adeta. Hem, sade şiirinde mi? Değil vallahi! Kişiliğinde de öyle.
Otuzüç kurşun şiiri geçtiğimiz yüzyılın tam ortası ellili yılların başında henüz hiçbir yerde yayınlanmamışken dilden dile ve elle yazılmış kopyaları elden ele dolaşmaktadır. Polis duyar! Duyar da, durur mu! Durmaz elbet. Hemen alırlar şairi ve yatırırlar tezgâha, ölesiye / öldüresiye işkence eder “oku” şiiri derler. “Ölürüm de okumam” der şair. Okumaz, öldü diye Ankara’da çöplüğe atarlar. Aç köpekler sabaha karşı çöplükte yarı ölü hurdahaş bedenini parçalayacakken çöpçüler bulur. Nefes aldığını fark edince hastaneye taşırlar. Günlerce yatar, zor toparlanır.
Hayli yıllar sonra, 1990 yılının ağustos ayında Avukat Serhat Bucak ile gazeteci yazar Günay Aslan birlikte Ahmed Arif’in evine ziyarete giderler. “Haftalık olarak yayınlanacak Yeni Ülke Gazetesinin hazırlık çalışmalarını yürütüyorduk. Gazetemize yazı yazarak destek olmasını istedik. Onun ‘otuzüç kurşun şiiri’nden yola çıkarak yazdığım ‘Yas Tutan Tarih / 33 Kurşun’ kitabımı kendisine uzattım. Kitabı alırken gülümsedi ve eşi Aynur Ablayı işaret ederek, ‘birlikte okuduk hem okuduk hem ağladık’ dedi”. O gün bir de yazı verir yeni çıkacak gazete için, yazının başlığı; “Evlerinin önü hüzün”dür.
Tam on ay sonra 91 haziranında öldüğünde yazısının çıktığı Yeni Ülke gazetesi; “Kürt Çığlığı, Sustu” manşetiyle yayınlanır.
Ahmed Arif, onurlu, gururlu ve kelimenin şehrine yakışan adabıyla “kabadayı” bir adamdı. (Kabadayı vurgusu maçoluktan azadedir). Hemşehrisi ve dostu Canip Yıldırım ömrünün son demlerinde verdiği bir röportajında; “Ahmed Abi, çok cesur bir adamdı. Hem kendisine saygı gösterilmesini beklerdi. Hem de saygı gösterirdi” der. “Salavat getirir dağ dağ taburlar, / Narlı bahçe üzre kanlı bir akşam, / Gelen elçi değil, / Azrail olsun, / Anam, avradım olsun kaçarsam…” dizeleri boşuna edilmemiştir.
Nitekim yıllar öncesine Siverek’teki çocukluk yıllarına dönersek! Önceki yüzyılın Otuzlu yıllarında Siverek “Şehir ve Ordu Mahalleleri” diye ikiye ayrılıdır. Ahmed Arif’lerin evi Ordu Mahallesindedir. Arkadaşları ile sürekli olarak Şehir Mahallesinin çocuklarını kovalar ve kavga ederler. Çocuklar da kaçıp mahallelerindeki Üçüncü Süvari Alayına sığınırlar. Süvari Alayının camları kırılmasın diye taş atmayı durdururlarmış.
O yıllarda Kürt coğrafyasında Umum Müfettişliklerince “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası yürütülmekte. Türkçe dışında başka dil konuşanlar çarşıda, pazarda yakalanıp karakola götürülünce yedikleri dayağın yanında bir de kelime başına para cezası ödemek zorunda kalırlar.
Anlatıyor çocukluk anısını Ahmed Arif; “Siverek’te Kanlıkuyu diye bir yer var. Çok eski ama yarı harap bir mekân, yanında da karakol var. Karakolun hemen yanıbaşında da en az beşyüz kişinin oturduğu bir yazlık kahve var. Kahvenin orta yerinde büyükçe bir dut ağacı var, dallarında asılı çıngıraklar var. Serçeler dut yediğinde oturanların kafasına pislemesinler diye arada bir o çıngırakların ipini çekip kuşları ürkütüyorlar. Karakolun hemen önüne yatırmışlar birini; sakız gibi bembeyaz uzun donu, entarisi, ipekten poşusu, egali var başında. Ayakkabısını çıkarmışlar, yalın ayak adam. Falakaya yatırmış polisler, tüfeğin palaskasını takmışlar adamın ayağına veriyorlar sopayı. Adam ‘Ya Muhammed’ diyor. Başka bir şey demiyor. Adamın Arap olduğunu o saat anladım. Kürt olsa başka türlü bağırırdı. Ya mahkemeye, gelmiş, ya devletle bir işi var. Ya da yün, yağ, yoğurt getirmiş pazara satmaya.
