Sözlü tarih olmasaydı ne yapardık, nasıl bilirdik sokakların belleklerini, oradan geçen palabıyıklı amcaların cevher yüreklerini, kallavi delikanlıların yumurta topuk ayakkabılarının çıkardığı taktakları, örtülü kadınların mahrem dünyalarını ne ile hatırlardık?
1943 doğumlu İrfan Akbıyık, Ermeni mahallesinde ilk Müslüman fırıncı dedesi Sultan Baloğlu Şıh Mehmet Ağa’yı anlatmasaydı, aynı Mehmet Ağa’nın püsküllü kamasının Kapalı Çarşı’daki marifetiyle Türk ve Müslüman esnafın Ermeni ve Rum esnaf arasında nasıl yer bulduğunu kaydetmeseydi bir bir, Kayseri’nin 50’li yıllardaki ticari hayatını, Kayseri’nin ilk asfaltlanan sokağını, Kapalı Çarşı’nın ilk kadın tezgahtarını, Kayseri’nin ilk pastanesinin hangi vesilelerle açıldığını ve daha nice rengarenk yaşanmışlıkları aktarmasaydı sabırla, nereden bilecektik; Kayserinin capcanlı, rengarenk, tarihten fışkıran yaşanmışlıklarını?
İyi ki sözlü tarih ve onu taşıyan bellekler var da, onları aktaracak mecralardan sizlere ulaşıyoruz. Getirenden götürenden razı olsun, der eskiler… Eyvallah, cümlesinden razı olsun, hatıratı söze taşıyandan, sözü yazıya ve buna vesile olandan, en nihayetinde onu zevkle okuyup ders alandan…
“Babanı mı öldürdüm ben senin?”
Büyük dedeniz Ermeni Mahallesi’nde ilk Türk fırınını açan kişi diye duymuştum.
Dedemin babası, yani büyük dedem Sultan Baloğlu Şıh Mehmet Ağa’nın, Tutak Mahallesi’nde; şimdiki Merkez Bankası’nın aşağı yukarı 200-300 metre ilerisi, yani şimdiki Susal Talebe Yurdu’nun bulunduğu yerde fırını varmış.
Tutak Mahallesi, Hasinni Mahallesi, yanındaki Lale Mahallesi, Hunat ve Çorakçı Mahallesi Türk ve Müslüman Mahallesi’ydi.
Tavukçu, Bahçebaşı ve Caferbey Mahallesi de Ermenilerin olduğu mahallelerdi.
Malazgirt’te Türkler Anadolu’ya gelince Kayseri’ye de geliyor, onlara birtakım mahalleler veriliyor, kendi boylarının adıyla. Bunların evleri hayatlı olur, sokağa penceresi olmaz. Hayat küçük bir bahçedir, içinde bir kuyusu olur, evin pencereleri oraya açılır.
Tutak Mahallesi de böyle bir mahalleydi. Ermenilerin evlerinde camlar sokağa bakar, hayat varsa da evlerin arkalarında olur. Ermenilerde mahremiyet yok, Türklerde İslami düşünceden kaynaklı bir mahremiyet var. Dedemin evi de Tutak Mahallesi’nde ve orada bir fırını var. Şimdiki gibi fırın değil, mahalle fırını. Buralarda herkes hamurunu karar akşamdan, sabah 5 dedin mi fırına götürür pişirmeye.
Ve hamurların mayalanması doğal yöntemlerle olurdu, 13 saatte mayalanırdı. Şimdi pakmaya çıktı, 1 saatte mayalanıyor ekmekler. Hamurların mayalandığı bir maya çanağı olurdu her evde.
Dedemin mahallesi yandaki Ermeni mahallesine göre fakir bir mahalle ve baklava, börek, halka, kete pek yaptıran yok, sadece ekmek pişiriliyor. O ekmekten de cüz’i bir ücret alınır, her ekmekten de yarım ekmek fırına verilir, o pişirme hakkıdır.
Bakıyor ki, orada bir gelir yok, fırıncılıkta esas gelir baklavada, halkada, ketede. Düşünüyor taşınıyor, Ermeni mahallesinde fırın açmaya karar veriyor. Gidiyor, Caferbey Mahallesi’nde fırın açıyor. Sabah namazını kılıyor, fırını yakıyor, bekliyor hamur getiren yok. Ermeniler azınlık psikolojisinden dolayı kendi milletinden fırına ekmek pişirtiyor.
O zaman Ermeniler ve Türklerin sayıları nasılmış?
