Yıl 2006. Türkiye'nin bu yılki "vukuat" listesinde daha önce hiç görülmemiş sayıda linç girişimi var.
Bu girişimlerin 30 Ağustosta gerçekleşenini televizyondan izlediğimde artık bir yazı yazmaya karar vermiştim. Ardından bir camide bir "şey" oldu. Başbakan olanların ne olduğunun saptanamadığını söylediği için "şey". Yoksa gelen bilgiler olanların linç olduğuna gösterge.
Linç nedir?
Linç, bir kişi veya grubun daha kalabalık bir grup tarafından hukuki süreçlere başvurmadan ölüm ile cezalandırılmaya kalkılması. Linç eylemi, genelde öldürmeyi hedefler ama öldürmeye varmayan girişimler de linç etme kadar ciddiye alınmalı.
Linç, ABD'de hukuki kurumların henüz yerleşmediği dönemde toplumun çok ciddi suçları cezalandırmak için kullandığı bir yöntem olarak doğmuş, ancak hukukun güçlenmesi ile yasaklanmış. Daha sonra, özellikle güney eyaletlerinde siyahlara karşı kullanılan hukuk dışı bir baskı aracı haline getirilmiş. Linç mağdurlarının çoğunluğu toplumun ezilenlerinden. Linç ile terör estirilmesine göz yumulduğu dönemlerin varlığı bilindiği ve bu konuda yeterince baskı yapıldığı için ABD Senatosu 2005 Haziran ayında linç kurbanlarından resmen özür dilemiş.
Türkiye'de linç
Linç, Cumhuriyet sonrasında Türkiye'de sık ve yaygın olarak yaşanmamıştır. Ancak gerek son 50 yılda yaşananlar, gerekse 12 Eylül Döneminin ardından şiddetin yaygınlaşması ve kurumsallaşması Türkiye'de linç girişimlerini besleyen bir ortam yarattı.
Günümüzde yaşanan ve özel bir kışkırtma ile değil, kendiliğinden başlar görünen linç girişimlerinin son 30 yıl içerisinde pek benzeri yok. 6-7 Eylül olaylarının provokasyon ile başladığı biliniyor. 70'lerin sonunda 12 Eylülü hazırlayan süreçte, halkın galeyana getirilmesi için özel çaba gösterildiği biliniyor. Kısaca özetlemek gerekirse; cami yakınlarında bomba patlatılarak, bombalı paketler ile suikastlar düzenlenerek, Cuma Namazı çıkışı provokasyonlarla -mezhep çatışması kisvesi verilecek- kıyımlar başlatılmak istendi.
Malatya'da Ankara'dan postalanan bombalı bir paketle Belediye Başkanı öldürülerek bir kıyım girişimi denendi ama tam başarılı olmadı. Bir sinemaya atılan ses bombası ile başlatılan Maraş olayları ise tam anlamıyla amaçlanan kıyıma dönüştü. Maraş Davası tutanakları bu kıyımın ne kadar korkunç olduğunu anlatmaktadır. Daha sonra Çorum'da Cuma Namazı çıkışı yapılan provokasyonla bir kıyım girişimi neredeyse gerçekleşiyordu.
Daha yakın zamanda gerçekleşen ve tam anlamıyla Türkiye'ye damgasını vuran Sivas Katliamı ise büyük çaplı ve korkunç bir linç. Bu katliam televizyonlardan yayımlanmasına karşın durdurulamadı ve "katliamın yapanın yanında kalacağı" kanısını güçlendirdi.
Bu kanı günümüzde yaşananları anlamak açısından çok önemli. Türkiye'de tam olarak katliam olarak nitelendirilebilecek eylemlerin cezasız kaldığı yaygın olarak kabul görüyor. Bu iki açıdan çok tehlikeli: Artık "insanlığa karşı işlenmiş suç" adı ile anılan kıyımların cezasız kalması, toplumun adalete olan inancını sarsıyor ve şiddetin geçerli bir yöntem olduğuna ilişkin kanıları besliyor. İkincisi, şiddeti gerçekleştirme niyetinde olanların daha da korkusuzca şiddete başvurmalarını ve yaratmak istedikleri terör ortamını yaratabilmelerini kolaylaştırıyor.
Türkiye'de şiddetin yerleşmesi
Bugün yaşananlar, hala hesabı sorulamamış 12 Eylül Darbesi ile doğrudan ilişkili. 12 Eylül ile şiddet kurumsallaştı ve toplumun içine işledi. 12 Eylülden bir gün önce bir partinin başkanı, değerli bir öğretim üyesi, bir kitle örgütünün seçilmiş yetkilisi olan kişiler, 12 Eylülden sonra sırtlarında askerlerin yürütüldüğü kişilere dönüştürüldü.
