ABD'den uzak durmak
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı (ABD) George W. Bush NATO Zirvesi münasebetiyle önce Batı Avrupa'dan, sonra da Türkiye'ye geldiğinde ülkenin AB ile müzakerelere başlaması konusunda basında coşkulu bir sevinçle karşılanan beyanlar verdi.
Mesela 27 Haziran tarihli Milliyet gazetesinde şu ifadeleri okumak mümkündü: "Bush'tan büyük destek. ABD Başkanı George W. Bush, dün gece Ankara'ya varışı öncesinde İrlanda'da buluştuğu AB liderlerine Türkiye'nin üyeliği için, açıkça lobi yaptı. Bush, AB Dönem Başkanı İrlanda Başbakanı Bertie Ahern ve AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi ile ortak basın toplantısında verdiği ilk siyasî mesajı Türkiye'ye ayırdı.
Bush, "Türkiye, demokrasi ve Müslüman kimliği başarıyla kaynaştıran gururlu bir ülke. Avrupa Birliği standartları yolunda ilerliyor. AB, Türkiye'nin tam üyeliğini sağlayacak müzakereleri başlatmalıdır" dedi." Ancak bu beyanlara tepki hemen Pazartesi 28 Haziran günü hükümet eden Fransız sağının yayın organı niteliğindeki Le Figaro gazetesinin "Bush Türkiye'yi Avrupa'da istiyor" manşetiyle geldi. Fransız Cumhurbaşkanı Chirac da akşamüstü düzenlediği basın toplantısında Bush'un AB'nin işlerine karışmaması gerektiğini bir kez daha hatırlattı.
Türkiye'nin adaylığının reddedildiği 1997 Lüksemburg Zirvesi'nden itibaren ABD, özellikle Alman ve Fransızları çileden çıkartırcasına (Şansölye Kohl'un hiddetini hatırlayın) AB ülkelerine Türkiye'yi almaları için baskı yapmıştır. Kâh Clinton döneminde olduğu gibi iyi niyetle kâh şimdi olduğu gibi art niyetle yapılan bu telkinlerin daima faydasından çok zararını gördük.
Türkiye'nin AB ile olan ortaklık ilişkilerinde özellikle şu dönemde uzak durması gereken ülke ABD ve onun baş destekçisi olan İngiltere'dir. Irak savaşında başta Polonya olmak üzere ABD tarafından "yeni, genç Avrupa" diye adlandırılan çiçeği burnunda AB üyelerinin savaş ve ABD yanlısı tutumları AB'nin çekirdek ülkelerini son derece rahatsız etti. Irak savaşı ile ayyuka çıkan anlaşmazlıkların temelinde ABD ve özellikle şimdiki cumhuriyetçi idarenin, AB'nin birleşme ve entegrasyon projesinin gerçekleşmesini istememesi ve bunu somut olarak AB'nin belli ülkelerini kullanarak dayatıyor olması yatıyor.
Bunlar, AB'yi sadece geçim kapısı olarak gören yeni üyeler ile AB'yi salt ortak Pazar ve uluslararası bir kuruluş olarak gören Danimarka, İngiltere ve İsveç gibi ülkeler. Çekirdek ülkeler ile bu diğer ülkeler arasında ABD'nin keyifle izlediği bir çekişme döneminin daha başındayız. Birkaç gün önce Alman-Fransız ikilisinin Komisyon başkanı adayının (Belçikalı Verhofstadt) nasıl İngiltere tarafından reddedildiğini hatırlayacak olursak ortadaki sorun çok derin gibi gözüküyor.
Önümüzdeki dönemde hayatî bir önemde olan "siyasî Avrupa"nın hayata geçmesi çekirdek ülkelerin ne dereceye kadar ağırlıklarını koyabileceklerine bağlı. AB Anayasa'sının İngiltere gibi ülkeler tarafından reddedilme olasılığı hızla bu gibi ülkelerin AB'den ayrılmalarını gündeme getirecektir. İşte bu ortamda Türkiye yerini çok iyi belirlemesi gerekiyor.