O yıllardaki rakamları bilmiyorum da, 1950’lerde Kayseri’nin nüfusu 25-30 bindi. 7 bini Ermeni idi. Benim okuduğum İstiklal İlkokulu’nda 60 talebe vardı, 7’si Ermeni idi. Dedem birinci fırını yakıyor müşteri yok, ikinci gün yakıyor yine müşteri yok, üçüncü gün yakıyor yine müşteri yok. Ertesi gün bir Ermeni vatandaşı omzunda bir leğenle hamur götürüyor fırına. Dedem arkasından koşuyor, ensesine yapışıyor, ‘Ben senin babanı mı öldürdüm, bunu ben pişireceğim’ diyor. Ermeni’yi içeri alıyor, sokaklar tenha olduğu için Ermeni de korkuyor, direnç göstermiyor. Güzelce pişiriyor, Ermeni götürüyor evine. Hanımı diyor ki, biz böyle bir ekmek görmedik kim pişirdi? Böyle böyle yayılıyor ekmeğin namı. Ve herkes götürmeye başlıyor ekmeğini.
Püsküllü kamanın marifeti…
Orada para kazanıyor ve sonra diyor ki, ateşin karşısında fırıncılık yapmak zor, bir kişiyle de yapılacak iş değil. Ermenilerin yoğunlukta olduğu ve para kazandığı yer Kapalı Çarşı. Oraya bir dükkan açıyor. Kapalı Çarşı 300 yıllık tarihi olan bir çarşı aşağı yukarı ve 1900’lü yıllar o zaman. Müslüman ve Türk olan hiçbir esnaf yok, çoğunluk Ermeni ve Rum. Oranın ucuz olan bir bölgesinden, şimdiki Bedesten’e 10-15 m. bir yerden dükkan kiralıyor. Kazancılar’a yakın yerler pahalı. Yün, pamuk, yorgan yüzü, yatak yüzü koyuyor dükkana. Birinci gün dükkanı açıyor, Ermeniler hiç hoşgeldine gelmiyor, selam vermiyorlar, dışlıyorlar. Kendi aralarında dedemin anlamadığı bir lisandan konuşuyorlar; şüpheleniyor ve üzülüyor oraya dükkan açtığına. Onların bir cemaat önderi varmış, Kapalı Çarşı’da Arif Çetin’in oturduğu dükkanda otururmuş, ona gidip maruzatını anlatıyor. Eğer bu tutumlarını devam ettirirlerse, dokuzunun birden kafasını keserim diyor, kamayı çıkarıyor gösteriyor. Delikanlılarda eskiden püsküllü kama olurdu. Cemaat önderi gerekeni yapacağını söylüyor ve komşularını çağırıp, ‘Ben bunu Caferbey Mahallesi’nden tanırım, orada fırını vardı, temiz, dürüst bir adamdır, buna dokunmayın, içinizde bir tane de Türk-Müslüman olsun’ diyor. Ve dedem orada sanatını icra etmeye başlıyor. Sonra Kayseri’nin tanınmış ailelerden biri, dedemin de arkadaşı, ondan cesaret alarak ikinci dükkanı orada açıyor, sonra da gerisi geliyor.
“Tehcir Türk-Müslüman esnaf sayısını artırdı”
Türk ve Müslüman esnafın Kapalı Çarşı’da önünü açan büyük dedeniz oldu dolayısıyla.
Evet ama esas Türk ve Müslümanların Kapalı Çarşı’da çoğalması 1915 yılında Ermeni Tehciri’ne rastlar. Birinci Dünya Savaşı halindeyiz, Kayseri’de, Maraş’ta, Erzurum’da Ermeniler ayaklanıyor. Hükümet de onları Suriye’de Lübnan’da topluyor. Ve Ermeniler yavaş yavaş Kayseri’den göç etmeye başlıyor. Türk ve Müslüman esnafın sayıları giderek çoğalıyor, onlarınki de yavaş yavaş azalıyor. Şu anda Kapalı Çarşı’da bir tek Rum ve Ermeni esnaf yok. Kapalı Çarşı Türkiye’de üç tane; İstanbul, Bursa ve Kayseri Kapalı Çarşısı. Bunlar tarihi, 300-400 yıllık kapalı çarşılar. 1983-86 yılları arasında hükümet kararıyla restore edildi, mal sahiplerinden de restorasyon parası tahsil edildi ve modern çarşı haline getirildi. 1933-35 yılları arasında valilik yapan Nazmi Toker, Kapalı Çarşı’nın üstünü açtırmış, esnaf güneş yüzü görsün diye. O zaman eski eserleri koruma anlayışı da yoktu şimdiki gibi. Şimdi Anıtlar Kurulu tek bir çivi bile çaktırmıyor. Ondan sonra aslına uygun restorasyonu yapıldı, güzel de oldu. İçine şimdi ısıtma sistemi döşendi, iyi bir kapalı çarşı haline geldi.
Osmanlı askere, azınlık ticarete…
Ermenilerin ticaretteki başarısı size göre nedendi?
