Silahların sustuğu günlerden bu yana kalıcı barışın sağlanması ve demokratik toplumun inşası noktasında adres Meclis olsa da odak hukuk tartışmalarında. 23 yıldır yeni anayasaya ihtiyacını dönem dönem gündeme taşıyan iktidar yine 'sivil anayasa' dedi. Ancak bu kez kritik diyebileceğimiz önemde iki adım da attı. Birincisi Erdoğan'ın "mesele adaylığım değil" çıkışıyla ana muhalefete açık çağrı yapması; diğeri ise 'sivil anayasa' için 10 hukukçu ismi görevlendirerek çalışmaları somutlaştırdığını ilan etmesi.
Diğer yandan çağrının muhatabı CHP, "bu iktidarla ve mevcut sistemde anayasa yapılmaz" tavrını sürdürürken; sürecin önemli bir parçası DEM Parti ise yeni ve demokratik bir anayasanın hazırlanması konusunda iki yıl önce başlattığı çalışmalarını hızlandırdı.
Eski siyasetle yeni anayasa mümkün mü? Türkiye'de anayasa toptan mı değişmeli, yenilenmeli mi? Yargı krizi sistem değişikliğiyle mi aşılacak yoksa iktidar değişikliği yeterli mi? Pazarlık mı var, adaylık hesabı mı? İktidarından muhalefetine siyasetin gündemi yine, yeni anayasa iken tartışmalarda gelinen son aşamayı Eski Anayasa Mahkemesi Raportörü Prof. Dr. Osman Can, bianet'e değerlendirdi.

Osman Can'ın bu konudaki üç vurgusu önemli: travmalarla yüzleşme, siyasete güven, toplumda denge... Anayasal düzende asıl meselenin "güven ve barış içinde bir arada yaşayabilmek" olduğunun altını çizen Osman Can, "Bu toprakların ötekisi olarak bellediğimiz kesimlerle oturup konuşmadan barış mümkün değil. Aksi takdirde kendinize göre steril ve ideal bir anayasal düzen yaratırsınız ve aynı örüntü içinde bir elli yıl daha kaybedersiniz" uyarısı yapıyor.
Mevcut anayasa konusunda en can alıcı sorun sizce ne? Anayasanın yapısal eksiklilerine ilişkin dünü-bugünü-yarını bağlamında neler söylemek istersiniz?
Bence bu anayasal düzenin bölünme, parçalanma korkusu üzerine inşa edilmiş olması birincil sorun. Travmaların, özellikle Balkan travmasının biçimlendirdiği bir düzen. O yüzden sağlıklı bir duygu durumunun ifadesi değil. Korku ve kaygı en aşina duygu ve en küçük bir krizde hızla savrulunan duygu da bu. Bu yüzden sürekli gerginliğe, olağanüstülüğe, ötekileştirmeye ve düşmanlaştırmaya ihtiyaç duyuyor. Yüzleşilmemiş travma ötekinin varlığına itirazla kendini en kolay ifade edebiliyor. 100 yıl önce Ermeni, sonra Alevi, Kürt, yarın başka bir kesit, ama bu örüntü hep tekrarlanacak.
Ülkenin 'kurucu' travmaları
Bununla başetmenin anayasal dildeki karşılığı eşdeğerli, eşit özgürlükçü ve katılımcı bir anayasal düzen inşası. Çünkü bu şekilde ancak bir toplum sözleşmesi üzerine kurulu anayasal düzen yaratılabilirdi, ki 1921 Anayasası bunun aslında olumlu bir örneği sayılabilir. Ancak travmanın ağırlığı ve yoğunluğu gücü eline geçirenin ötekini kriminalize etmesiyle sonuçlandı ve ötekileştirme, eş değerliliği reddetme ve eşit özgürlüğü varoluşsal tehdit görme de kaçınılmaz olarak anayasal düzenin temel tercihlerine dönüştü.
