*Avrupa Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Türkiye’ye verdiği Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılması yönündeki kararları uygulamayan Türkiye’ye bir yaptırım uygulayacak mı?
*AİHM kararları Türkiye’deki hak mücadelesini nasıl etkiledi? Güçlendirdi mi?
*Kürt avukatların AİHM’e karşı verdiği mücadele neden çok etkili?
Akademisyen Dr. Dilek Kurban’ın “Ulusaşırı Adaletin Sınırları - Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Türkiye'nin Kürt Meselesi” isimli kitabı bu ve benzer sorulara yanıt olması açısından kronolojik bir izlek sunuyor.
“Otoriter rejimler söz konusu olduğu zaman kendi azınlıklarına devlet şiddeti mahkemelerde nasıl yargılanır? Yargılanır mı?” sorusu üzerinden hazırladığı tezini derinleştirerek kitap haline getiren Kurban’ın çalışmasına ilgi yoğun.
İletişim Yayınları’nca okurla buluşturulan kitabı, Türkçeye İdil Özcan çevirdi.
Almanya’dan Türkiye’ye bir dizi imza günü ve söyleşi için gelen Kurban ile Pazar günü (26 Kasım) İstiklal Caddesi’ndeki okur buluşması öncesinde bir araya geldik, söyleştik.
“Tahir Elçi’ye yapılan işkence BM raporlarına geçti”
İnfografik ile Tahir Elçi Soruşturması
Kitabınızda da sıklıkla atıf yaptığınız ve çok da etkilendiğiniz bir isim var. Hemen oradan başlamak istiyorum: Sevgili Tahir Elçi. Bugün, Tahir Elçi’nin öldürülme yıl dönümü. Sizin açınızdan Tahir Elçi ne anlama geliyor?
Sadece Türkiye için değil, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi sistemi için büyük bir kayıp Tahir Elçi. Benim için de büyük bir kayıp. Çünkü benim arkadaşımdı, çok sevdiğim bir insandı.
Benim için iki Tahir var. İnsani açıdan, son derece nezaketli, ince ruhlu bir insandı Tahir. Mesleki açıdan da çalışkan, mesleğini çok ciddiye alan ve özenle yapan bir avukattı.
Ayrıca Türkiye’nin en önemli insan hakları avukatlarından biriydi.
Tahir Elçi’nin 1990’lardan beri verdiği bir hak savunuculuğu mücadelesi var. O yönüyle, bu kitaba ilham veren avukatlardan biridir. Bu gerçekten böyle.
“Avukatlar davaları AİHM’e taşıdığı için hedef olmuştu”
Peki, siz ve Tahir Elçi nasıl bir araya geldiniz?
Onunla 1998’de, bölgede olgu saptama çalışmaları yapan bir ABD’li insan hakları heyetine tercümanlık yaparken tanıştım. Ev sahibimiz Diyarbakır Barosu’ydu.
Faili meçhuller devam ediyordu ve Diyarbakır’da hak savunuculuğu yapan 24 avukata karşı zamanın Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) açılmış bir dava vardı.
Bu avukatlar, mağdurları savundukları ve de ağır hak ihlalleri davalarını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi‘ne taşıdıkları için hedef alınmışlardı.
Diyarbakır Barosu'nun o dönemde neredeyse yüzde onuna denk düşen sayıda avukat gözaltına alınmış, ağır işkencelerden geçmişti. Onlardan biri de Tahir’di. Tahir’e yapılan ağır işkence, Birleşmiş Milletler’in raporlarında belgelenmiştir- ki kitabımda bu rapordan ilgili bölümler yer alıyor.
Tahir ve diğer avukatlardan o kadar etkilenmiştim ki ABD’ye döndükten sonra hukuk okumaya karar verdim.
Benim için kişisel ve mesleki olarak çok dönüştürücü bir karşılaşma olmuştu.Tahir ve diğer Kürt insan hakları savunucuları, ileriki yıllarda yaptığım araştırmalara ilham oldular.
“Tahir Elçi her zaman çaldığım bir kapı oldu”
Peki Tahir Elçi ile en son ne zaman görüştünüz?
Amerika'da hukuk eğitimimi tamamladıktan sonra Türkiye’ye geri dönmüş, o dönemki Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nda (TESEV) bir 10 yıl kadar çalışmıştım.
