Ankara Sanat Tiyatrosu’nun Ihlamur Sokaktaki sahnesini kaybetmesi haberi geldiğinde daha önce hiç hissetmediğim bir sızı düştü içime…
Önce AST’ın kapandığı gibi algılamıştım haberi…
Tiyatronun son yıllardaki yöneticilerinden üniversiteden arkadaşım Vedat Çuhadar’ın gönderdiği mesajla biraz olsun rahatladım…
Hüzünlendim…
“Furkatlendim” derdi babam…
Ankara Sanat Tiyatrosu benim ikinci evim sayılırdı bir zamanlar…
Politika Gazetesi Ankara Bürosunda gazetecilik yaparken uzun bir süre maaş alamadığımız için sevgili Rutkay Aziz’le konuşup AST’ta “kitap tezgahı” açmıştım.
Rana Cabbar’ın başrolünde, Uğur Mumcu’nun Sakıncalı Piyade’si kapalı gişe oynuyordu.
Yine o zamanlar sanırım bir anlaşmazlık sonucu bir süre Ihlamur Sokak’taki sahnesinden ayrılmak zorunda kalan AST, bir sokak ötede Menekşe Sineması’na taşınmıştı.
Bu ayrılık ne kadar sürdü tam anımsamıyorum ancak bir süre sonra “Kitap Tezgahını” Aydınlıkevler Lisesinde hayatımı kurtaran kardeşim nam-ı diğer “Deli Laz” Mustafa Yaşacan’a teslim ettim.
Sevgili Can Yücel, tiyatro için yeniden yazdığı “Yuvarlak Kafalılar ve Sivri Kafalılar” oyununun provaları boyunca AST’a gelir, arka sıralarda tek başına, kör kütük sarhoş olana dek içerdi.
Onu hepimiz çok severdik.
Timur Selçuk’suz bir AST düşünülemezdi…
AST’ın geleneksel “Pastırmalı Kuru Fasulye” partileri senede bir gün olmazsa olmazlarımızdandı…
Daha önce de paylaşılmış olan yıllar önce AST’ta çekilen bi fotoğraf gözümün önüne geldiğinde bilsen beni nerelere götürdü…
Fotoğrafta kimler yok ki;
Yanıbaşımda yere diz çökenlerden Haluk Cömert ve Uğur Polat AST’ın en genç as takımından, ikisi de tiyatro ve sinemada hakettikleri yerlerini korumaktalar…
O kadar kişinin arasında tek rakı kadehi ile Yakup Durşen’le olan arkadaşlığımız 45 yılı tamamladı sanırım…
Sol baştan başlayayım…; Fatma, ne kadar güleç ve güzel, yanında eşi benim şefim Süleyman Coşkun, şair abimiz Ataol Behramoğlu, Sevgili Rutkay Aziz, kardeşim Mustafa Yaşacan, Halil’i unutmuşum bağışlasın, soyadını başkalarına sordum, Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği’nden Kemal Cengizkan, Ercan Öztürk, İlerici Kadınlar Derneği’nden ve Maden İş sendikası avukatlarından kadın arkadaşlarımız.
* Ayaktakiler soldan sağa: Adını anımsayamadığım Maden-İş sendikası avukatı ve İlerici Kadınlar Derneği’nden iki kadın arkadaşımız. -Ercan Öztürk-Kemal Cengizkan- Halil- Mustafa Yaşacan-Rutkay Aziz-Ataol Behramoğlu- Süleyman Coşkun- Fatma Coşkun- Oturanlar soldan sağa: Yakup Durşen-Uğur Polat-Haluk Cömert- Sedat Uysal
Sevgili,
Aramızda kalsın…
Sana bir sır vereyim…
Aslında ben hep aktör olmak isterdim…
Bak sana ne anlatacağım…
Babam sesini kaybettiğinde ben daha ufacık bi çocuktum.
İnsanın sesi kısılır…
Hayvanın sesi kısılır...
Doğanın sesi kısılmaz!
Bir insan sesini nasıl kaybeder?
O zaman, hastaneye bile götürmediler beni.
Neymiş efendim, “Çocuklar hastaneye gidemezmiş!”
Bana göre aylarca sürmüştü babamın hastahane macerası.