Osmanlı Devleti 10-15 yılda bir çeşitli sebeplerle harp içinde bulunuyordu. Ve o zamanki mevzuata göre azınlıklar askere alınmıyordu. Ticaret de istikrar isteyen bir meslek. Müslümanlar hayvancılık ve tarımla uğraşıyordu. Ve onlar ticareti böylelikle eline almışlar. İkinci sebep 1838 yılında Mustafa Reşit Paşa, İngilizlerle Balta Limanı Anlaşması diye meşhur bir anlaşma yapıyor. Bu anlaşmayla İngilizlere ticaret yapma serbestisi tanındı. O zamana kadar yabancıların Türkiye’de ticaret yapma serbestisi yoktu. Ve İngiliz şirketleri İstanbul’da şubeler açtı ve onlar da kendilerine yakın gördükleri Ermeni cemaatine başka şehirlerde şubelikler verdiler, avantajlar tanıdılar. Ve Ermeniler böylelikle palazlandılar. Kayseri’de bu Ermeni konaklarına baktığımız zaman, Camcıoğlu Konağı’na vesaire, yapılış tarihi 1870 ile 1890 arasındadır. Yani daha evvel büyük bir varlıkları yok, esas varlık bu yolun açılması ile 1838’den sonra oluşuyor. Baltalimanı Anlaşması’nda Türkiye’den ihraç edilen ürünlerden yüzde 12, ithal edilen ürünlerden de yüzde 5 gümrük vergisi alınması kararlaştırıldı. Bu ihracı kösteklemek, ithalatı artırmak anlamına geliyor. Bizim sanayimizin geri kalmasının nedenlerinden biri de bu.
55 yılda bir 1 saat ileri…
Kapalı Çarşı’daki esnaf kültürü nasıldı?
Bu Kapalı Çarşı’da 300-350 seneden beri gelen bir kültür var. Şöyle ki: dedem 55 sene dükkanı saat 5’te açmış, dayım 55 sene 6’da açmış. Şimdiki kuşak da 9’da açıyor. Benim çocukluğumda sabahleyin 7’de dükkan açana mal vermezlerdi, derlerdi ki; ‘Bu bir meyhanede uyuşmuş, kalmış, işine gücüne bakmıyor.’ O saatte müşteri olur mu diye soracaksın. Olurdu, Kayseri’de hanlar vardı, köylüler orada kalırdı. Bu hanların yoğunlukta olduğu yer de İnönü Bulvarı’nın çevresiydi. Aşağıda hayvanlar, yukarıda insanlar kalırdı. Köylü erkenden bir an önce alışverişimi yapayım da köyüme döneyim diye alışverişe çıkar. Onun için sabah erkenden çarşı dolar, bugünkü şartlarla onu karşılaştırmamak lazım. Herkes selamlaşır, birbirlerine hayırlı işler diler, dükkanın önünü sular, süpürür. Dükkanda malların tozunu alır, düzensiz bir durum varsa yerleştirir, müşteri beklemeye başlar.
Kayseri’nin zamane AVM’leri: Kapalı Çarşı, Vezirhanı, Maarifhanı
Tek merkez Kapalı Çarşı mıydı?
Kayseri’de ticaret merkezi olarak üç tane büyük yer vardı: Kapalı Çarşı, Vezirhanı, Maarifhanı. Maarifhanı Maarif Caddesi’nde, Camiikebir’in önündeydi. Maarif Hanı kale duvarlarının taşları gibi taşlarla yapılmış, 50-60 tane 100 m. büyüklüğünde mağazalardan oluşurdu. Orası 1952-53 yıllarında Osman Kavuncu döneminde yıkıldı. Kayseri’nin toptan merkezi Maarifhanı’ydı. Nakliyat ambarları Maarifhanı’ndaydı. Nakliyat hayvanlarla, at arabalarıyla yapılırdı. Karayolları yok, mallar İstanbul’dan istasyondan gelir, 5-10 tane nakliyat şirketi vardı, onların at arabalarıyla çarşıya dağılırdı. Geri kalanı da büyük toptan mağazalarıydı. İkincisi Kapalı Çarşı; orası bir perakende noktasıydı ama belki 10 tane de toptancı vardı. O günün AVM’si orasıydı. Vezirhanı’nda da yapağı, tiftik, deri satılırdı. Eskiden han olarak kullanılmış, altta hayvanlar, üstte insanlar, ortada pazar yeri.
Hanlar iktisat fakülteleri…
Kayseri’de esnaf ve tüccarın gideceği bir ticaret lisesi, okul yok. Okul buralar. Ustalar çekirdekten yetişiyor, usta-çırak ilişkisiyle. Bir dükkanda üç nesil bir arada yaşardı, birbirini de yetiştirirdi; dede, baba ve torunlar. Bir iş bölümü olurdu; dede çekmecenin başına olur parayı yönetirdi, baba dükkanı yönetirdi, gençler de alacakları toplar, mal alır gelirdi; hareket gerektiren işleri yapardı. Dükkanlar yarım metre yukarıda olurdu, içeride halı döşeliydi, gelen müşteri iskeleye yanaşır gibi dükkanın önünde durur, içeri girmezdi. Uzaktan gösterir, şunu ver bunu ver diye. İçerisi de mal sahiplerinin toplanma, dinlenme yeri. Bir de manifaturacı falan olursa, yerler halı olduğu için topu açtığında kumaş kirlenmesin diye orada açılırdı. Dükkanlar küçük olduğu için tezgah yapılamazdı. Bir emniyet bakımından da müşterinin girmemesi iyi olurdu.