O dönemde Kürt meselesine ilişkin çalışmalar yaparken, 1998’de tanışmış olduğum avukatlarla yolum yeniden kesişti. Yıllar içerisinde birlikte birçok çalışma yaptık.
Saha ve akademik çalışmalarım sırasında, Tahir ile defalarca mülakat yaptım. O benim her zaman çaldığım bir kapı oldu.
Bir makale veya rapor yazdığımda fikrini sorar, bilgisine başvururdum. Ve her Diyarbakır'a gittiğimde onunla buluşurdum.
Son olarak, Nisan 2015’te Diyarbakır’a gittiğimde, Tahir’i bürosunda ziyaret etmiştim. Tahir artık Baro Başkanı idi ve zamanı dardı. O nedenle, sadece, o sırada üzerinde çalıştığım bir makale için hızlıca bir görüşme yaptık.
“Tahir’in AİHM’e uzanan hikayesini ondan dinleyemedim”
Kitabım için daha geniş ve uzun bir mülakatı başka bir zaman yapmak üzere vedalaştık. Bir kaç ay sonra Berlin'e gelmişti Tahir, ancak ben yurt dışındaydım, görüşemedik. Sonra da öldürüldü.
Dolayısıyla bu kitap benim için çok eksik o açıdan. Tahir’in insan hakları avukatlığına ve AİHM;de dava açmaya dair hikayesini ondan dinleyemedim. Ve çok üzgünüm ki Tahir kitabımı göremedi. Oysa hiç kuşkum yok, kitab başından sonra okurdu bana geri bilimlerde bulunurdu.
Tahir, hepimiz için bir kalp sızısı. Mesleki hayatını faili meçhul cinayetler için adalet aramaya adamış bir insan hakları savunucusunun cinayetinin failinin meçhul kalması çok trajik ve kahredici.
Kitap uzun bir çalışmanın sonucu. Bu periyotları neye göre belirlediniz?
Esas olarak, Türkiye'nin AİHM’e bireysel başvuru hakkını tanıdığı 1987 ile, Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru hakkının yürürlüğe girdiği 2012 arasındaki döneme odaklandım.
Ancak, kitabı yazarken 2015- 2016‘da Kürt illerindeki sokağa çıkma yasakları kapsamında gerçekleşen devlet şiddeti ile 2016 darbe girişimi sonrasında yaşanan hak ihlalleri, yeni AİHM başvurularına yol açtı.
Ben de kitabımın giriş ve sonuç bölümlerinde bu ihlallere ve onlara ilişkin AİHM kararlarına yer verdim.
“İlk karar 1996’da çıktı”
AİHM ve Türkiye ilişkilerini inceleyen bir isim olarak size sormak istiyorum, AİHM, Türkiye’deki hak ihlallerine ilişkin kararlarında nasıl bir sınav veriyor?
Uzun bir hikaye bu aslında. Avrupa insan Hakları Mahkemesi‘nin, Türkiye ile ilişkisi de uzun, Kürt meselesine ilişkin yargı denetimi de.
Daha önce söylediğim gibi Türkiye, 1987‘de AİHM'e bireysel başvuru hakkını kabul etmişti. Daha sonra, 1990’da da AİHM'in zorunlu yargı yetkisini kabul etti.
Kürt insan hakları savunucuları bu yeni mekanizmayı hemen değerlendirip Strasbourg’a dava götürmeye başladılar. AİHM’in Kürtlere yönelik ağır insan hakları ihlallerine ilişkin esastan verdiği ilk karar 1996’da çıktı. Ve ardından yüzlercesi.
“AİHM, bir çok davada çoklu ihlal buldu”
Nasıl değerlendiriyorsunuz bu kararları?
Şimdi bu kararların birçoğunda Avrupa insan Hakları Mahkemesi çoklu ihlal buldu. Sadece bir değil, birkaç tane hak ihlali buldu; yaşam hakkı ihlali, adil yargılanma hakkı ihlali gibi…
O günden bugüne, 30 yıla yakın bir zaman bakınca sorunuza kısa bir yanıt vermek mümkün değil. Çünkü sürekli değişen ve farklı evreleri olan bir ilişki söz konusu. Kitabın altıncı bölümünde bunu uzun uzun inceliyorum.