Babamızın, Nam-ı diğer Deli Kerim, gırtlak kanseri dedikleri illetten kurtulup eve döndüğünde bizde tam bir cümbüş havası…
O’nun sesini, ses tellerini kesmişler…
’Ağzı var dili yok’’ derler ya aynen öyle.
Babamızla yazışarak anlaşıyoruz…
Daha doğrusu o yazıyor, biz konuşuyoruz!
O’nun elindeki deftere yazarak sorduklarına, biz de yanıt veriyoruz diye yazmaya kalkarsak yediğimiz fırçanın haddi hesabı yok!
‘’Oğlum ben sağır değilim, ne söylediğinizi duyuyorum’’ diye yazdığını anımsarım…
Evimize beş sokak ötedeki Yenimahalle 5.Durak’ta Alemdar sinemasında abilerimle izlediğim, Yılmaz Güney’in başrolünü oynadığı ‘’Kasımpaşalı Recep’’, ‘’Kasımpaşalı Recep’in Dönüşü’’, ‘’Kasımpaşalı Recep’in İntikamı’’ filmleri beni çok etkilemişti. Devamı var mı acaba?
Babamızın eve dönüşünde onu eğlendirmek için bu filmlerin hemen hemen tümünü tek ‘’rol arkadaşım’’ bir yastıkla oynadığımı daha dün gibi hatırlıyorum…
Bir dövüşüyorum sorma gitsin!
Yastık ‘’kötü adam’’
Ben başroldeki iyi adam ‘’Kasımpaşalı Recep’’
(Bu arada, kayda geçsin; Burada adı geçen Kasımpaşalı Recep’in şu anda Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı sıfatıyla oturan nam-ı diğer ‘’Kasımpaşalı Recep’’ ile uzaktan yakından tek ortaklığı, filme adını veren KASIMPAŞA ve RECEP isimleridir!)
Babam sessiz gülerdi…
Sonra?
Sonra daha ilkokulun birinci sınıfında ’’okuma bayramı’’nda sahneye adım atmıştım!
‘’Kulak’’ adında bir monolog… Kim yazdıysa!
Vücudumuzun organlarının yerli yerinde olmadığına dair;
Hani kulağımız cebimizde olsa, öğretmenimizin ‘’kulağımızı çekmek’’ için cebimizi karıştırması gerek,
ya da ‘’gözümüzün bir teki ensemizde olsa, arkadan gelen öğretmenimizi görürdük’’ misali…
‘’Keşke burnumuz da mendilimizin yanında olsaydı’’ gibi…
Tam ilkokul birinci sınıflık bir monolog!
* Kolaj: Babam, Nam-ı Diğer Deli Kerim, 1942 Yılında Adana’da Çır Çır makinası adını verdiği biçer döver sürücüsü, Arkada, babamın babasına dedem Süleyman Uysal’a Ankara’dan attığı kart ve Seattle’da yaşayan küçük kardeşi amcam Mehmet Uysal’a yazdığı mektup, Konya Hadim’de annemin doğduğu ev, benim ilkokul birinci sınıfta Barbaros İlkokulunda Okuma Bayramında ezberlediğim monolog ‘’ Kulak’’ ve anamız Pervin Uysal’ın yufka açarken resmidir!
Ben unutmuştum!
İstiklal Savaşı Gazisi dedem unutmadı…
Ölene dek bana hatırlattı…
‘’Yaa senin bi kulak vardı… Hadi bi söyleyiver ‘’ diye diye yıllarca ısrar etti, ama tek bir satırı kalmamıştı aklımda.
İlkokul ikinci sınıfa başladığımda, yeni taşındığımız mahallede ne elektrik, ne su vardı…
Ne de televizyon…
Bütün hayatımız sokağımız, okulumuz, arkadaşlarımız ve komşularımız…
‘’Mikrofonda Tiyatro’’da radyonun içine girerdik neredeyse…
Rahmetli Ömer abimle ben, sanki bütün mahallenin eğlencesiydik..
Babamızın ve anamızın giysilerini giyer, şarap mantarını yakarak onu bir makyaj malzemesi olarak kullanır, sakal bıyık yapar komşularımızın kapılarını çalardık…
Bize misafir gelenlere çay kahve sırasında abimle salonda sahne alır, aklımıza geleni oynardık.
Sosyalizm propagandası yapıyoruz!