“Biz Ordu Mahalleli çocuklar yetmiş, seksen metre yukarıdayız. Dört, beş polis toplanmış adamın başına dövüyor. Hepimizin ip sapanı var. İp sapan kullanmak maharet ister. Köylüler çobanlar derler ki; ‘Kürt, tabancadan tüfekten korkmaz ip sapanın hedefini bulduğu taştan korktuğu kadar’. Yumurta büyüklüğünde bir taşı düşünün, vınlayarak geliyor. Ve değdiği yeri paramparça ediyor. O anda hemen kararlaştırdık. ‘Dağıtalım bunları’ dedik. İkişer, üçer metre ara ile mevzi aldık. ‘Dikkat edelim adamı vurmayalım, diğerlerinin de kafasına vurmayalım’ dedik. Üç ya da dört taş salladık, polislerden ikisi yere yıkılınca diğerleri de adamı bırakıp kaçtı. Biz de hemen kaçtık.
Akşam üstü evlere dönünce bir de baktık ki konuşuyor büyükler; ‘Aslan kimin babayiğitler, bıyıklarından adam asılır. Dört tane aslan kimin çıkmışlar ortaya, vermişler polise dayağı! O fukara Arebi kurtarmışlar’. Ben hiç oralı olmadım…”
Çocukken böyle iken, sonrasında farklı mı ki! Değil tabi. Hayatı boyunca gözünü budaktan, sözünü de dudaktan esirgemeyen dobra bir karakter. Yıllardan 1978, Ankara Mülkiyeliler Birliği’nde arkadaşı Vanlı Komünist Neco (Hamit Necmettin Yazıcı) ve adını vermek istemediği CHP’li bakanlık yapmış biriyle oturuyorlar. Mevzu, ülkenin hâl û ahvali! Vanlı Neco az buz bir adam değil! 1965-66 yıllarında Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesinde öğretmen iken “Ben namazımı Mekke’de kılar, kumarımı Monte Carlo’da oynarım” sözü slogan olmuş hikâyesi yazılacak şahsiyetlerden biri.
Sohbet dallanıp budaklanır ve “Kürt İsyanları”na dayanır. Eski bakan konuşmasının bir yerinde “İsyan, misyan deyip meseleyi abartmayalım. Adamların ellerindeki tüfekler bile İngiliz malı! Türkiye’deki bütün Kürt ayaklanmalarının arkasında yabancı parmağı var” deyip, Ahmed Arif’e dönerek; “Sizce de öyle değil mi Ahmed Bey!” der.
Ahmed Arif, bakan eskisine dönerek şöyle bir bakar ve; “Ulan hebene (hebene; Diyarbekir jargonunda küçümsenmek, alaya alınmak istenen kişilere karşı kullanılan fırınlanmış topraktan yapılan büyükçe koca karınlı su testisidir), o yıllarda Diyarbekir marka, Dêrsim marka tüfek mi vardı ki kullanaydılar! Hem Kurtuluş harbi verilirken kullanılan tüfekler hangi markaydı?”
Cemal Süreya, şairin 1968’de yayınlanan “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabından bir yıl sonra yazdığı bir yazıda; “Nazım Hikmet şehirlerin şairidir. Ovalardan seslenir insanlara, büyük düzlüklerden. Ovadan akan büyük ve bereketli bir ırmak gibidir, uygardır. Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları, ‘asi’ dağları…Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri daha deniz görmemiş çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir. Bir hançer kabzasına işlenmiştir” der. Doğrudur Cemal Süreya’nın tespiti, ama eksiktir. Aynı şiirinde hem dağ hem de şehre gönderme vardır:
“Döğüşenler de var bu havalarda / El ayak buz kesmiş, yürek cehennem / Ümit, öfkeli ve mahzun / Ümit, sapına kadar namuslu / Dağlara çekilmiş / Kar altındadır.”
Ve bunları derken Ahmed Arif, sanki bir kıta sonra şiirin asli kahramanını dağdan kanatlandırıp şehre indirerek demiştir ki;
“Karanfil sokağında bir camlı bahçe / Camlı bahçe içre bir çini saksı / Bir dal süzülür mavide / Al-al bir yangın şarkısı / Bakmayın saksıda boy verdiğine / Kökü Altındağ’da, İncesu’dadır.”