“AİHM’de de Türkiye’de de değişikler oldu”
Güncel politik süreçler AİHM - Türkiye ilişkilerini ne yönde etkiledi?
Süreç içerisinde her iki tarafta yani hem Türkiye'de hem Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde önemli değişimler gerçekleşti.
Ne gibi değişimler?
Türkiye'ye bakacak olursak, bireysel başvuru hakkını en son kabul eden ülke Türkiye'dir. Üstelik, yoğun uluslararası baskı sonucunda ve aslında Avrupa Birliği'ne üyelik sürecini kolaylaştırmak saikiyle.
Türkiye, aynı sene,1987’de, Avrupa Birliği’ne adaylık başvurusunda bulunmuş, hem de AİHM'e bireysel başvuru hakkını kabul etmiştir.
O dönem hükümeti yetkililerinin basında yer alan ifadelerinden biliyoruz ki, AİHM'e bireysel başvuru hakkının kullanılmasını beklemiyorlardı.
“Türkiye AİHM'in işbirliğine kapalıydı”
Neden?
Ağır hak ihlallerini tamamen inkar eden, ihlallerin olduğunu kabul ettiği hallerde ise bunları PKK’ya atfeden bir yaklaşımı vardı. Türkiye yargısının ağır hak ihlallerine ilişkin etkili soruşturma, kovuşturma yapmadığı bir dönemdi bu.
“AB’ye giriş beklentisiyle Türkiye'nin tavrı değişti”
Bu dönemde Türkiye, Avrupa insan Hakları Mahkemesi ile ilişkilerinde de işbirliğine kapalı davranan, mahkemenin istediği bilgileri belgeleri vermeyen, Mahkeme’nin istediği tanıkların olgu saptama duruşmalarına katılmasını sağlamayan bir ülkeydi. Birleşmiş Milletler ve zaten genel olarak uluslararası kurumlarla ilişkisinde de öyle.
Sonrasında, bu tablo, Türkiye 1999’da AB’ye aday ülke olunca biraz değişti. Daha AK Parti iktidara gelmeden önce, koalisyon hükümeti, AİHM kararlarının uygulamaya yönelik bazı yasal reformlar gerçekleştirdi.
Örneğin ölüm cezası kaldırıldı. Sonra, AB’ye üyelik vaadiyle, AK Parti iktidara geldi. Avrupa Birliği'nin (AB) üyelik için öne sürdüğü Kopenhag siyasi kriterleri neydi? Azınlık hakları, insan hakları, hukuk devleti…
AB, üye ülkelerin bu kriterleri yerine getirip getirmediğini ölçerken, Avrupa insan Hakları Mahkemesi kararlarını esas alır. İşte bu nedenle, AİHM-Türkiye ilişkilerinde yeni bir döneme girildi.
Türkiye'nin Avrupa hesapları mahkemesine yönelik tavrı tamamen değişti. Mahkemeyi fiilen tanımayan, onun istediklerini yapmayan, bilgi, belge paylaşmayan bir ülkeden iş birliği yapan bir ülkeye evrildi Türkiye. Bu süreçte önemli yasal düzenlemeler de yapıldı tabi.
Örneğin gözaltında işkencenin önlenmesi için tedbirler alındı, karakollara kameraların yerleştirilmesi, gözaltı öncesi ve sonrası şüphelilerin doktor kontrolünden geçirilmesi gibi…
"Dostane Çözüm" modeli
Detaylandırır mısınız?
Türkiye, 2001’de yepyeni bir stratejiye başvurdu: tek taraflı deklarasyon. Bunu Avrupa Konseyi üye ilkeleri içerisinde ilk yapan Türkiye'dir. Sonra bazı diğerler devletler de uygulamaya başladı bu stratejiyi.
Ona geçmeden önce, “dostane çözüm” mekanizmasını anlatmak gerekir. Başvurucular AİHM'nin kabul edilebilirlik aşamasını geçtikten sonra ve Mahkeme esastan karar vermeden önce, taraflar dostane çözüme gidebilirler.
Kürt başvurularında istisnai olarak gerçekleşen bir durumdu bu; başvurucular hükümetin dostane çözüm önerilerini reddeder, AİHM'in esastan karar vermesini isterlerdi.
