Haberin hemen akabinde aynı gün İstanbul'da emniyet kuvvetlerinin 8 Mart Kadınlar Günü'nü izinsiz kutlama girişiminde bulunan bir avuç insana attığı meydan dayağı görüntüleri geliyor ekrana. Spiker "ne beklenirdi ki" diyen bir yüz ifadesiyle sonraki habere geçiyor. Türkiye kanallarına dönüyorum.
Meseleden hiçbir şey anlamadığı ve hiçbir ders çıkaramadığı belli olan birkaç yetkili savunma yapıyor, kimisi tahrik olduğunu söyleyerek üste çıkmaya çalışıyor, hükümet mecburiyetten soruşturma yapılacağını dile getiriyor, AKP çevrelerinden kınamalar da var.
Komisyon'un Genişlemeden sorumlu yeni Komiseri Finli Olli Rehn'in ilk resmî Türkiye ziyareti arifesinde kadınlara atılan bu meydan dayağı 17 Aralık sonrası yeni döneme dair değerli ipuçları veriyor.
İlkin, bürokrasi içinde bulunan, değişim ve AB karşıtı odaklar benzer davranışlara her fırsatta yeltenecek, treni rayından çıkarmak için her yolu deneyecekler.
Buna karşılık, toplumun vaka-ı adiyeden saydığı bu tip insan hakları ihlallerinin her biri, duyarlı toplum katmanları ve AB kurumları tarafından yakın izlemeye alınacak.
Diğer taraftan, Avrupa'da ve AB kurumlarında Türkiye'nin AB üyeliği için müzakerelere başlayacak olmasını hiçbir zaman hazmetmeyecek güçlü ve etkin gruplar, uzun sürecek hazırlık döneminde tıpkı Türkiye'deki AB karşıtları gibi Türkiye'nin havlu atmasını amaçlayarak her yanlışı sonuna kadar istismar edecekler.
Tehlike, hükümetin bir çok alanda ve hepsi aynı anda gelecek bu tepkilerin altında ezilmesi, 6 Mart hadisesinden sonra verilen vahim demeçlerdeki gibi savunmaya geçmesi ve sonunda hırçınlaşarak köprüleri atma aşamasına gelmesidir.
Buna ilâveten hazırlık dönemi boyunca, ilk emareleri şimdiden görülen AB ile Türkiye arasında uyum konuları kapsamındaki görüş ayrılıkları ve zıtlaşmaların ilişkiyi kopma noktasına taşıması imkânsız değildir.
Bu ortamda eğer hükümet sükûnetini muhafaza edemez ve AB hedefine kilitlenmez ise Türkiye'nin AB üyelik süreci kimsenin yararına olmayacak şekilde yara alır.
Bunun yolu ise hükümetin, gereken zihniyet değişikliğine öncülük ederek özellikle nazik konularda cesaretle ezber bozmaya devam etmesinden ve buna koşut olarak AKP dışına açılarak toplumu kucaklamasından geçiyor.
AB'ye hazırlık tanıdık, bildik bir uygulama değil
Müzakere süreci her şeyden önce bir müzakere kültürü yani taviz verme (taviz Arapça'da: karşılık olarak bir şey verme) sanatına vakıf olmak demek. Bu bizim baskın karakteristiğimiz değil.
İkincisi, Türkiye 17 Aralık sonrasında dışarısıyla tarihinde hiç tanımadığı bir ilişki içerisine girmiş bulunuyor.
Klasik devletlerarası ilişkilerin temellerinden biri olan "içişlerine karışmama" ilkesinin hızla küreselleşen dünyada anlamını giderek yitirdiği ve AB gibi ulusüstü ve hatta ulusötesi bir yapıda içinin iyice boşalmaya başladığı düşünülecek olursa Türkiye burada epeyi zorlanacak.
Ülkenin, tarihî anlamda halen uluslaşma süreci içinde olduğu hatırlanacak olursa, egemenliğin öznesinin sorgulandığı ve egemenlik devri/egemenlik paylaşımı gibi kavramlar üzerine kurulu, iç-dış denkleminin altüst edildiği AB bütünleşme süreci Türkiye'ye epeyi yabancı gelecek. AB mevzuatı bir dışilişki değil, gündelik hayatı ilgilendiren somut bir insanca yaşama rehberi.