Bugün için ve Aralık kararına giden yolda sarsılmaz bir gerçek varsa o da Almanya ve Fransa'nın Türkiye'nin üyeliğiyle birlikte ikinci bir İngiltere istemedikleridir. Diğer bir deyişle Türkiye eğer AB'li olmak istiyorsa önünde tek bir AB'li olma biçimi vardır veya en azından aklı sürekli ABD ile olan ilişkisinde, ucundan kenarından AB'li İngiltere gibi üye olma seçeneği sureti kati'yede yoktur.
Keza Başbakanın bazı danışmanlarının sandığı gibi Türkiye'nin AB'ye ABD tarafından üye edileceğini düşünmek son derece vahim bir yanılgıdır. Dolayısıyla bugünden verilen mesajlara, sembolik davranışlara çok dikkat etmemiz ve kendimizi konumlandırdığımız tarafı çok sarih bir şekilde göstermemiz gerekiyor.
Türkiye'nin AB adaylığı sayesinde ABD'nin ortaya attığı Büyük Orta Doğu projesini 1999'dan beri yani bu proje ortada yokken gerçekleştirdiğini vurgulamak
ABD'nin ipe sapa gelmez varsayımlara dayalı, içi kof ve politikadan ziyade slogan mahiyetindeki Büyük Orta Doğu projesinin karşısında AB'nin 1970'lerden bu yana önce Akdeniz'in üç diktatörlüğü İspanya, Portekiz ve Yunanistan'ı, arkadan Orta ve Doğu Avrupa'nın eski totaliter ülkelerini ve 1999'dan bu yana Türkiye'yi kucaklayarak yakın coğrafyasına dalga dalga yaydığı gerçek iktisadî ve siyasî istikrar azımsanacak bir süreç değildir.
Bu süreç içerisinde Müslüman kimlikli Türkiye'nin dört yıldır geçirdiği pozitif evrim ve dönüşüm, daha slogan aşamasındaki Büyük Orta Doğu projesinin somut ifadesidir. ABD'nin şovlarının karşısında Türkiye'nin ve AB'nin bu başarı öyküsünü dünya kamuoyuna gurur ve özgüvenle tanıtması gerekiyor.
Hollanda ile sıkı bir işbirliği içinde olmak
Hollanda, 2002 Kopenhag Zirvesi öncesinde Danimarka'nın gayet başarılı bir şekilde (maalesef Türkiye aleyhine) yaptığı aracılık işlevini 1 Temmuz'dan itibaren üstlenebilecek olan ve daha önce iki temel antlaşmayı (Maastricht ve Amsterdam) kotarmış, arabuluculukta çok deneyimli bir ülkedir.
Her ne kadar Almanya ve Fransa'nın alacakları kararı belirlemekte temel bir rol oynayamayacak olsa da, Hollanda'nın kesinlikle kazanılması lâzım. Hollanda'nın eski Ankara sefiri ve Türkiye'nin önemini idrak etmiş olan Dışişleri Bakanı Bernard Bot bu çerçevede kilit bir isimdir. Aralık ayına giden süreçte Hollanda ile birlikte bir eylem planı belirlenebilir.
Almanya ve Fransa'ya özen göstermek, ziyaretlerde İngilizce konuşmamaya gayret etmek
Fransız ve Alman hükümetleri Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ciddî yenilgiler aldılar ve zayıfladılar. Cumhurbaşkanı Chirac ve Şansölye Schröder, her ne kadar Türkiye ile ilgili karar konusunda müspet bir yaklaşım içindeyseler de kendi muhalefetlerine yeni koz vermekten çekinir durumdalar.