Fiks fiyat zor kabul gördü…
Pazarlık o zamanlar da var mıydı?
Pazarlık eskiden beri vardı ama bununlar beraber Kayseri’de makdu (fiks) fiyatla satan birkaç esnaf vardı: Dabanıbüyüğün Mahmut Ağa, Şıh Mehmet Erkök, Özel Mağaza fiks fiyata satardı.
Bu sistem kabul gördü mü?
Kabul gördü ama 3-4 sene müşterinin direncini kırmak için çaba gösterdiler. Birçok müşteri kaçmasına rağmen onu da göze aldılar. Tabi dükkanları kira değildi, kendi mülkleriydi, dolayısıyla masrafları azdı. Pazarlık Arap aleminde de var ama Avrupa’da yok. 1968-72 arasında Orta Anadolu fabrikasında satış müdürüydüm, Avrupa’ya mal satmaya gittim. Yüzde 5 pazarlık marjı koydum, fakat hiçbir ithalatçı pazarlık etmedi benimle. Kimse pazarlık etmeyince o yüzde 5 marjı kaldırdım, çarşı pazarı da gezdim, hiçbir yerde pazarlık edilmiyordu. Ama pazarlık Kayseri’de de azaldı, ticaret kültürü değişti.
Ermenilerden her meslekten bir numune…
Dolayısıyla Türklerin ticareti ve sanatı Ermeniler’den öğrendiği doğru.
1915’te demişler ki; bunların hepsini gönderirsek ayakkabıcı bulamayız, berber bulamayız, marangoz bulamayız, bari her meslekten biri kalsın gibi öneriler olmuş. Ve benim çocukluğumda en iyi taş ustaları, ayakkabıcılar, bıçak bileyenler, demirciler Ermenilerden çıkardı. 1950’de bu böyleydi. O zaman Kayseri nüfusu içinde bunların nüfusu 7 bindi. Son kalanlar da Demokrat Parti iktidara geldikten sonra gitti.
Türkiye’nin stok merkezi Kayseri…
Kayseri’de ticaretin gelişmesinin diğer nedenleri neydi?
Kayseri’de iklim şartlarından dolayı tarımsal faaliyetler kısıtlı, bu nedenle insanlar sanata ve ticarete meyletmişler. İkincisi, Kayseri konum itibariyle merkezi bir yerde. Üretilen ürünler her tarafa kolayca ulaştırılabiliyor. Üçüncüsü, Kayseri Avrupa’nın İsviçre’si gibi düşman istilasının uğramadığı bir bölge, muhafazalı bir yer. Ticaret ve sanat da böyle emin bir bölgeyi ve istikrarı arar. Bir de Kayseri’nin iklimi malların muhafazası için elverişli. Mesela bir deniz kenarında mallar küflenir, rutubetlenir. Eskiden bu saklama koşulları da önemliydi. Yani Kayseri stokçu bir yerdi. Kıtlıkta ve harp zamanlarında Kayseri bir depo görevi görmüş, Türkiye’yi beslemiş. Harp zamanlarında burada saklanan mallar Türkiye’nin her tarafına gönderilmiş. Burası büyük afetlerin olduğu bir yer de değil sonra.
Kaybolan çekiç sesleri, kırışık yüzlü ustalar…
Kaybolan meslekler nelerdi?
Kapalı Çarşı’da saraciye diye bir meslek vardır, Saraçlar Çarşısı da vardır aynı zamanda. Bunlar kemer, cüzdan, at koşum takımları gibi deriden mamul ürünler yaparlardı. Sayacılar Çarşısı vardı, bunlar da ayakkabının üst deri aksamını yapardı. Köseleciler Çarşısı vardı, Kadınlar Çarşısı, Manifaturacılar Çarşısı vardı. Ayakkabıcılar da kalmadı, onlar Vezirhanı’nın üst katında olurdu. Katrancılar Çarşısı vardı, çocukluğumda en çok sevdiğim çarşı oydu. Bit, pire ilacı, kına, baharat, jilet, tırnak makası, tıraş fırçası, sabunu satarlardı.
Hamamlar, pastaneler, Perihan Hanımlar…
Katran ismi nereden gelir?
