O gün, Newroz'du / Yüzbinlerdiler Diyarbakır'da / Santana'yı dinleyip, müziğin ritmiyle / tantana yaptılar / Birilerine ve tek sesliliğe inat / Oysa onlara / Misak-ı Milli sınırları içerisinde / tantana istemez / denmişti
Newroz son beş yıldır, 2000 yılından bu yana, özellikle Diyarbakır'da, dehşet bir coşku ve güzellikle kutlanıyor. Sayıları yüzbinlerle ifade edilen kitle gün boyu adeta bir karnaval görüntüsüyle Newroz'u kutluyor. Son birkaç yıldır Newroz'un kutlandığı alanın heyecanını yaşarken, anılarım beni epeyce eskilere götürdü. Rahmetli ninem, biraz da yaşlılığın verdiği, bir gün daha fazla yaşayabilmek özlemiyle; Mart ayını büyük heyecanla beklerdi. Bizler gibi, çocuk yaşta nasıl olsa bahar geldi, havalar ısınacak, rahatlayacağız, doğaya kavuşacağız diye düşünenlere iki dilden seslenir ve şöyle derdi:
"Mart bacadan baktırır, kazma yürek yaktırır".
Devamı da gelirdi. "Hûvdê adarê, berf hat gûlîy a darê, nema heya êvarê" (Mart'ın on yedisinde kar dal boyu yükselir. Ama akşama kadar tümü erir).
Ve bu sözünü doğrulamak için de "kömürün irisi, kavurmanın tike'si, Mart'ın on yedisi" derdi. Ninem, Newroz günü sabah gün doğumunda, başına beyaz bir tülbent ile örter ve beyazlara bürünerek kapı önüne çıkardı. Sorulduğunda da, beyaz Nevroz kuşunu beklediğini söylerdi. Daha sonra, o gün mutlaka çay yerine, kahvaltıda süt içilirdi. Ve Newroz günü, mümkün olduğunca o günlerin Diyarbekir'inde, dam dibinde, yani evde kapalı alanda kimse kalmaz, açık alana pikniğe çıkılırdı.
Zerdüşt inancında Newroz gecesinin yeni yüzyıl gecesi olarak kutlandığını yıllar sonra öğrenebildik. Bu gecenin, yani 20 Mart'ı 21 Mart'a bağlayan gecenin, atalarının ruhlarının göklerden inip, evlerini ziyaret ettiğini, eski bir Aryan geleneği olarak algıladık.
Geçmişleri M.Ö. 5 binlere dayanan eski Aryanlar; atalarının ruhlarının, her yılın 20 mart gününün gün batımında eski evlerini ziyaret edip, ertesi gün, yani 21 Mart günü, güneş doğarken evi terk ederek gökyüzündeki mekânlarına döneceklerine inanırlarmış. Ve o gece, güneşin yeryüzündeki yansıması olduğuna inanılan ateş, evin ocağında sürekli yanık tutulurmuş.
İşte bütün bunlar hikayeyi yerli yerine oturtmada etken olabiliyor. Beyaz kıyafet temizliği çağrıştırmada, beyaz güvercin barışı simgelemekte. Evde, ocakta yanan ateş evin kendini varlıklı bir şekilde sürdürmesini anlatmakta. Geleneksel olarak sürdürülen bir takım yerleşik alışkanlıkların geçmişten gelen sırları da burada olsa gerek.
Bizim çocukluk günlerimizde Newroz kutlamaları bugünkü gibi yapılmazdı. Öyle ateş yakmak, hele lastik yakıp üzerinden atlamak hiç yoktu. Mart ayı ile birlikte piknik mevsimi başlardı. Pişmiş lop yumurta, yeşil soğan ve çakıl ekmekten oluşan "Nergizleme" mönümüzle, Şemsiler kayalığının Dicle'ye bakan cephesinde semaverden çay içilirdi.
Sonraları öğrencilik dönemlerimiz başlayınca, yani 1970'li yıllarla birlikte Newrozların siyaseten kutlanması geleneği toplumda yerleşmeye başladı. Ve milattan önce 600'lü yıllarda, zulme karşı direniş ve dirilişin simgesi olarak Newroz dillendirilmeye başlandı.
Eh! kutlama muhalif, hem de Kürt siyasal boyutunda olunca, bir süre sonra alternatifi de doğdu: Öz be öz Türk bayramı, Nevruz! Ergenekon'dan dağın delinip, yolun bulduğu günden bu yana kutlanan bir bayram olarak, resmi bayram teklifine vardırmaya dönüştü, Newroz. Sonuçta siyaseten kutlayanların sayesinde de olsa, unutulmuş bir bayramlarına, Türk-İslam alemi de yeniden kavuşmuş mu oldu ne!
Son birkaç yıldır resmi düzeyde küçük kitlesel katılımlarla kutlanan resmi Nevruz, ilginç tesadüflere de neden olmuyor da değil! Her yaprağında otuz günün yer aldığı hain manzara takvimleri çıkmadan önce, "Saatli Maarif Takvimleri" vardı. Ve her yaprağı bir günü anlatırdı. Ve o yapraklar her 21 Mart'ta "Dünya Irkçılıkla Mücadele Günü" diye yazardı. Sonradan takvim yaprağından koparılan bu ifade defter şeklindeki ajandaya geçti.
Tabii ki ırkçılık yapmak, mücadele etmekten daha kolay olduğu için ifade de takvim yaprakları, yada ajandalarda silik bir yazı olarak kaldı. Bunun şokunu henüz yaşıyorken, bu kez bir başka sürprizle karşılaştık. 1999 yılına kadar 21 Nisan günü kutlanan "Dünya Şiir Günü", 2000 yılından beri bu kez 21 Mart'larda kutlanır olmaya başladı. Bu yıl da öyle.
İşte son birkaç yıldır böylesine güzel sürprizlerle ve yüzbinlerle kutlanan Newroz, beni 150 yıl önce yaşamış ve şimdi ismi bir ilkokula verilmiş olan Diyarbekirli kadın şairimiz Sırrî Hanım'ın yazdıklarına götürdü. 21 Mart 1846'da, bir Newroz günü, oğlu Rıfat'ın ölümü üzerine, cenazenin başında ağlayarak söyledikleridir; şair Sırrî Hanım'ın:
"Baharın Ruz-i-Nevrûzun duyup şâd olsa hep güller / Derüp geysûların tebrîke gelse bağa sünbüller / Bu demler her taraftan nağmesâz oldukça bülbüller / Dil-i pür-derdimi gûş etse bülbül ney gibi inler / Benim gönlüm kızılgül goncesi dopdolu kandır / Açılmak ihtiyâr etmez eğer yüzbin bahar olsa"
Müseddes/Diyarbekirli Sırrî Hanım (1814-1877)
Evet, şair Sırrî Hanım, Newroz kutlamak uğruna kırdırılan kol ve bacakların, dökülen kanların ve ölümlerin haberini sanki ölen oğlunun şahsında, 150 yıl önceden bugünlere söylemiş.
Artık dilenen odur ki; Newroz'lar kavgasız, gürültüsüz, gerçek bayram heyecanıyla, kültürün, sanatın, müziğin ve coşkunun egemen olduğu bayramlar olsun.(ŞD/EÜ)
* Bu yazı, yazarın 2001 yılında yayınlanan "Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir Diyarbakır" adlı kitabından güncellenerek alındı.