Türkiye'de hükümet 2001’de, başvurucuların “dostane çözümü” reddettiği davalarda tek taraflı deklarasyonlar yayınlamaya başladı.
Bu deklarasyonlarda, hak ihlallerindeki sorumluluğunu kabul etmek ve faillerin yargılanacağını taahhüt etmek yerine, güvenlik görevlilerine eğitim verileceği gibi muğlak sözler vermekle yetindi.
Ancak yine de AİHM, bu deklarasyonları esas alarak başvuruları listeden düşürme kararları aldı. Ta ki, Büyük Daire, yoğun eleştiriler nedeniyle, 2003 senesinde müdahale ederek, bu tür sorunlu tek taraflı deklarasyonlar nedeniyle davaların listeden düşürülmesi uygulamasına son verene dek. Öte yandan, 2010’ların başında bu uygulamaya geri döndü.
“Mahkemenin iş yükü arttı"
Peki bu sırada Avrupa Konseyi’nde ne gibi değişimler oldu?
Bu arada Soğuk Savaş bitmişti. Eski komünist ülkeler birer birer Avrupa Konseyi üye olmuşlardı.
Macaristan ve Polonya ile başlayarak Avrupa Konseyi’nin kısa bir sürede birden genişlemesi ile mahkemenin iş yükü son derece arttı.
Bunun sonucu olarak AİHM, başvuruları iç hukuka yönlendirmeye büsbütün istekli hale geldi. AK Parti bunu çok erken gördü ve AİHM’de derdest olan davaların Türkiye‘ye geri gönderilmesini elde etmek amacıyla yeni iç hukuk yolları üretmeye başladı. Kıbrıs'ta gerçekleşen mülkiyet ve diğer hak ihlallerine ilişkin başvuruları değerlendirmek üzere bir komisyonun ve Türkiye’deki uzun yargılama süreçlerine ilişkin başvuruları değerlendirmek üzere bir başka komisyonun kurulması, Kürt zorunlu göç mağdurlarına tazminat verilmesine yönelik bir yasanın kabul edilmesi ve nihayet Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının tanınması gibi.
Ve AİHM, bütün bu iç hukuk mekanizmalarını, gerekli ve yeterli denetimi yapmaksızın kısa sürelerde etkili kabul etti.
AİHM Türkiye ilişkilerinde yakın dönemde ne oldu peki?
Bir Kürt avukat şöyle demişti, “1990’larda biz laboratuvar gibiydik. Mahkeme bizim üzerinden içtihat yarattı, onların da ilgisini çekiyorduk.” Ancak daha sonra Kürt davaları AİHM açısından rutin hale geldi.
Kürt davalarına bakan hukuki ekipte de değişiklikler oldu. İngiltere ekibi işin içerisinden çıktı.
Aynı zamanda Türkiye az önce sözünü ettiğim iç hukuk yollarını yaratınca, AİHM “kabul edilmezlik kararları” vermeye başladı.
Mesela zorunlu göç mağdurlarının açmış olduğu 1500 başvuruyu, Tazminat Yasası’nın gerekçe göstererek reddetti.
Avrupa’da şöyle bir kanı yerleşti, “Artık yeni bir Türkiye var, eski Türkiye bitti”. Oysa durum öyle değildi örneğin işkence hala devam ediyordu Türkiye'de, eskisi kadar yoğun olmasa da.
“AB de çok büyük hatalar yaptı”
AİHM Türkiye ilişkilerinde, sizin de kitapta “üçüncü dönem” dediğiniz dönem başlamış mı oldu?
Tayyip Erdoğan yönetimindeki iktidar, yüzünü batıdan giderek çevirmeye başladı. Bu arada Avrupa Birliği de çok büyük hatalar yaptı.
Almanya'da Merkel, Fransa'da Sarkozy hükümete geldikten sonra, Türkiye'nin aslında Avrupa Birliği'ne aday olmasının mümkün olmadığını açık bir şekilde ortaya koydular. Bu yeni siyasi iklim, Avrupa insan Hakları Mahkemesi ile ilişkileri çok etkiledi.