Tenekelerde katran da satılırdı. Eskiden evlerin üst yapı malzemesi direkten oluşurdu, demir-çimento kullanılmazdı; direğin üzeri tahtayla örtülür, onun üzeri de toprakla kapatılırdı. Kayseri’nin tek katlı evleri hep böyleydi. 1960’dan sonra yavaş yavaş yeni mimariyle birlikte beton binalar çoğaldı. Direklerin çürümemesi için üstüne katran sürülürdü. Katrana güve gelmez, ağaç daha uzun ömürlü olur. Rutubete dayanıklı ağaç ardıç diye bilinir, 100-150 sene dayanır, diğer çam, kavak hemen çürür. Bir taraftan nem, bir taraftan üstündeki toprak çürütür. Katran ağaçtan elde ediyor, ağaç kesiliyor, ondan sızan katran biriktiriliyordu. Devlet de çok kullanırdı bu katranı. PTT direkleri hep katranlanmış olurdu. Yoksa çabucak çürürdü, zaten sonradan demirden direkler çıktı. Katran da şimdi pek kullanılmaz oldu. Bir de şimdi olduğu gibi asfaltlamada kullanılırdı. 1952-53 senesinde de Ordu Evi’nin orada Ahmet Paşa Okulu vardı. İlk orası asfaltlandı. Osman Kavuncu dönemi. Dediler ki bir sokak asfaltlanıyormuş. Nedir bu asfalt görelim diye gittik ki, yola ocaklar kurulmuş, üstünde ziftler kaynıyor, yola el arabalarıyla mozaikler dökülüp o ziftle karıştırılıyor, merdane ile düzleniyor. Tamamen ilkel usullerle… Yaptıkları yerlerde 150-200 m. o da aylar sürüyor. Orası da Hükümet Konağı’na, Ordu Evi’ne, Ahmet Paşa Mektebi’ne, Askeri Hastane’ye yakın diye başlanmış.
Katrancılar’dan aynı zamanda çerçiler malzeme alırdı. Düğme, yorgan ipi, tırnak makası, jilet vs., oradan aldıklarını, boyunlarına astıkları bir tablada satarlardı. Bir de şimdilerde kalmayan çivit ile soda satılırdı. Soda çamaşırın kirini kolay çıkarır. Eskiden çamaşırlar kar gibi beyaz olmazdı, biraz grimsi renk alırdı, onlara uçuk bir mavi renk ve parlaklık vermek için çivit kullanılırdı. Bir de ‘Viktorya boya’ satılırdı. Boya kutusunun üstünde 7 renk vardı, güneşin renkleri. Kadınlar ekonomik olsun diye kaput bezini, beyaz patiska kumaşları alırlar, bu boya ile evlerinde boyarlardı. Boyanmışı pahalı olurdu çünkü.
Nasırlı elleriyle bizim kadınlarımız, güçlü bacılar…
Kadınlar Çarşısı’ndan söz etsek biraz.
1914’te Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’na girince, 16 yaşındakiler bile askere alındı ve evlerde erkek kalmadı. Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı. Aşağı yukarı 12-13 yıl sürdü bu savaşlar ve erkek nüfus kalmadı. Şimdiki gibi Bağ-Kur yok, SSK yok. Kadınlara düştü geçim. Evlerde yaptıkları çorap, kalpak, başlık, çeyiz ürünlerini yaptılar, onlara bir sokak tahsis edildi. Orası, Kazancılar’dan Kapalı Çarşı’ya girip ileri doğru gidince sağa doğru ilk sokaktaydı, Katrancılar’dan daha önce. Sırf kadınlar vardı orada, çünkü eskiden kadınların ticaret yapması uygun değildi Çarşı’da.
Sen ne güzel ablamızdın, Perihan Abla…
Ermeniler döneminde var mıydı kadın satıcılar?
Onların da eşleri ölürse, hanımı gelir dükkanda çalışırdı. Kayseri’de kadınların ticarethanelerde çalışması uygun değildi. Bu, 1970’den sonra başladı. 1956 yılında Efendi Ağa Çarşısı’nda Burhan Karagöz’ün bir tuhafiyecisi vardı. Kayseri’de kadın eleman çalıştıran ilk mağaza orasıydı; Perihan Hanım adında bir kadın kasiyer olarak çalıştı.
Orası hala durur mu?
Sarraf dükkanı olarak devam ediyor. Adamın 13 tane tezgahtarı vardı, kadın çalışınca herkes hayretler içinde kaldı. Kayseri’nin en iyi işleyen tuhafiyecisiydi.
Perihan Hanım akıllarda yer etmiş anlaşılan.
(Gülüşmeler…) Eh, bir tane olduğu için. 1968’de Orta Anadolu’da çalışırken 60 tane memur vardı, Birlik Mensucat’ta da 30-40 tane memur vardı, aralarında bir tane kadın yoktu. Bu Burhan Karagöz’ün kadın işçi çalıştırması büyük bir reform Kayseri’de.