Müzakereye başlama kararının bugünden dillendirilmeye başlanması mucize olacağından, yaz tatili sonrasında Türkiye ile ilgili karar tüm AB'nin ve özellikle bu iki ülkenin gündemini işgal eder hale gelecek. Eylül-Aralık arasındaki bu gergin dönemde mümkün olabildiğince iki ülke hükümetlerinin elini güçlendirecek bir bilgilendirme ve iletişim yapmak gerekiyor.
Ayrıca Fransız ve Almanlarla, hele Amerikan aksanıyla İngilizce konuşmaktan kaçınmak gerekir. Önemsiz sayılabilecek bu ayrıntı esasında çok anlam yüklüdür. Türkiye'de yabancılarla yapılan üst düzey görüşmelerde o ülkenin dilini konuşan mütercim eksik olmasa gerek.
Avrupa'da yapılan diyalog arayışlarında, biçim, kapsam ve içerikleri ne olursa olsun oradaki Türkiye dostlarını değil Türkiye karşıtlarını muhatap almak
İletişim ve etkileme açısından yıllardır Türkiye dostluğunu geçim kapısı yapmış bir çok AB'li şahsın yerine AB kamuoylarında etkili olan Türkiye konusunda kararını vermemiş olanlar ile Türkiye düşmanlarını muhatap almak gerekiyor.
Zaten inanmış olan Türkiye dostları çoğu zaman bu konumlarını hak etmek istercesine Türkiye'deki eksiklikleri dahi görmezden gelerek inandırıcı olmaktan çıkarlar. AB ülkelerindeki latan Türkiye kuşkusu, ancak bu havayı körükleyen siyasetçi ve kanaat önderleriyle birebir muhatap olmakla ve onları ikna etmekle aşılabilecektir.
AB adayı Türkiye'nin Kopenhag Siyasî Kriteri'ni ziyadesiyle yerine getirdiğini her fırsatta dile getirmek
Dışişleri Bakanı'nın en son 18 Mayıs'ta toplanan AB-Türkiye Ortaklık Konseyi toplantısında, Başbakanın da değişik vesilelerle dile getirdiği gibi tüm Türkiye'nin tek bir ağızdan Kopenhag Siyasî Kriteri'nin yerine getirildiğini ısrarla ifade etmesi gerekiyor.
Her ne kadar AB'li yetkililerden bu konuda epey müspet mesajlar geliyorsa da bugün itibariyle Alman Yeşili Daniel Cohn Bendit'in dışında siyasî kritere uyulduğunu ve müzakerelerin başlaması gerektiğini açıkça dile getiren yok. Tüm AB'li siyasîler ağız birliği etmişçesine ve son kararı kendilerinin vereceğini bile bile Komisyon raporunun tavsiye kararını bekleyeceklerini söylemekte.
Ruhban okulunu ve Ermenistan sınırını ticarete açmak, açılışlara dünya basınını çağırmak; gayrimüslim vakıflarını esirgemek
Hükümet, okulun ve Ermenistan sınırının açılması için girişimlerde ve çalışmalarda bulunuyor. Eğer bu çabalar sonuç verirse bu başarıları en geniş şekilde dünya kamuoyuna duyurmak çok yararlı olacaktır.
AB'de Türkiye'ye soğuk bakanların hep dile getirdiği bir gerçek Türkiye'nin gayrimüslimlere ayırımcılık yaptığıdır. Son zamanlarda epey değişiklik geçiren mevzuat, uygulamada halen yeterli değil. "AB bir Hıristiyan kulübü değildir, olmamalıdır" diyenlerin Türkiye'nin de bir "Müslüman kulübü" olmadığını ispat etmeleri gerekiyor.
Kıbrıs'tan sembolik de olsa, asker çekmek
Türkiye'nin Kıbrıs'tan bir miktar asker çekerek yapacağı jest Kuzey Kıbrıs'ın tanınması konusunda gösterdiği çabadan daha anlamlı olacaktır. (CA/BA)