Yazı elimize ulaşır ulaşmaz heyecanla okumaya yeltenmiştik ki o da ne! Yazının hemen başında "Benim ilk göz ağarım" diye bir ifade. Hemen düzeltilmesi gereken bir kelime deyip birbirimize bakmış, biraz da müstehzi bir tebessümle "Demek ki Yaşar Kemal de yazarken hata yapıyor" diye yüksek sesle düşünedurmuştuk.
Yazıyı okuyup bitirmiştik de, bizler gibi aklı evvellere ders vermek babından, belki de çok sık bu tür durumlarla karşılaşadurduğundan, yılların edebiyatçısı içimize işletircesine bir de dipnot koymuştu. "Sakın ağar'ı ağrı diye değiştirmeyesiniz.
İlk göz ağarı, ilk gelen aydınlık demek. Ağrı ise adı üstünde, iyileştirilmesi gereken demektir."
O saat anlamıştık işin inceliğini. Ve tabii dersimizi de almıştık.
Neden mi yıllar sonra bunları düşündüm. Bir yazı istenmişti bir yerden. Yazı konusunda pek reddetmeyi beceremeyenlerdenim.
Yazıp yollayıverdim. "Rengâhenk" diye bir kelime kullanmıştım yazının bir yerinde. Yazı, yayınlandıktan sonra gördüm ki, "rengarenk" diye değiştirilmiş. E tabi, doğrusunu "editör" bilecekti.
Yoksa bize mi soracaktı doğrusunu. Meret her yazılan yazının sonuna "Bak kardeşim bu kelime benim kullandığım gibidir. Sakın ola sen kendi bildiğinle değiştirmeyesin" de denmez ki!
Aslında çokça da rastlayıveriyoruz bu türden müdahilliklerle. Daha yakın zamanlardaydı, Cahit Sıtkı ile ilgili bir fotoğraf altına "Cahit Irgat evi", Diyarbakır'ın musikişinaslarından Bubê Menekşe'ye ise Bude Menekşe yazısı bir metinde gözüme ilk çarpanlardandı.
Yazmak titiz bir iştir. İncelikli bir iştir. Kuyum işidir adeta. İnce oya işidir. Kendi adıma ne kadar yazılarımda ince eleyip sık dokursam, aman şu kelimeyi şöyle değil de böyle kullanayım diye gayret göstersem de yayınlandıktan sonra "Tüh Allah kahretsin. Keşke şurasını yayınlandığı gibi değil de şöyle yazsaydım!" dediğim olur.
Ve çoğu kez o yayınlanmış yazıyı sırf kendi arşivimde içime daha iyi sinsin ve rahat edeyim diye o beni yeniden düşündüren haliyle de değiştirmişimdir, bunu da belirteyim.
Yine yıllar önceydi. Popüler ve epeyce de okuru ve tirajı olan ayda bir yayınlanan dergiye aralıklı olarak yazıyordum. Derginin kendine has bir dili vardı.
Yayın yönetmeni kentteki edebiyat etkinliği nedeniyle bir grup yazar arkadaşla birlikte Diyarbakır'a gelmişti. Grup içinde şahsıma hitaben aynen şunları söylemişti: "Gündelik hayatta nasıl konuşuyorsan öyle yaz. Boş ver şu imla filan işlerini, bu derginin okuru böyle ister."
Ben de yanıtlamıştım: "Tamam dergi okuru senin dediğin gibi ister de. Yazı da yazanın imzasıyla çıkar. Öyle olmasını istemeyen bir başka okur da sana değil yazarına döner."
Velhasıl o gün bu gündür. Kendi yazdığımın dışındaki yanlışlar da, editoryal hatalar da, okuduğumda hemen gözüme batar. Gider, gelir beni bulur. Tıpkı oturduğum bir mekanda duvarda milim kaymış bir tablonun duruşunda bana yansıyan rahatsızlık gibi.
Filozofun "Işık, biraz daha ışık!" demesi gibi. Sanırım yazılara genel manada biraz daha editoryal dikkat istemek, bunca kabalığın, kirlenmenin olduğu bir ortamda; hiç değilse eli yüzü düzgün yazılar istemek okurun da hakkı olsa gerek.(ŞD/BA)