Şimdiki kadın girişimcilerin atası bir anlamda Perihan Hanım.
Tabii. Ve 1915’li yıllarda Kadınlar Çarşısı’nda kadınların ticaret yapmaları da büyük bir reform o günkü şartlara göre.
Geleneğe mi bağlıydı esnaflık yalnızca, ticaret kanunların ne şekilde etkilerdi esnaflık yaşamını örneğin?
Osmanlı Devleti’nde herkes istediği yere dükkan açamazdı ve hükümetin kontrolündeydi. Bunlara ‘kapanaltı’ denirdi. Mesela İstanbul’da Unkapanı var, un satılan yer demek; büyük bir kapısı var, ortası boş hayat gibi, etrafında dükkanlar dizili. Tek bir kapıdan giriş yapılır, sabah belirli saatlerde açılır, akşam belirli saatte de kapanır. Kapalı Çarşı da öyle, Vezirhanı, Maarifhanı öyle. Çarşının bekçisi var, hepsi kanuna tabi. Oraları localar denetler.
Bu durum ne zaman sona erdi?
Çocukluğumda Kapalı Çarşı’nın bekçileri vardı, aşağı yukarı 1970’lerden sonra bu kaldırıldı. Mahallelerde de bir bakkal dükkanı, bir berber, bir bisikletçi, bir kasap bulunurdu. Herkes de her yere dükkan açamazdı.
Germir’in kasapları, Erkilet’in seyyar satıcıları…
Kasaplar Germir’den çıkardı, başka bir yer var mıydı böyle meslek gruplarıyla ünlü?
Mesela seyyar satıcılar Erkilet’ten çıkardı. 10 yaşına gelen çocukları nahiyelere, köylere götürüp alıştırmış küçüklükten. Bunlar manifatura kalemleri, bozulmayan şeyler satarlardı. Fakat köylerde para yok, malla trampe ederler; bulgurla, fasulyeyle, yumurtayla, bazen hayvanla değiştirirler. Onu getirirler, buradaki tüccara satarlar, parayı öyle alırlar. Seyyar satıcılara da ‘çerçi’ derlerdi. Hacılar’dan da seyyar satıcı çıkardı ama Erkilet kadar değildi, bu işin üstadı Erkilet’ti. Erkilet’teki büyük tüccarların aslı hep seyyar satıcılıktan gelmeydi; Tarmanlar, Özkökler, Karahançerler kök olarak hep seyyar satıcıdır.
Taşın ve dokumanın ustası Hacılar…
Hacılar’da da ticaret çok yaygın şimdi?
Hacılar 1950 yılına kadar taş işçiliği ile meşhurdu. Bir mahzen yapılacağı, bir duvar yapılacağı zaman onlar bulunurdu. Ağır işler de çalışırlardı. Bir de ‘kara tezgah’ denen dokuma tezgahı vardı. Bunları da ahşaptan kendileri yapardı. Zaten fabrika yok. İstikbal’in babaları da dokuma tezgahı yapan bir marangozdu. O dokumacılık işi 1953-54’te bitti; dışarıdan makineler geldi, Birlik kuruldu, Orta Anadolu kuruldu derken, tezgah mezgah kalmadı. Bitince yeni bir yol aradılar ve bu işe girdiler.
O zamanın bilindik esnafları kimlerdi?
Ben aşağı yukarı 5 yaşında girdim Kapalı Çarşı’ya, o zamanın esnaflarından iki ya da üç kişi kaldı, onlar da sonraki kuşaklar vasıtasıyla ticarete devam ediyorlar. Eskiden Kapalı Çarşı’nın yüzde 90’ı yerli halkı iken, şimdi yüzde 90’ı taşra esnafı.
Yerli köylü ayrımı mı bu?
Ayrım yok da yani, köylünün gücü yetmezdi oradan bir dükkan işletmeye. Benim çocukluğumda Küçükçalıklar, Baldöktüler, Özerler, Özkökler, Arif Çetinler, Şerbetçiler, Uzun Haliller, Kara Haliller, Erbiller,Taşçıoğullar, Çetinkayalar, Çöplüoğulları, Kızıklılar, Hamurkarlar, bilhassa manifatura piyasasında ticareti elinde tutan büyük tüccarlardı.
Unutulur mu Anadolu Şeker’in helvaları, akideleri…
Çöplüoğlu kolonyada isim yapmış mesela, onun gibi herhangi bir alanda isim yapan esnaf kimlerdi?
