Oğlum Ekin dünyaya gelince ise, artık önümdeki yılların düşünürken buharlaşmışçasına benden uzaklaştığını hissetmeye başladım. Önümüzde uzun bir gelecek var diye. Hayatım ona yoğunlaşmakla kalmadı, geleceğim projelerle dolmaya başladı.
Yaşlandığım için değil, bir ufaklığı hayatıma yakıştırıyordum. Ona verebileceğim çok şey olduğunu, onun da mutlaka benim hayatıma o vakit hissedemeyeceğim bir şeyler katacağından emindim.
Haklı çıktım çünkü Ekin'imiz, hayatımızda kendine yer açtığından beri, kısa süreli sarsıntılarımızın yanında, eşimle ilişkimizi işleyerek, onu ve beni işin içine katma ustalığı ve bize duyduğu ihtiyacı bu denli güzel ortaya koymasıyla, çabucak yeni rolümüzü benimsememize yardımcı oldu.
İlişkilerimin tamamını yaşadığım garip İstanbul'da, yaşamın hızından, beraberliklerin hazımsız kalmasından ve "harcadığımız" zamanı düşününce, aslında ilk akla gelen böyle bir isteği gerçekleştirmenin -çocuk sahibi olmanın- zorluğu oluyor, tahmin edersiniz.
Şehrin göbeğinde yaşamayan ailelerimizin yanımızda fazlaca bulunamamaları, evin önünde araç park edecek yerin dahi olmaması, 5-6 katı bazen günde üç kez bebek kucakta çıkmak durumunda olmak ve daha ne zorluklar yaşadık ve yaşamaya da devam ediyoruz...
Bütün bunları, Ekin yokken bile eşim Serpil ile düşünmüştük. Her hafta sonu Beyoğlu'ndan sahile inerek Tarabya'ya kadar yaptığımız Boğaz yürüyüşlerimizin birinde, hayatımızla ilgili heyecanlı planımızı yapmıştık.
Detaya gerek yok; bebeğimiz o plan içerisinde çok iyi durdu ve bu zorlu kentte çocuk yaptık.
Ekin 16 aylık. Bu zaman zarfında, uykusuzluğu tattık, nöbetçi eczanelerin haritasını çizdik, yorgunluğun sınırını aştık ama bu, öyle bıkınca bırakamayacağınız kadar hoş ve zorunlu bir süreç...
Zaman geçince çocukla iletişimin işaretleri bambaşka bir haz veriyor insana. Önceleri derdini anlatamayan, keyifli olup olmadığından daima kuşku duyduğunuz minik bir bebek, ardından iyi olduğunu görseniz de konuşamayan bir çocuk...
Şimdiyse, sinirliliğiyle çevresini haşlayan, istediğine ne olursa olsun sahip çıkan, çekmeceleri döken, kızdırınca da şakaya vuran ve ağzındaki birkaç hecesi ve heyecanıyla dünyaya hükmeden bir afacan....
Sabırsız biri olmanız, bıkmanız, yorulmanız, yoğun biri olmanız bir şeyi değiştirmiyor. Hayatınızdaki o yeri alır, çocuğunuz...İyi de yapar. Çünkü hayatın alışkanlık, ritim ve değerlerimizle kemikleşmeye başladığını çocuk gelince fark ediyoruz.
O olmadan hayatın "öyle", kendinizin de "böyle" olduğunu düşünürsünüz. Ne öyle, ne de böyle... Bütün bir dünyayı sıfırdan keşfedip, ona kendinden bir şeyler vermek çok keyifli.
Çocuk için zorlu bir kent, İstanbul
Bu zorlu ülke, kent ve semtte çocuk yaptık. Çocukların yaşam alanı olmadığı Türkiye'de, biz de İstanbul'un güzide yerlerinden Firuzağa'da park olmadan çocuk büyüttük.
Geçenlerde Cihangir'de açılan çocuk parkı, benim için adeta bir Babalar Günü hediyesi oldu.
Çocukla birlikte, biraz geniş hareket edip "çocuktur şu veya bu şekilde büyür" demeyi öğrenseniz de, çocuk parkı olmayan, yürünebilir kaldırımları olmayan bir kentte yaşamak insanın ağırına gidiyor.
Benzer bu tür hislerle yaşayan insanlar olarak, zaman zaman bir araya gelerek, teskin ediyoruz birbirimizi...
Hem Ekin hem de bizler için, her gün biz işte terlerken onunla vakit geçiren Seher ile tanışmış olmamız çocuk büyütmeyi çok daha rahat karşılamamızı sağladı.
Bunun büyük etkisi ve Ekin'in yaşamımıza kattığı coşku, her şeyi alıp götürüyor. Yaşları ne olursa olsun, tanıdık-tanımadıklara söylerim daima: "Hemen bir çocuk yapın!" (EÖ/EÜ)