12 Eylül terörünün topluma ilettiği en önemli mesajlardan birisi bu. "Kaba güç her şeyden üstündür!". Bu mesaj, o günlerden bu yana yeniden ve yeniden yineleniyor. Kışlalarda yerlerde yatan tutukluların sırtlarında yürüyen, türlü kötü muamele ve işkenceye alet edilen askerler terhis oldu ve kaba gücün iktidarını içlerinde taşıyarak topluma döndüler. Türkiye'de bu askerler gibi çok sayıda insan bizzat şiddetin işlediğini ve şiddet dışı çözümlerin işlemediğini düşündürtecek deneyimlere sahip.
Şiddetin toplumu gerçekten zayıflatabilmesi için gerekli bir araç olan silahlar ise 12 Eylülün Türkiye'ye musallat ettiği Özal'ın sayesinde yaygınlaştı. Başlatılan toplumun silahlandırılma süreci şu an devlet eliyle desteklenmekte. MKE, taksitle silah satıyor, Emniyet Müdürlüğü "halk için" atış günleri veya yarışmaları düzenliyor.
Toplumun silahlanması, hem silahla işlenen suçların artmasına hem kaza sonucu ölümlere neden olur, hem de silahı olanın "kanunu eline alma" isteğini güçlendirebilir. Bu aslında daha önce başka ülkelerde yaşanmış ve bilinen bir süreç. Silah, her zaman girdiği toplumu ve demokrasiyi zayıflatır, hukuk dışı eğilimleri besler ve güçlendirir.
Linç girişimlerine çıkan yolda bir diğer önemli etken, yaygın tıkanmışlık kanısı. Türkiye'nin gerek ekonomik, gerek politik tıkanmışlığı kanıksanmış durumda ve tıpkı başka yerlerde olduğu gibi tıkanmışlık, ülkede tehlike olduğunu düşünenlerin aşırılıklarını (örnek, yükselen milliyetçi hezeyanlar) beslemekte.
Bu tıkanmışlığı özellikle tehlikeli hale getiren, hukuktaki tıkanma. Davaların uzun sürmesi, davaların adil olmayan şekillerde sonuçlanması (büyük cürümlere küçük para cezalarının verilmesi, baklava çalan çocuklara verilen cezalar, katliam davalarının beraatla sonuçlanması gibi) ya da dava açılmaması "Yapanın yanına kalıyor" kanısını, yani toplumun adalet algısının zayıflatıyor.
Buna rağmen, uzun süreli "adli tatil" sürüyor; adli tatil ardından adli kurumlarda önemli görevleri olan kişiler "önemli" olduğunu düşündükleri açıklamalarda bulunuyorlar. Yakın zamandaki yaşanan olaylar ile yargının itibarının iyice sarsıldığı da ortada.
Devletin şiddete taraf olması
Linç girişimlerine varan süreçte, devletin güçlüye zayıf, zayıfa güçlü olması da etkili oluyor. Hukukun yeterince güçlü olmaması yanında, muhaliflere devletin emniyet güçlerinin yanlı davranması çok olumsuz bir etki yapmakta. Asker gönderme bahanesiyle E-5 gibi ana yolları istedikleri süre ile trafiğe kapatanları polis izlemekle yetiniyor.
Aynı yerde, "Tezkereye hayır" gibi bir pankart açacak bir kişi veya gruba ise hemen ve şiddet kullanarak müdahale edileceği kesin. Polisin müdahaleleri aşırı veya yanlış olduğunda ise kovuşturmaya uğramıyor. Ender olarak olumlu sonuçlanan (örn., Manisa Davası) işkence davalarında, sanıklar hep "hafifletilmiş" cezalar alıyorlar. Bu "taraf olma" tutumu, şiddet kullanma eğilimi olan gruplara "taraf bulma" sinyalini veriyor ve linç gibi girişimleri teşvik ediyor.
Linç ve şiddetin her türüne karşı durmak gerekiyor
Linç, hiçbir şekilde kabul edilemez ve toplumun kendiliğinden ürettiği bir tepki olarak da görülmemeli. Linç, Türkiye'de şiddetin kurumsallaşması, hukukun tıkanması, kitlesel şiddetin cezasız kalması, emniyet güçlerinin yanlı ve muhalefeti karşısında gören tutumuyla ortaya çıktı. Linç girişimine karışan her birey, mutlaka hukuki yollarla hesap vermeli.
Linç girişimlerini haklı gösterir, destekler hatta teşvik eder görünen devlet yetkililerinin mutlaka soruşturmaya tabii tutulması ve soruşturma süresince görevlerinden uzaklaştırılmaları gerekir.
Hukuku temelden sarsan linç girişimlerine özellikle hukukçuların tutarlı ve sürekli olarak karşı çıkmaları bekleniyor ve bu karşı çıkış çok etkili olacaktır. Daha genel anlamda, linç ve şiddet açmazına çözüm ısrarla demokratikleşme, şiddetin dışlanması ve tıkanan yani tıkanması sağlanan demokratik süreçlerin açılmasıyla mümkün olacak.(SD/KÖ)