Mesela Anadolu Şeker diye bir şekerci vardı Kazancılar’da. Muhittin Nalbantoğlu idi oranın sahibi. Onun ürünleri çok güzeldi. Güzel helvası olurdu, kaliteli şekerler üretirdi; akide şekeri, somun şekeri, çekiçle vurulup kırılan sal şekeri satardı ama kaliteli olurdu ürünleri. Şimdi çocukları bıraktı o işi. Sanatkarlardan, Hayat Lokantası vardı, ürünleri güzeldi. Manifaturacılardan da, sözüne güvenilir, yaptığı hesaba kitaba güvenilir esnaflar vardı. Bunlardan biri Küçükçalıklardı. Fiks fiyata toptan mal satarlardı. Şimdi İstanbul’da ikinci kuşak çocukları mesleği devam ettiriyor. Her meslekte ün yapmış esnaf vardı.
Kapalı Çarşı öyle bir yerdi ki, hile yapan, sözünde durmayan esnafı barındırmazdı, loncanın böyle bir faydası da vardı. Kimse güvenmediği için o esnafa mal vermezdi, bir müşteri beğenmezse bir daha mal almazdı. Bir de çalışma şartları ağır, sabah 5’te dükkan açılırdı. Ticaret Kayseri’de aslanın ağzında derler. Çünkü Kapalı Çarşı’da dükkanlar birbirine yakın; birinin çeşidini öbürü gözetliyor, birinin müşteriyle konuştuğunu öbürü duyabiliyor, bir müşteri oradan çıkıyor oraya giriyor falan. Yani o müşteriyi ikna edip, o çeşidi bulundurup satmak her babayiğitin harcı değildi. O yüzden, Kayseri’de para kazanmak aslanın ağzındadır ve Kayseri’de para kazanan tüccar Türkiye’nin neresine giderse gitsin para kazanır derlerdi.
“Kayserili bara, pavyona harcamaz, tasarrufu sever”
Sosyal yaşam nasıldı?
Kayseri’de eski dönemlerde eğlence yerleri çok yoktu. Kayserinin özelliği tasarrufa riayet etmesidir. Bir Antep’te, Adana’da olduğu gibi Kayseri’de barlar, pavyonlar olmaz, Kayseri halkı oralara para harcamaz. Tasarrufu sever, istikbalini garanti etmek ister.
Akil adamlar sıra oturmalarında belli olur…
Bir sıra oturması vardı benim küçüklüğümde. Sonradan biz de oturmaya başladık; üç gün sürerdi bir evde. Birinci gün meyve verilmez; çay kahve verilir, ikinci gün verilmez, üçüncü gün meyve çıktı mı oturma biter. Ondan sonra öbürü alır. Diyelim 15 kişiyse, üçer günden 45 gün sonra diğerine sıra gelir.
Ne yapılır oturmada?
Çeşitli meslekten kişiler gelir. Onlar bilgi ve tecrübelerini, yaşadıklarını orada anlatırlar. Orası bir ekol, bir mektep gibidir. Yaşlılar var, orta yaşlılar var, gençler var. Gençler hizmet görür, yaşlıların anlattıklarını dinler. Hicaz yarenliği anlatırlar, ticaretten anlatırlar, yakın zamanda alınıp satılan mülklerden bahsedilir; falanca bağ almış şu fiyata, filan dükkanı falan almış da, falan da dükkanı falan kiraya vermiş gibi. Bağ bahçe işleri, dini konular anlatılır. Bir gündem belirlenmez. Bazen aktüaliteyle ilgili, o günkü radyo, gazete haberleriyle ilgili konuşulur. Yani bilge kişiler bilgilerini komşularıyla, akranlarıyla, gençlerle paylaşır.
Oturmalarda, yardımlaşma yapıldığını, şehre dair kararlar alındığını duymuştum.
Tabi, fakir düşmüş kimseler anlatılır ona yardım olur. Ya da bir genç evlenecek ama maddi imkanı yok, ‘pamuk eller cebe’ dendiğinde yardımlaşılır.
Şimdi akil adam tanımlaması var öyle bir şey aklıma geliyor benim.
Kurtuluş Savaşı sırasında, Gaziantep’te, Urfa’da, Kahramanmaraş’ta düşmana karşı mücadele bu oturmalarda alınmış. Mesela Urfa’da Fransız komutandan izin almışlar sıra gecesi yapacağız diye. Bu gibi örfi idare olan yerlerde iki kişinin bir araya gelmesi yasaktır, hele düşman istilasına uğrarsa, o nedenle izin almışlar. Orada demişler ki, düşmanı nasıl atacağız, her evden birer erkek verelim demişler ve 10 bin kişi toplanmış. 10 bin kişi düşman karargahını çembere almış. Bakıyorlar ki kendi kuvvetlerinin 10 bin kişiye yetecek gücü yok, teslim bayrağını çekmişler. Ama kendilerini Urfa sınırına kadar emniyet içinde geçireceklerine dair şart koşmuşlar. 40-50 deveye, ata, katıra eşyalarını almışlar, Urfalılar da onları söz verdikleri gibi sınıra kadar yolcu etmiş. Balıkesir’de de bu aynı, Yunanlılara karşı mücadeleye bu gece oturmalarında karar verilmiştir. Ama Kayseri’de düşman istilası olmadığı için böyle bir şey demek mümkün değil. Akil adamların, üst düzey adamların toplandığı yerde mutlaka şehirle ilgili meseleler, memleket meseleleri konuşulur, iktidarların tutumları konuşulur ama her partiden birileri olur, her meslekten olur, çeşitli yaşlardan kişiler gelir.