Biri ona “aşkın emekçisi” şair derken ne güzel kelam etmişti sahi!
Tutku, aşkla yoğrularak sabır ve metanetle işlenir Ahmed Arif’in şiirlerinde. Bunun somuta zuhur etmiş hâli Ahmed Arif’ten Leyla Erbil’e Mektuplar’da varlık bulur. Öyle bir aşk ki; beklemiş, yazmış inat ve sabırla duygularını “zalım (zalim değil!) Leyla, Leyla…” diyerek mısra dökmüş.
“Benim her şiirimde varsın ve olacaksın…” derken! “Hep seni hayalliyorum, korkunç. Nasıl yanımdasın bilemezsin! Dicle’ye inerim sen, komşuya giderim sen, tabağı tuttuğumda, buzu kırdığımda sen, uzak yakın güzel bir hanım gördüğümde sen. En çok da mısra çekerken…”
Hasretinden Prangalar Eskittim’deki şiirler okunduğu tüm zamanlar boyunca hep ideolojik bir arka plan üzerinden yorumlanarak adeta çoğu kez sloganlaştırılmıştır. Vakta ki; Ahmed Arif’in Leyla Erbil’e Mektupları yayınlanınca o vakit sanki büyü bir başka hâle evirilmiştir. İşte o vakit; “Ve seni düşünürüm / Karanlık, hırslı…/ Seni, cihanların Aziz meyvası, / İlân-ı aşk makamından bir mısra, / Yeşerip, kımıldar içimde, / Düşer aklıma gözlerin…”
Dostluğa kadim anlamda kıymet biçen bir insan hası’ndan söz ediyoruz. Ankara Zafer Çarşısında sohbetlerimizden birinde; biraz da biz gençler kendi kuşağının yaşadığı acıları, zulümleri yaşamayalım diye onca ezaya, cefaya katlanmış olduklarını dillendirmişti. Nitekim mektuplarından birinde; “Yaptığımız ne ki; Kimselerin karnında açlığı, ayağında yalınlığı ve sırtında çıplaklığı kalmasın diye, ömrümüzden bir parça vermek. Hepsi bu” demişti.
Yusuf Andiç anlatmıştı bir defasında: “Yetmişli yılların başı, Ankara’da öğrenciyiz. Ahmed Abiyi Rüzgârlı Sokaktaki gazete bürosunda arada bir ziyaret ediyoruz. Bazen hafta sonları benim gibi birkaç arkadaşı toplayıp Rüzgârlı Sokaktaki lokantalardan birine götürür. Ve lokantacıya ‘Bu çocuklara et ver. Hep patates yiyorlar. Et ver, et ver ki, et yesinler ki, kafaları daha çok çalışsın’. Yemek paralarını da hep kendisi öderdi.”
Şiirlerinin, gerek yaşadığı dönemde gerekse ölümünden sonraki dönemde; kendi kuşağı dahil en az üç kuşağın hem memleket sevdasına, hem de aşklarına adeta “Duygusal Sığınak” olduğunun altını çizmek gerekir. Ve dahi şunun altı da mutlaka çizilmeli; Ahmed Arif’in şiirindeki dili; Kürdün Türkçeye Edebi Jestidir.
Anlatır anılarında; “Bazen salonlarda, stadyumlarda şiir okurken bana laf atıyorlar. ‘Kürtçe oku’ diye! Bir insan iki dilde şiir yazamaz. İsterse o insan yirmi dil bilsin! Gene de yazacağı dil, bir dildir. Şiir, tek bir dille yazılır çünkü!”
Nitekim İstanbul’da öğrenci olan (şimdilerde Avrupa’da yaşayan yazar) Fevzi Karadeniz 1975 yılında birkaç arkadaşı ile Ankara’ya gider ve Ahmed Arif’i İstanbul’da bir geceye davet eder. Mekân Ankara Rüzgârlı Sokakta Gazete bürosudur. Sohbet güzelleşince Fevzi Karadeniz cesaret alıp “Ahmed Abi neden Kürtçe yazmıyorsunuz” diye klasik soruyu sorar. Cevap belki de tarihe kalandır: “Kürtçe şiirin hasını Cîgerxwîn yazdı, yazıyor. Eğer iyi Kürtçe şiir okumak istiyorsan açıp Cîgerxwîn’i okuyacaksın” der.