"100 yıldır çoklu kişilik bozukluğu yaşanıyor"
Türkiye farkında ya da değil, 100 yıldır bu tercihlere dayalı bir siyasal düzen inşa etmiş ve 100 yıldır bütün sonuçlarından şikayet ediyor. 100 yıldır çoklu kişilik bozukluğu yaşıyor, bir yandan demokratiklik iddiasında bulunuyor, diğer yandan eşdeğerliliği kabul etmiyor, bir yandan hukuk devleti olma iddiasında bulunuyor, diğer yandan yerel özerkliği tehdit görüyor ve tüm gücü merkezde ve mümkünse tek elde toplamaktan vazgeçmiyor ve bunun için de her zaman bir gerekçesi var: “İçinde bulunduğumuz olağanüstü şartlar” vb. Herkes bu anayasal düzenden şikayetçi, ama herkes değiştirmeye kalkanın parmaklarını kırmaya yeminli. Bunu ancak psikanalizle anlayabilirsiniz, bu hukuksal bir mesele değil. Yani eksikliği bulunan şey anayasal ve siyasal düzenin gereklerine ait “bilgi” değil, bu bilgiye göre hareket etmek için gerekli “farkındalık” ve “psikolojik olgunlaşma”. Türkiye’nin tüm temel sorunları bununla bağlantılı, çok büyük sorunlar, ama çözülemeyecek sorunlar değil. Sadece semptomları düzeltmekten vaz geçelim ve sorunun temeline odaklanalım, gerisi gelir.
Anayasa değişikliğini mi, yoksa sil baştan kurucu bir anayasayı mı daha gerekli görüyorsunuz? Bu konuda uzun yıllar çalışan bir hukukçu olarak atılması gereken adımları nasıl sıralarsınız?
Yani anayasa şart. Ancak bunun için duygu durumunun sağlıklı hale gelmesi gerekir. Önce güven artırıcı önlemler gerekir, bir güven ortamına, öngörülebilirliğe, yürürlükteki mevzuatın en azından uygulanacağına dair bir güven önemli, ortalama yurttaş için asgari bir güvenden bahsediyorum. Toplumun genelinde ve tabi siyasi alanda hakim olan korkuları tetikleyici adımlardan uzak durmak gerekir.
"TBMM içtüzüğü değiştirilmeli"
İkinci aşamada siyasi mekanizmaları rasyonelleştirecek, yani korku, ajitasyon ve manipülasyonla hareket etmesini engelleyecek bazı kurumsal tercihlerde karar kılmak ve buna göre de yasal değişiklikler gerekli. Bu aşamada parti içi demokrasi yaşamsal. Partide kararlar tabandan hareketle oluşmalı, delege sistemi değişmeli, alt örgütler etkili hale gelmeli, parti lideri ve merkezi organları bunları icra eden makamlara dönüştürülmeli. Parti içinde demokrasi yoksa, ülkede demokratik bir yönetim mümkün değildir. İkinci olarak seçim kanunu değiştirilerek, meclisin özerk hale, yani parti liderliğine karşı özerk hale getirilmesi sağlanmalı, liderde denetim için bu hayati. Aynı şekilde üçüncü olarak TBMM içtüzüğü değiştirilmeli ve muhalefet etkinleştirilmeli. Örneğin yaşamsal komisyonların başkanları ve yönetimi muhalefete bırakılmalıdır. Bunlar yaşamsal çünkü denge ve denetimi sağlar, denge denetim ise duygusallıktan uzaklaşmayı mümkün kılar, rasyonellik sağlar, güven yaratır.
Kritik konularda tam uzlaşı
Üçüncü aşamada, ki bu aşama yasal değişikliklerle paralel yürüyebilir. Kritik veya simgesel hususlarla sınırlı anayasa değişiklikleri sağlanabilir, uzlaşıyla. Üçüncü aşamada tam bir özgürlük ortamında hareket edecek bir kurucu konvansiyon toplanabilir ve yeni bir toplumsal sözleşmesi ve üzerine inşa edilecek yeni anayasal düzene karar verebilir.
