Reyhan Yıldırım 2007’de yayımlanan ilk öykü kitabı Bazıları Çok Üşür’den sonra Boynumda Bir Dize İnci ile okurlarıyla buluştu.
Edebiyatla ilgilenenlerin Reyhan Yıldırım’la tanışıklığı ya da daha iyi bir ifadeyle dostluğu ise epey eski. Notos, Varlık, Lacivert, Öykü Teknesi, Eşik Cini, Portreler, Radikal Kitap gibi pek çok sanat-edebiyat dergisinde Yıldırım’ın kitap tanıtımları, kuramsal yazıları, öykü yakın okumaları ve öyküleri yer aldı.
Ayrıca Yıldırım’ı kolektif çalışmalar içinde de sıklıkla görebiliyoruz. Şimdi Seni Düşünüyorduk - Selim İleri Armağan Kitabı (Doğan Kitap, 2008), Bozcaada Öyküleri (Yitik Ülke, 2009), Son Otobüs (Pupa Yayınları, 2010), Kadın Öykülerinde Doğu (Sel Yayınları, 2011) ve Öyküden Çıktım Yola (Aylak Adam, 2014) bunlardan sadece birkaçı.
Hani kimi öyküler vardır yazılmış olmak için yazılmazlar ve doğru bir kalemin ucunda naifçe kâğıda dökülmeyi beklerler, işte Boynumda Bir Dize İnci’de yer alan her bir öykü tam da böyle öyküler.
Yıldırım ile son kitabı vesilesiyle bir araya geldik…
Öykülerle iç içe, uzun bir yazarlık geçmişiniz var. Ancak telaşsız bir öykü yazma süreci sizinki. Özellikle kolektif çalışmalar içinde sıklıkla yer aldığınızı gözlemliyoruz. Ortak çalışmalar içinde yer almak belli ki sizin için çok değerli.
Kolektif çalışmaları önemsiyorum. Yalnızca öykü yazmayı değil, öyküler ve öykücüler üzerine yazmayı da sevdiğim için, kolektif kitaplarda her iki türden metinlerim de yer alıyor. Derleyenlerle ilkece buluşabildiğim sürece hayır demiyorum.
Bence, bir tek lambanın herhangi bir sokağı tümüyle aydınlatabilmesi ihtimali yok. Kaynaklar çoğaldıkça aydınlanan alan genişlediği gibi ışığın kalitesi de artıyor. Bunun edebiyat ortamı için de iyi bir yol olduğuna inanıyorum; etik ve etkili. Farklı düşünceler, deneyimler ve üslupların ortak bir amaç etrafında toplanacağı edebiyat sokağının, okurları çekeceği ve çoğaltacağı aşikâr. Kısacası sanatın toplumsal bir süreç olduğu yönündeki anlayışımla katkı koyduğum kolektif yapıtları, bilinçle seçtiğim toplumsal eylemliliklerin ürünü olarak görüyorum. Fakat elbette bu yöndeki katkılar, öykü yazma sürecimden zaman çalıyor. Sizin, benim yazma sürecimi telaşsız bulmanızın nedeni de bu.
Boynumda Bir Dize İnci’nin içinde 25 öykü var. Bu öyküler hem kendi içinde biricik hem de bütün öykülerin bir bütün olarak yarattığı ortak bir atmosfer var. Boynumda Bir Dize İnci’ye giden süreç neydi?
Kitabın girişinde, iki yazarı selamladım; sevgili Leyla Erbil’i ve Aldous Huxley’yi.
Huxley’den alıntıladığım söz şöyle bir şeydi: “Bir gün gerçeği öğreneceksiniz, o zaman gerçek hepinizi delirtecek.” Onlar beni içimdeki deliliğin izini sürmem için cesaretlendirdiler. Böylece gerçeğin hiç olmazsa bir bölümünü keşfetmem mümkün oldu.
Kitaptaki öykülerin yalnızca üç tanesi gazete haberlerine dayanılarak yazıldı. Geri kalanlarını, içimde sürdüğüm izler esinledi. Ne çok ölüm, ne çok haksızlık, duyarsızlık, iletişimsizlik, sevgisizlik, bencillik… Şiddet! Ben de sakatlanmış durumdayım elbette. Doğal olarak, bende ve toplumda pusuya yatmış kötülük ve ona karşı yürütülen mücadele atmosferi, öykülerimin tamamını işaretledi. Fakat şunu da ekleyeyim; kitap bitti, ama araştırmak ve mevcut düzeni değiştirmeye katkı koymak arzum henüz bitmedi.