Hak, hukuk, adalet, özgürlük, eşitlik…
Daha neler neler…
Ben İnce Memed, O Abdi Ağa...
Büyük abimizin lise yıllarındayken kurucusu olduğu Atatürk Akşam Lisesi Tiyatro Gurubunun etkilerini nasıl yadsırız.
Ankara’da Halk Oyuncuları sahnesinde Jean Paul Sartre’ın ‘’ Mezarsız Ölüleri’’ni oynuyorlar.
Ailecek ilk sıradayız.
Abim başrolde.
Serseri !
‘’Serseriyim
Serseriyim
Serseriyim
Serseri
Kanunlara taparım
Yakar yıkar bozarım
…’’
Bir seferinde elimden tutup ;
‘’Seni tiyatrocu yapacağım’’ demişti…
Nasıl sevinmiştim bir bilsen…
Bir türlü sahneye konamadı ama bütün provalarına katıldığım ’’Evcilik Oyunu’’nu ezbere bilir, herkesin rolünü oynardım.
Atiye Altül tanıktır.
Kemal Bozyel, Nahit Duru toprakları bol olsun…
Ziya Soley halâ hayatta mıdır acaba?
Korktuğumdan mı, yoksa utancımdan mı hiç kimseye haber vermeden Orta Okulda konservatuar sınavına girmek için kaydımı yaptırdım…
Kendi kendime çalıştım..
Büyük abim Mustafa da konservatuara tek başına hazırlanmıştı Kazık İçi Bostanlarındaki evimizde, aynanın karşısında.
Daha ben ilk okula bile başlamamıştım o zamanlar.
Sınav günü sahneye çıktığımda jüri masasında Cüneyt Gökçer ve Ayten Gökçer’i , Can Gürzap’ı ve daha bir çok Devlet Tiyatrosu sanatçısını karşımda görünce bütün bildiklerimi unuttum!
Kazanamadım…
Sonra Ankara’da SOS diye bir çocuk tiyatro gurubu olduğunu duydum…
Ankara Emek Mahallesi’nde bir evde, hiç bir zaman sahneye konamamış bir takım oyunların provasına katıldığımı anımsıyorum hayal meyal.
Ankara’da Çağdaş Sahne’den ayrılan Sevgili Erdoğan Akduman Öncü Sahne’yi kurduğunda ben oradaydım.
Oyunun adı ‘’Büyük Gösteri’’
Yazan da, yöneten de, başrolde oynayan da Erdoğan abi…
Kimler yoktu ki gurupta…
Nusret-Tomris Çetinel, Orhan Güner, Ziya Soley…
Küçükesat’ta Karınca Sineması nelere tanıktır bir bilsen…
‘’Büyük Gösteri ‘’ Erdoğan Akduman’ın ‘’Köçek’’ giysileri içinde sokakta başlayan bir köçek havasıyla başlardı…
Parmaklarında ziller…
Şimdi bile akla hayale gelmeyecek bir şey…
Oyunda bir sahnede ben gazel satıyorum…
Çocukluk yıllarımda Ankara Ulus meydanında ellerinde ‘’gazel’’ kağıtları satan insanlara tanık olmuştum…
Avazım çıktığı kadar bağırıyorum…
‘’Şu dünyada nam istersen ellere cihan değer’’ miydi acaba?
Hafta sonunda aldığım 40 lira bir lise öğrencisinin hayal edemeyeceği kadar büyük para.
Bazen para da almıyoruz, korkunç seyirci sıkıntısı çekiyoruz.
Nusret abi , ‘’ Abi hakkıma düşen seyirciyi ver, ben onunla meyhaneye gideyim iki tek rakı içeyim, daha çok eğlendiririm emin ol’’ diye Erdoğan Akduman’la, dalga geçiyor.
Ama tiyatro bu, seyir için üç kişi de gelse oynamaya hazırız!
Bir de kendimi nasıl ‘’meşhur’’ hissediyorum o zamanlar akla zarar!
Bizim liseyi toplu olarak oyuna getirdiğimiz için herkes beni tanıyor…
En azından benim okulda meşhurum!
Karınca sineması, oynadığımız oyunun dışında Timur Selçuk ve Cem Karaca’ya da değişik konserlerde ev sahipliği yapmıştı o zamanlar.