Üçüncüsü, AB hazırlığı hem bürokrasimiz için hem de yeni kuralları uygulamakla yükümlü son kullanıcılar açısından "eski köye yeni âdet" konumunda. Aklı fikri kuralları delmek veya bypass etmekte olan ve esasında kural sevmez bir toplumun katı kurallar içeren AB mevzuatına ayak uydurması hiç de kendiliğinden olmayacak.
Eski köye gelecek yeni âdetler, bir yasağı üç günden fazla tanımamaya alışık halkımızı rahatsız edecek, işlerin uzamasıyla birlikte, giderek AB'den hızla soğuması tehlikesini beraberinde getirebilecek.
Dördüncüsü, tek adam, "süpermen başmüzakereci" arayışları da bu genel çerçevede değerlendirilmeli. Kamuoyunun anlamsız ve hatalı yerlere yönlendirildiği bu pop tartışmada görünen o ki hazırlık çalışmaları bir kişinin elindeki sihirli değnekle altından kalkabileceği bir iş sanılıyor.
Halbuki sekiz milyon nüfusa sahip komşu Bulgaristan'ın yüzlerce müzakerecisi olduğunu düşünürsek Türkiye'ye başmüzakereciden çok müzakereci ordusu gerekiyor.
Beşincisi, AKP kadrolarının Türk milletinin en değerli özelliği addedilen pragmatizm ve işbitiricilikte üstün bir konumda oldukları söylenir. AB'ye hazırlık çalışmalarında bu hasletlerin yeterli olmayacağını, işlerin el yordamı ile yürütülemeyeceğini bilmek gerekiyor.
AB uyumu her şeyden önce yazılı taahhütler içeren uzun, zahmetli ve son derece teknik bir konu. Mesele sadece işleri layıkıyla yapmakla da bitmiyor, müzakereye açık olan konularda dişe diş pazarlık edebilmek gerekiyor. Burada okuduğunu anlayacak kadrolar elzem.
Hükümetin AB hazırlık çalışmalarını fırsat bilerek iki yıldır bir türlü cesaret edemediği siyasî açılımları yapması, kendinden olmayan demokratik katmanlara, onların bilgi donanımına çağrıda bulunarak kucak açması şu aralar cazibesine kapılmış gibi göründüğü milliyetçi kolaycılıktan kıyaslanmayacak kadar etkin bir siyasettir. Bu açılım sıradan bir siyasî hesap değil, AB sürecinin ve dolayısıyla AKP'nin bekası için olmazsa olmaz bir girişim konumundadır.
Türkiye AB'ye girmeyecek, burası AB olacak
Eğer her şey yolunda giderse süreç sonunda Türkler burada kalarak buraların AB haline gelmesi için çalışacaklar. Afakî ve semantik bir farkmış gibi görünse de bu, işin özü. Zira kişi ve toplum hayatını birebir ilgilendiren sayısız konuda AB yasa ve yönetmelikleri burada uygulanır hale gelecek.
Artık belirleyici olan "AB'ye girmek" sözünün çağrıştırdığı hicret değil hayata burada geçecek AB yasa ve yönetmelikleri. Hazırlık döneminin icracısı Komisyon, aday Türkiye'nin kat ettiği yolu, uygulama kıstasıyla tartacak ve değerlendirecek.
Nitekim 17 Aralık öncesinde Türkiye'den yüzde yüz uygulama talep edenlere cevap verirken bu talebin müzakerelere başlamadan değil tam üye olmadan bir anlam ifade edeceğini söylerdik. Dolayısıyla artık yeni dönemde bu uygulamaları tamamen hayata geçirmekten kaçış yok.
İçeride ve dışarıda kronik empati zaafı
Türkiye hep kendine Müslüman veya Sünnî Müslüman. Bu dar tanımın dışında kalan kimliklerin yurttaşlıkları ve yurttaşlık hakları kamunun önceliği değil. İslam dininin diğer mezheplerinin ve tek tanrılı diğer dinlerin yaşam alanları umurunda değil.
Bu diğerkamsızlık dışarıda da aynen geçerli. Bugün Atina banliyösünde cami yapılamaması, 1 Ekim 1844'te kurulmuş olan Heybeliada'daki Ruhban okulunun yeniden öğretime açılmasından her zaman daha önemli.