Boynumda Bir Dize İnci öyküsünde sıraladığınız gibi artık sadece kadınların öldürülmüş olmalarını değil kadınların nasıl akıl almaz yöntemlerle öldürülmüş olduklarını tartışıyoruz. “İnci” boyuna takılan şık bir aksesuar olmanın ötesinde anlamı çoğaltan bir metafor. Yeniden başlamak, yazmak ve boğulmamak için. Boynumda Bir Dize İnci yazılmak için kendini yazara dayatan bir kitap mıydı?
Öyle gerçekten. İncinin tabiatı bana hep dişil gelir. Bir küçük girdiden binbir emekle var ettiği değeri arsızca metalaştıran dünyanın karşısında, silahsız bir emekçi olarak dikilir. Sergi vitrininde edilgenlik, saflık, güzellik sembolü olarak pazarlanması da cabası. Çoğu zaman sustuğu hikayesini, verili normları aşarak ve nerdeyse yoktan bir dil kurarak ortaya sermenin yolunu bulması gerekir. Yalnızca metalaştırılmaktan kurtulmak için değil. Böylece içinde yaşadığı düzeni her yönüyle deneyimleyemeyen kardeşlerine karşı bir görevi de yerine getirecektir. Aksi takdirde inci, farkında olmadan onların boynunda bir tasma olarak da işlevselleştirilebilir.
Yazmak; boğulmamak ve yeniden başlamak için, yalnız olmadığını bilmek, bildirmek, düze hep birlikte çıkmak için! Boynumda Bir Dize İnci, kendini bana dayattı, evet, tam da hissettiğiniz gibi.
Hep yeniden başlamak çabası içinde olan kadınlarla tanışıyoruz, Demirden Bir Kapak, Öznesiz, Dönüş öykülerindeki gibi. Fakat diğer taraftan bu kadınlar kendi seçimlerini yapmış, belli bir eğitim düzeyinde olan kadınlar ve geçmişte bir yerlere gidip tutunmaya çalışıyorlar. Toplumsal algıda kendi ayakları üzerinde durabilecek kadınlarken, yalnız kalma ve kendi iç dünyalarına dönüş söz konusu. Bu konuya biraz değinebilir miyiz?
Verdiğiniz listeye birkaç öykü daha eklemek de mümkün.
Öykülerdeki kadınların hemen hepsi olgunluk çağının eşiğindeler. Eğitimli, kentli, nispeten ayrıcalıklı kadınlar. Ne var ki, içinde yaşadıkları toplumun da öznesi olduklarından daha çok nesnesi durumundalar. Böylesi yolculukları yapmaları zaten beklenir. Hacıyatmaz gibi, mutlaka itilmişlerdir ve hızla ayağa kalkmalıdırlar. Yaşama cesareti olanlar için başka türlüsü düşünülebilir mi?
Bana sorarsanız, bu bağlamda o kadınlar, geçmişteki adreslere tutunmayı amaçlamıyorlar. Gerçekte, tam tersine, zaman içinde kabullenmiş oldukları, kendileri olmayan kişilikleriyle hesaplarını kapatıyorlar. Onlarınki diyalektik bir çaba.
Yenilgilerin üstüne basıp yeniden çıkmayı öğütleyen nineler, kendi seçimlerini yapmayı bazen bir masal anlatarak kız çocuklarına öğretiyorlar. Eril söylemin aksine, bilge bir imge olarak kadına dönüş mü yapmak gerekiyor?
Bu “bilge nine” olayına büyük sempatim var. Çünkü benim de hayatıma girmiş, hayatımı değiştirmiş muhtelif “bilge nine”lerim oldu.
Kadınlar bir yandan omuzlarında gündelik yükleri taşıyor, öte yandan kendileri ve sevdikleri için gün be gün artan varoluşsal risklere çözümler üretiyorlar. Hayatta tutma sorumluluğu, doğalarına içkin. Her zaman duyarlı ve tetikteler. Bu özsel hal onlara öğretiyor. Diyebiliriz ki kadınlardan, özellikle de ninelerden gelen bilgi, zaman içinde sınanmış, bal gibi, işe yararlılığını kanıtladıkça süzülüp bilgelik haznelerinde birikirken kendi veciz dilini de üretmiş bilgiler oluyorlar.