Sıra oturmaları devam eder mi şimdi?
Eder ama 3 gün değil de 1 gün oturuluyor şimdi. Mesela ben şimdi bağ komşularıyla oturuyorum, apartman komşularıyla oturuyorum, okul arkadaşlarıyla oturuyorum, bir de Hicaz arkadaşları var. Gün kalmıyor geriye.
Günlerde kadınlar, düğünler de kadınlar, dernekler de yine kadınlar…
Kadınlar nasıl sosyalleşirdi?
Kadınların da günleri olurdu. Dernek derler, gün de derler, gezme de denir. Sabah kahvesi, öğle kahvesi, ikindi kahvesi… Saati belirlenir, komşuları, akrabaları gelir, orada yer içerler. Düğün zamanı da sosyalleşme zamanları olurdu kadınların. Düğünler pazartesiden başlar, cuma günü sona erer, yenilir, içilir, oyunlar oynanır, çok şenlikli olurdu.
Pastanenin atası Zümrüt Pastanesi…
Sümer Kampüsü’nün Kayseri’nin sosyal yaşamına çok büyük katkıları olduğunu duymuştum.
Orası 1936-37 yılında Atatürk döneminde Ruslar tarafından 1 milyon m2 alana kuruldu. Kombine bir tesistir, çıraklık okulu vardır, kendi enerjisini kendi üretirdi. Güzel bir düğün salonu, havuzu, yemekhanesi vardı. Kayseri’de 1936-37’li yıllarda pastane yoktu. Oraya gelen bir Rus aşçı pasta yapmış. Zümrüt Pastanesi’nin sahibi vardı, Burhan Çalapkorur ondan dinledim. O pastacılığı öğrenmek için o aşçının yanında birkaç sene çalışmış. Bir buzdolabı vardı insan boyunda diyor, pastanın mayasını da orada saklardı diyor. Sonra o da yetişiyor, kendisi Zümrüt Pastanesi’ni açıyor ama mayayı yine o dolapta saklıyor. Çünkü buzdolabı alacak gücümüz yoktu diyor. Sonra mesleğini geliştirmek için Burhan Ağa İstanbul’a gider ve oranın ünlü bir pastanesinde 3-4 ay çalışır. Patron olduğunu söylemez, iş arıyorum der. Onlar da bulaşık yıkayacaksan iş var der. Bulaşıkhaneye girer, bir hafta çalıştıktan sonra ustaları ayarlar, terfi eder, bir süre sonra da usta yardımcısı olur. Orada mesleğin sırlarını öğrenir. Altı ay sonra Kayseri’ye gidiyorum deyince, gayrimüslim olan pastane sahibi maaşının beş katını teklif etmiş. Bu da işi öğrenmek için geldiğini söylemiş ve dönmem lazım demiş. İşveren o zaman Şişli’de ortak pastane kurmayı teklif etmiş, onu da İstanbul yaşanası yer değil diye reddetmiş. Pastane, sinema, tiyatro sosyal ortam ama kadınlar arasında ilişkiler çok farklıydı.
Hamamın da kapısı keçeli, hanımlar geliyor peçeli…
Hamamlar bir sosyal ortamdı, kadınlar sabah bohçasını alır, saat 8’de gider, 5’te çıkarlardı. Hamamın üç bölümü olur, bir giriş salonu, salonla hamam arasındaki bölge olur ki, oraya hamam sekealtısı derler. Hamamda yıkanır, hamam sekealtısına dinlenmeye gelir. Orada sucuklar, pastırmalar, kayısı hoşafları turşular yenir; herkes ne getirdiyse ortaya açar. Tekrar girerler hamama, akşama kadar böyle yıkanırlar. O büyük salonda da gelin kız olursa tefle falan oynatırlar. Yani bir şölen havasında geçer. Orada en az 150-200 kadın olur ve kadınlar çeşitli mahallelerden gelir. Bazen de düğün sahibi hamamı komple tutar, o düğüne gelecek misafirlere sabun gönderir; sabun davetiyedir. Köylerde de davetiye basılmaz, iki metre basma gönderilir, önlük yapılır ondan; onun adı okuntuluktur. Hamamlar da bir sosyal ortam, düğünler, gezmeler, sıra oturmaları… Bir de bağlara gidilirdi yazın; beyleri para kazanırken kadınlar bağ evlerindeki köşklerde sefalarını sürerlerdi. (SK/ÇT)