Çünkü zaten Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile ilişkilerdeki görece iyileştirme Avrupa Birliği sayesinde olmuştu. Bu da ortadan kalkınca Türkiye'de bölgede yeniden devlet şiddeti başladı ve insan hakları ihlalleri artarak devam etti.
Sonra 2016’da darbe girişimi oldu. Ve sonra binlerce insan tutuklanınca, on binlerce insan haksız gerekçelerle işlerinden atılınca, aralarında Anayasa Mahkemesi'nin 2 üyesinin de bulunduğu üç bin hakim savcı tutuklanınca, bambaşka bir evreye geçildi.
Sistematik hak ihlalleri artık sadece Kürtlere değil, toplumun geniş kesimlerine yönelik olarak gerçekleşmeye başladı.
“AİHM mağdurlar açısından erişilmez hale geldi”
AİHM kararlarının uygulanmadığı bir dönemdeyiz. Mesela, Osman Kavala ve Demirtaş davasında da AİHM’in kararları uygulanmıyor. Gelinen aşamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hemen ondan önce bir şey daha eklemek istiyorum. Hani üçüncü evden bahsetmiştim, AİHM önemli kararlar vermeye başlamıştı demiştim.
Türkiye Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını tanıdıktan sonra, zaten uzun olan AİHM yolu büsbütün uzadı, AİHM mağdurlar açısından daha da erişilmez hale geldi.
Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru hakkının etkili bir iç hukuk yolu olduğuna karar veren Avrupa insan Hakları Mahkemesi, her fırsatta bu mekanizmayı denetlemeye devam edeceğini söylese de, hala bu kararını gözden geçirmiş değil. Bu Anayasa Mahkemesi ki, kendi iki üyesinin görevden alınmasına ve tutuklanmasına göz yumdu ve hatta onayladı, hak verdi.
Siz kitapta sormuşsunuz biz de size soralım, “Otoriter rejimler söz konusu olduğu zaman kendi azınlıklarına devlet şiddeti mahkemelerde nasıl yargılanır? Yargılanır mı?”
Otoriter rejimler, uluslarüstü mahkemelerin olumsuz kararları nedeniyle hassas siyasi meselelere ilişkin politikalarını kolay kolay değiştirmezler.
O nedenle, otoriter rejimler söz konusu olduğu zaman, etkililik, AİHM’in elindeki bütün yargı yetkilerini ve denetleme araçlarını sonuna dek kullanmasını, bir başka deyişle elinden geleni yapmasını gerektirir.
“Kavala ve Demirtaş kararları çok gecikmiş kararlar"
Yeniden Kavala ve Demirtaş kararına dönecek olursak ne söylemek istersiniz?
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 18. Maddesi, yakın döneme dek Mahkeme’nin hiç kullanmadığı bir maddeydi.
Sadece Türkiye davalarında değil, genel içtihadında kullanmadığı bir maddeydi. 18. Madde diyor ki, “Bu sözleşme altında korunan hak ihlalleri ancak ve sadece bu sözleşmede belirtilen nedenlerle sınırlandırılabilir ve siyasi saiklerle sınırlandırılamaz. 18. Madde’ye ilk kez 2004’te Rusya'ya karşı açılan bir davada başvuran AİHM, o günden bu yana yavaşça büyüyen bir içtihat oluşturdu.
Türkiye'ye karşı ise şimdiye kadar sadece iki davada 18. Madde ihlali buldu: Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş davaları.
Mahkeme, bu insanların göz altına alınmasının, keyfi olmakla kalmadığını, aynı zamanda toplumsal muhalefeti susturmak ve korkutmak amacını göz ettiğine karar verdi.
AİHM, sadece hak ihlal bulmadı, aynı zamanda hükümete Demirtaş ve Kavala’yı derhal serbest bırakması çağrısında bulundu.
Bunlar çok önemli ve olumlu kararlar olmakla birlikte, Avrupa Birliği adaylık süreci fiilen sona ermişken, Avrupa insan Hakları Mahkemesi Türkiye açısından önemi ve etkisini kaybetmişken ve 2016 süreci sonrası Erdoğan rejimi artık büsbütün otoriter olmuşken çok gecikmiş kararlar.
Azerbaycan Ilgar Mammadov kararı
Açıklar mısınız?
Mahkemenin kararlarının uygulanıp uygulanmadığını denetlemek yetkisi kendisinde değil, Bakanlar Komitesinde.