Erkekler nereye döner bilemiyorum, ama kadınlar, bilge bir imge olarak genç yaşlı tüm kadınlarla, ifade sahibinin deneyimlerini yargılamadan önce anlamak, usa vurmak, içlerine siniyorsa kullanmak için iletişim kurmayı önemsemeliler. Bu, kadın dayanışma ağlarını güçlendirmenin yolu da sayılmaz mı?
Fiziksel şiddettin aksine daha çok psikolojik bir şiddet söz konusu. Hayatın dinamiğini etkileyen babalar, eşler var ancak erkekleri dinlemiyoruz; zaten erkeklere dönük naif bir üslup hâkim. Kurgusal olarak tercih ettiğiniz bir yöntem mi daha çok kadınları dinlemek?
Psikolojik şiddet sinsice gelişiyor. Zira kaynağı sistem ve sistem şiddet konusunda fevkalade donanımlı. Günümüzde kadın, çoğunlukla özel alanda. Doğasına özgü üretimi ve erkek/iktidar için kolaylaştırıcı rolünü üstlenmek dışında varlık sergileyemeyeceği şekilde “kapatılmış” durumda. Kimi zaman “beden üzerinden kontrol altına alınma”, kimi zaman “arzularıyla kışkırtılma”, kimi zaman da “nüfusun geri kalanına kazandırılmış ötekileştirici söylem ve eylemlerin bilinçaltına nakşettiği kaygılarla bastırılma” şeklindeki cinsiyet temelli uygulamalarla, büyük denetim altında tutuluyor. Kuşkusuz erkekler de düzenin kendi cinslerine özel stratejilerinden pay alıyorlar.
Ancak kadınlar, fazladan, düzen tarafından, tam da psikolojik şiddet tanımına uyacak şekilde, boyuneğen bir çokluk olmaya daha müsait görülüyor ve küçümseniyorlar. İşte bu hal ve gidiş, beni çok kışkırtıyor. O yüzden kadınları dinliyorsunuz, özellikle kadınları! Sarsılıp bu oyunbazlığı fark etmelerini, iktidarın hiçbir türlüsüne boyun eğmemelerini istediğim için.
Yeni Mahalle öyküsünde sımsıcak bir mahalle atmosferi var. Bir özlem olsa gerek, öykü içimizi hemen ısıtıveriyor. Fakat bir iki üç, pat yere! Öykünün başlarında hâkim olanın aksine duyarsızlık katılaşıyor sanki, hava birden buza kesiyor. İnsanı inciten bir hikâye... Birbirine yabancı ve uzlaşmaz iki duygu. Kasaba ve mahalle arasındaki farklılık mı merkezimizde yoksa salt birey mi?
Kasaba ve mahalle bir yandan vurguladığınız duygulara uygun atmosferleri oluşturmaya katkıları bakımından mekân seçildiler, öte yandan da, sosyolojik dinamikleriyle, öykülerin karakterlerini inandırıcı kıldılar. Bence yerleşimlerin oluşum ve gelişim şekilleriyle içlerinde kurulan ilişkilerin nitelikleri arasında bir bağlaşıklık var. Bununla birlikte amacım mekanları ayrıştırmak değildi. Anlatmak istediğim, naifliklerimize dair hikayelere böylesi uygun düştü.
Yaşamak bir inat Son Otobüs öyküsünde olduğu gibi tanrıya inat yaşıyoruz. Sığınaklarımıza çekiliyoruz. Evlerimizin dehlizlerinde kayboluyoruz. Her yolculuk değiştirir derler ama öykülerde her yolculuk geriye dönüp yeniden bir başlangıç, sadece bir soluk arası. Göğe bakma! diyor kaya, “bir unutsa! Ya da öğrense böyle yaşamayı.” Yaşayabilir miyiz “tanrıya” inat?
“Tanrı” kavramı karışık. Öykü kahramanımız Kaya’nın kafası da karışık zaten.
Başımıza kontrol edemediğimiz her ne geliyor olursa olsun, yeni durumun gereklerine uyumlanarak hayatta kalmaya devam etmek biz insanların doğal bir yetisi. İnsanlığın milyonlarca yıllık hikayesi de bunu kanıtlıyor. Kısacası evet, değişiriz ve yaşarız. (YK/AS)