* Öncü Sahne, Büyük Gösteri… Erdoğan Akduman- Yakup Durşen- Sedat Uysal
Derken, günlerden bir gün,
En yakın arkadaşım,
İlk gençlik yıllarımın vazgeçilmez dostu, yoldaşım,
meydanlarda beraber gazete sattığım, afişe, yazılamaya,
beraber çıktığım, birlikte gözaltına alındığım, tahta sıralarda sabahladığım, yediğimin içtiğimin ayrı gitmediği arkadaşım, (adı bende saklı) bir gün bana
‘’Oynuyorsun’’ dedi…
Neden ded ?
Nasıl böyle bir şey diyebilir?
Dedi ama!
Öldürülen bir arkadaşımızın ardından ağlamış mıydım?
Ya da ne olmuştu?
Anımsamıyorum…
‘’Oynuyorsun’’ dedi…
Gözyaşları içinde, o gün Öncü Sahne’den ayrıldım.
Erdoğan Akduman tanığımdır…
En yakın arkadaşım beni ‘’oynamakla’’ suçlarsa diye çok sevdiğim oyunculuğu bıraktım…
Gel zaman git zaman…
Tiyatro sevdam ağır bastı ve İlerici Gençler Derneği’nin Sokak Tiyatrosu’nu kurduk.
Sevgili Merve Şimşekel ve Rahmetli Fethi Uygur yönetiminde Nazım’ın şiirlerinden uyarladığımız
‘’Elleriniz ve Yalana Dair’’ adını verdiğimiz oyunu oynuyoruz.
Ben başrolde...
Burası başlı başına ayrı bir hikaye!
Benimle başrolü paylaşan sevgilim,
Sonra bir Erdek macerası..
Orada Burda’dan gelen tekstil işçilerine oynadığımız oyun…
Sonra o dünya güzeli Fatma,
Zös, anlatacağım…
Neyse, biz nerede bir grev varsa oradayız.
Şiirlerle, marşlarla, türkülerle bezenmiş bir oyun!
Ankara’da 1977 Temmuz’unda yine sazlı, sözlü, şiirli bir gecenin sunuculuğunu yapmıştım…
Aynı gece sevgili Cüneyt Ataker Politika Ankara Temsilcisi Süleyman Coşkun ile tanıştırdı…
Ertesi gün Ömer abimin bana bol gelen yazlık elbisesini giyip bir de kravat takıp Ankara’da İzmir Caddesindeki Politika Gazetesi’nin kapısını çaldım…
Kapıyı yüzünde gülücüklerle Zerrin açtı…
Sonra benimle çok dalga geçecekti bol gelen takım elbise yüzünden…
Nur içinde yatsın…
Onu da öldürdüler…
Daha ilkokul birinci sınıfta babama hastahane dönüşü ‘’Seni doktorlar iyileştirdi, evimize döndün, ben de doktor olacağım’’ sözünü vermiş olmamdan ötürü kazanamayacağımı bile bile üst üste iki sene girdiğim üniversite sınavlarında ilk tercihimi tıp fakültelerinden yana yapan bendeniz, aslında aktör olmayı çok istemiştim…
Olmadı…
Sevgiyle kal…
Hayatından tiyatro eksik olmasın!
Sevgili Münir Özkul’un aklımdan hiç çıkmayan o meşhur tiratındaki gibi ;
‘’Zaten aktör dediğin nedir ki…
Oynarsak varızdır, yok olunca da sesimiz,
Bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır…
Sonra o da unutulur gider...
Olsa olsa eski proğram dergilerinde soluk birer hayal olarak kalırız.
Görorum hepiniz gardroba hücuma hazırlanıyorsunuz.
Birazdan teatro bomboş kalacak.
Ama teatro ondan sonra asıl yaşamaya başlar
Çünkü vericinin bir şarkısı şu perdenin bir kıvrımına talkılı kalmıştır.
Benim bir tiratım şu pervaza sinmiştir.
İşte bütün bu hatıralar o sessizlikte saklandıkları yerlerden çıkar ve fısıltı halinde sahneye dökülürler…
Artık bizler yokuz!
Seyircilerimiz de kalmadı!
Ama repliklerimiz fısıldaşır durur sabaha kadar…
Gün ağarır,
Temizleyiciler gelir
Replikler yerlerine kaçışır
Perde!‘’
(SU/AS)