Bakanlar komitesi de Avrupa Konseyi'nin siyasi bir organı, hükümet temsilcilerinden yani üye devletlerden oluşan. Dolayısıyla, kararların uygulanmasının denetimi siyasi bir mekanizma, yargısal değil.
Osman Kavala davasında, bakanlar komitesi ihlal prosedürü başlattı.
Bu, Avrupa insan hakları sisteminde sadece ikinci kez gerçekleşiyor. Bakanlar Komitesi ilk kez Azerbaycan'a karşı, bir siyasi muhalifin keyfi şekilde gözaltına alınmasına ilişkin İtibar Mammadov kararında benzer bir karara imza atmıştı.
Fakat oradaki en önemli değişiklik fark şu ki, Bakanlar Komitesi ihlal prosedürü başlattıktan sonra, Azerbaycan Ilgar Mammadov’u salıveriyor.
“İki taraf için de sıkışmışlık söz konusu”
Azerbaycan AİHM kararını uyguladı ancak Türkiye uygulamadı. AİHM için yeni bir şey sanırım, hatta bir ilk diyebilir miyiz?
Bütün Avrupa Konseyi için çok önemli bir dava, Kavala davası. Çünkü bunun benzeri yok, örneği yok.
Türkiye hükümeti açıkça AİHM kararını uygulamamakta direniyor. Bakanlar Komitesi’nin ihlal prosedürünü başlatmış olmasına rağmen. Şu aşamada hangi tarafın geri adım atacağını bekleyip göreceğiz.
“Konsey Türkiye'ye yaptırım kararı vermek zorunda”
Konsey’in hukuken Türkiye’ye bir yaptırım kararı vermesi bekleniyor mu?
Avrupa Konseyi Türkiye’ye AİHM kararını uygulamadığı için bir yaptırım kararı vermek zorunda. Çünkü Türkiye Kavala’yı ve Demirtaş’ı salıverecek gibi görünmüyor, buna dair son derece net siyasi beyanlar var.
Bu yaptırımlar ne olabilir?
Örneğin Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde bulunan Türkiyeli milletvekillerin oy haklarını ellerinden alabilirler onların temsil haklarını dondurabilirler.
Nihayetinde Türkiye'yi Avrupa Konseyi’nden çıkartabilirler. Ki kanımca yapılması gereken şey bu.
Yapacaklar mı sizce?
Türkiye'nin Avrupa açısından bilmez bitmek bilmez bir jeostratejik önemi var. Bugünlerde bu önem, mülteci sorunundan kaynaklanıyor.
Öte yandan Avrupa Konseyi Türkiye'yi kaybetmek de istemiyor. Sadece real politik açısından değil. Rusya'nın ardından bir de Türkiye Avrupa Konseyi’nin dışında bırakılması, sistemin etkililiğine gölgeye düşürecektir.
Avrupa Konseyi bu anlamda çok zor durumda.
“Bizim adımıza kimler mücadele verdi görünsün istiyorum”
Son olarak kitaba ve Kürt avukatların AİHM’de verdiği mücadeleye dair okurlarımızın özellikle duymasını istediğiniz detaylar var mı?
Kitabın farklı kesimler için farklı şeyler o ifade edeceğini umuyorum. Birincisi insan hakları savunucuları ve avukatlar için bir anlamı var.
Bu kesimler için bir başvuru kaynağı olduğuna inanıyorum.
Ayrıca okuyucu açısından bir anlamı var.
Geçmişten bugüne Kürtlere karşı özellikle Kürt coğrafyasında işlenen adaletsizlikleri, hak ihlallerini yakından bilmeyenler için, kitabın bu meseleye aşina olma aracı olacağını umuyorum.
Kitabı okuduktan sonra Kürtlerin siyasal ve hak mücadelelerini daha iyi anlayacaklarını umuyorum.
Bir de Kürt insan hakları savunucularına toplum olarak bir vefa borcumuz olduğunu düşünüyorum. Okuyucuların onları biraz olsun tanımalarını canı gönülden istiyorum.
Umarım mücadeleleri daha fazla duyulur ve görülür.
İHD: Tahir Elçi cinayeti faili meçhul bırakılmak isteniyor
(EMK)