Hollanda'da her talebeye zorunlu din dersi haberi burada herkesi ayaklandırıyor ama buradaki zorunlu din dersi pek kimseyi rahatsız etmiyor. AB bir Hıristiyan kulübü değildir, olmamalıdır diyenler Türkiye'nin de bir Sünnî Müslüman kulübü olmadığını ispat etmek zorunda.
Türkiye yeni dönemde kendi için talep ettiği hakları diğerlerine de tanıyarak inanılırlık kazanabilecek. Keza Kıbrıs'ta Türk kimliğinin muhafaza edilmesi davasında gösterdiği hassasiyeti örneğin Kürt kimliğini muhafaza etmek için gösterdiği ölçüde inanılır bir ülke haline gelecek
Bugün Türkiye Ermeni varlığının doksan yıl önce Anadolu'dan silinmiş olması konusunda kalıcı çare ve çözümleri erteler görüntüsü veriyor.
Üstüne üstlük, Ermeni tezlerine karşı yani uluslararası kamuoyunun neredeyse tamamına karşı 8 Mart günü Baykal ile Erdoğan arasında kurulan ittifak, hükümetin baş sorumlusunun Ermeni meselesinde resmî tezden çok farklı ve meseleye kalıcı bir çözüm getirecek yeni bir çabaya girmeden Türkiye'nin AB üyesi olamayacağını kavramadığı intibasını uyandırıyor.
Bu denli güçlü bir meclis çoğunluğuna sahip, hareket alanı bu kadar geniş ve geçen yıl Kıbrıs konusunda takdir edilecek bir performans sergilemiş bir hükümetin böyle bir atalet ve ezbercilik içine düşmesi gayet endişe verici.
Çok taraflı dış politika?
17 Aralık'ta tarihi aldıktan sonra Başbakan ve Dışişleri Bakanı geçen yıl boyunca ihmal edilmiş bulunan coğrafya ile ilgilenmeye başladılar. Bu müspet inisiyatifler basında çok taraflı dış politika olarak övüldü ve AB üyeliğiyle alakalı "dış politika"nın yanında yakın coğrafyamız, Rusya, Çin ve Afrika boyutları da telaffuz edilmeye başlandı.
Türkiye'nin dünya üzerinde tarih, coğrafya, dil, din, ırk ve hatta dış ticaret zemininde gelişecek dış politika seçenekleri ancak AB üyeliğiyle hayata geçebilecek ve aksine eğer bu üyelik gerçekleşmezse gök kubbede hoş birer seda olarak kalacaklardır.
Koloniyal bir imparatorluk olmamış Osmanlı'nın ve başmirasçısı Türkiye'nin bu coğrafyalarda Fransa ve İngiltere'ye kıyasla çok farklı bir hatırı ve aidiyet hissinden ziyade hatırası vardır.
Dolayısıyla AB üyesi bir Türkiye önce bölgesinin istikrar kaynağını oluşturacak, sonra tarihî ve coğrafî ilgi ve etki alanlarına (Ortadoğu, Orta Asya, Kafkaslar ve Balkanlar) bu sayede daha etkin ve kalıcı politikalarla nüfuz edebilecek.
Bu nüfuz bugünkü "ağabeylik", "Osmanlı mirası", "Türk dünyasının lideri" gibi XIX. yüzyıl şablonları ve zihniyetiyle değil "ağırlığı olan eşit ortak" olarak gerçekleşecek ve Türkiye bu coğrafyalara Avrupa üzerinden ulaşacaktır.
Bu sürecin yakın zamandaki en çarpıcı örneği Akdeniz, Kuzey Afrika ve Latin Amerika'daki hatırasını AB üyeliği dinamiğiyle yeni ve kalıcı bir temele oturtan ve eski dostlarına artık başarı örneği teşkil eden İspanya'dır.
Buradan bakıldığında Ankara'nın artık öncelik belirlemesi kaçınılmazdır.
Sonuç itibariyle ve bugün için hükümetin AB hedefinden başka bir hedefe yöneldiğini söylemek mümkün değil. Umalım ki geçtiğimiz günlerde yaşanan bocalamalar geçici olsun ve yerlerini hızlı bir toparlanmaya bıraksın. (CA/BA)