Erdoğan ana muhalefete "sivil anayasa" çağrısı yaptı, CHP ise mevcut iktidarla yeni anayasa yapmama konusunda ısrarlı. Son tartışmalar doğrultusunda siyasilerin bu konudaki tutumlarını nasıl değerlendirirsiniz?
Bence hiç kimse ötekine parmak sallayabilecek kadar temiz ve kusursuz değil. Bu ülke sağlıklı değil, ama buradan çıkışı da ötekini kriminalize ederek sağlayamayız. Siyasal değişimin adresi öncelikle siyaset kurumu, onun bir kısmını dışarıda bırakalım dersek 27 Mayıs darbesi sonrası sürecini tekrarlamış oluruz. 27 Mayıs öncesinin sorunlarını, 14 Mayıs 1950 öncesini görmezden gelerek anlamak mümkün değil. Toplum sağlıklı değil, siyaset sağlıklı değil, ne iktidarı, ne de muhalefeti. Başka ülkelerden siyasetçi ithal edip “hadi bize toplumsal sözleşme yapın” demeyeceksek başka yolu yok. Biz buyuz, kabul edelim ve başka şekilde de yapabiliriz, 1920’de yapabildiğimiz gibi, üstelik en karanlık ve olağanüstü koşullarda başarabilmiştik.
Bir arada yaşayabilme meselesi
Yani demem o ki, anayasal düzen meselesi ulusal kaderle ilgili ve konjonktürel “iyi-kötü” değerlendirmelerinin üstünde. Güven ve barış içinde nasıl bir arada yaşayabiliriz? Sorusuna odaklanmak zorunda. Bu yüzden tabii ki bu toprakların ötekisi olarak bellediğimiz, düşman olarak gördüğümüz kesitlerle oturup konuşmak zorundayız. Onlarla konuşmadan barış mümkün değil ki. Aksi takdirde kendinize göre steril ve ideal bir anayasal düzen yaratırsınız ve aynı örüntü içinde bir elli yıl daha kaybedersiniz.
Sistem tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Cumhurbaşkanlığı başkanlık sistemi korunmalı mı, parlamenter sisteme dönüş mü sağlanmalı?
Bu tartışmalar bence ikincil. Birincil olan, anayasal düzenin nasıl inşa edildiği, yani sürecin özgürlükçü ve demokratik olup olmadığı. Yine anayasal düzenin nasıl kurgulandığı, yani iktidarın rasyonelleştirilmesi, denge ve denetimin sağlanması, yatay ve dikey erkler ayrılığının sağlanması, parlamentonun güçlü ve merkezi bir konuma gelmesi. Bunlar sağlandıktan sonra, gerisi artık halledilebilir.
Hukukun tartışmalarının bu kadar gündem olması bugün her kesimin anayasa tartışması hangi fırsatları ve riskleri barındırıyor? Hukukçulara siyasilere fazlasıyla görev düşüyor peki toplum sürecin neresinde?
Bence hala insanların bu topraklarda birlikte yaşamaktan vazgeçmediğinin ifadesi bu. Bu nedenle de bu fırsatı biri bu defa heba etmeyelim derim. Çünkü hukuk da konuşulmayacaksa, artık “biz” olmaya dair inancımız kalmamıştır demektir. Bunun sonuçlarını düşünmek dahi istemem.
Toplum şu an çok edilgen ve sadece varlığını sürdürmeye, hayatta kalmaya, dolayısıyla günü kurtarmaya odaklanmış görünüyor, yani duygusal kalelere kapanmış, ötekisiyle iletişimini kesmiş, savaş halinde sanki. Bu hal çok sorunlu bir hal kanımca. Toplumun kurucu anlamda aktifleşebilmesi, onun kalelerinden veya gettolarından çıkmasını sağlayabilecek güven ortamının sağlanmasına bağlı. Bu da siyaset kurumuna düşen bir sorumluluk.
(AB/Mİ)