Buncasını yazdıktan, daha da fazlasını yazmak, konuşmak mümkünken döndüm kendime ve şunları düşündüm: Kimin şehrinde böylesine mısra haysiyetine yürekten inanan ve bunca kudretli bir şair çıksaydı ve dünyaca bu denli üne kavuşan üstelik bu darı dünyada bir tek kitabıyla bu kadar nam salsaydı! Acaba neler yapılmazdı ki! diye sordum sadece kendime. Şairin doğduğu, yaşadığı eve, sokaklara, mekânlara, şehrine devasa edebiyat turları gibi büyük organizasyonlar yapılmaz mıydı? Dünyanın çeşitli dillerine çevrilmiş şiirlerinden dizeler şehrin sokaklarında meydanlarında gösterilip, dinletilip, paylaşılmaz mıydı? “Ahmed Arif’in şehrine hoş geldiniz” yazılı görünür bir estetik afiş kara yolu girişine ve hava meydanı yolcu iniş bölümüne konmaz mıydı?
Bir gün bir İspanyol turistin yolu Diyarbakır’a düşer. Tesadüfen tanıştığı bir Diyarbakırlı ile tercüman aracılığıyla muhabbet ederken; “Kürtleri daha yakından tanımak istiyorum. Nasıl yaşar, ne yapar, ne yer, ne içerler. Bana bu konularda yardımı olacak bir kitap tavsiye edebilir misiniz?” diye sorar. O Diyarbakırlı anında sektirmeden cevabı vererek der ki; “Al Ahmed Arif’in Hasretinden Prangalar Eskittim kitabını ve oku! Yeter. Kürdü ve yaşantısını o şiirleriyle ondan daha iyi hiç kimseler anlatamaz.”
İspanyol turist alır kitabı, ama Türkçe bilmediği için anlamaz. Tercümanı becerebildiği kadarıyla birkaç dizeyi çevirir. “Tamamdır” der turist ve ekler “Benim İspanya’da Türkçe bilen dostlarım var. Onlar çevirir, okurum” der ve ayrılır şehirden, gider ülkesine. Varınca İspanya’ya çevirtir şiirleri pek beğenir. Dostlarıyla kalabalık bir toplantı düzenleyip Ahmed Arif’in İspanyolcaya çevrilmiş şiirlerini okurlar hep bir ağızdan.
Diyarbekir, kente kimliğini veren o çok sert ve zorlukla işlenen bazalt taşı gibi bir şehirdir. Eğer elinizde çelikten yapılma delici yontucu bir aletiniz yoksa o bazalt taştan küçücük bir parça nasıl koparamazsanız, şehrin has evlatlarından da onların ilke bildikleri değerleri tahrip edecek zerre taviz alamazsınız. Ama bir de dilinin sırrına vakıf olursanız! Vakıf olursanız evet dilinin sırrına, o vakit anlarsınız ki dünyanın her yerinde bitkiler, ağaçlar, çim sulanır. Diyarbakır’da ise taş sulanır. Çünkü şehrin taşı dağdan püsküren lavın ateşinin sönüp taşlaşmış halidir. Bağrı hep köz ateştir ve yanıktır. Suyla buluşacaktır ki gönüllere tatlı bir serinlik versin. O köz ateşten müsemma taşa değen su, sam yeli ile buluşanda tatlı bir serinlik verir anlayana, onun adı “Sümbül Hava”dır şehirde.
Ahmed Arif demişti ya;
“Kanım Dicle’ye akar
İster Erzurum’da vuralar beni
İster İzmir’in içinde…”
Onu, sevenleri 32 yıl önce “Dağlarına Bahar Gelmiş Memleketimin…” nidalarıyla uğurlarken, dostları vasiyetine uyarak Diyarbekir toprağı kattılar Ankara’daki mezar toprağına, sonra da Dicle Nehrinden götürülmüş bir tas suyu serptiler başucuna.
Rahat uyusun halkının abisi, dağlarına elbet bir gün bahar gelecek memleketin…
Ah yaşasaydı usta demek dilimin ucuna geliyor ama hemen vazgeçiyorum. E zaten usta hep yaşıyor şiirleriyle...
*Ahmed Arif, Abisi Olmak Halkının (İletişim Yayınları) kitabımdan kimi parçalardan beslenerek bianet için yazdım.
(ŞD/AS)