Tam olarak nasıl anlatacağımı, nasıl başlayacağımı bilemediğim, son günlerde tanık olduğum gerçek bir hikâyenin bende yarattığı duygu seli beni yundu yıkadı, sarstı, ufaladı, un etti!
Aslında bu hikâye benim değil, onca yıldır tanıdığım arkadaşım Dean Yee Leong’un hikâyesi diyeceğim, ama artık hepimizin.
Dean Yee ile 25 yılı aşkın bir süre önce bizim Cafe’nin açılış günlerinde tanışmıştık.
Cafe’nin olduğu binanın en üst katında çok güzel bir stüdyoda birlikte yaşadıkları ressam eşi Jim Leong ve o zamanlar kendisini İtalyan zanneden oğlu Bo ile hemen her gün görüşürdük.
Jim ve Dean çocuklarına “Oğlum sen İtalya’da doğdun büyüdün ama sen İtalyan değilsin. Sen de bizim gibi Çinli bir ailenin çocuğusun” deyip alıp onu Çin’e gitmişlerdi.
70’li yıllarda Türkiye’de de resim sergisi açan Jim Leong’un ve ailesinin 15 yıl süren Roma macerası ayrı bir konu.
Bo o zamanlar beni de İtalyan sanıp çok sevinmiş, İtalyanca konuşmaya çalışmıştı.
Bo şimdi kırkında iki çocuk babası.
Dean uzun zamandır yalnız yaşıyor.
Jim’in küllerini yıllar önce Öncü Zeki Öztürk abimle küçük bir kayıkla çıktığımız Bodrum açıklarında Bargilya körfezinde denize serpmek de bana nasip olmuştu…
Tanıştığımız aylarda arkadaşlığımızın pekişmesinden bir süre sonra, günlerden bir gün Dean bana “Bugün kızımın doğum günü” demişti…
Şaşırmıştım…
Hep tek bir oğlu olduğunu bilirdim.
Henüz on altı yaşında lise öğrencisiyken birlikte olduğu ilk sevgilisinden hamile kalan Dean, gerek kendisinin ve sevgilisinin gençliği ve sorumluluğu yüklenemeyecek olmaları, gerekse ailesinin de baskısıyla, inançları doğrultusunda çocuğu aldırmak yerine doğurmayı ve evlatlık vermeyi seçmiş…
İlk aylar yaşadığı California’nın zengin şarap illerinden Sonoma’dan San Fransisco’ya her hafta sonu otobüse binip gidip gelmiş.
Çocuğunu emzirmiş, kucağına almış, altını temizlemiş!
Öpmüş, koklamış…
Ona mektuplar yazmış.
Kızını verdiği kuruma, evlatlık alacak olanların eğitimli bir Çinli aile olmasını dayatmış.
Sevdiği bir arkadaşının hatırına Deanne koymuş adını.
Altı aylık bir bebekken kızının Çinli bir aileye evlatlık olarak verilmesinden sonra da bir daha haber almamış, alamamış.
Ondan sonra da Sonoma’dan ayrılıp bir daha geri dönmemiş.
Daha düne kadar oğlu Bo’nun bile haberi yoktu bir ablası olduğundan.
Şimdi herkesin haberi var!
Dean, pandemiden kısa bir süre önce her zamanki gibi Cafe’de cam kenarındaki yerine oturup şarabından ilk yudumu aldıktan sonra son derece sakin ve hiç şaşkınlığını belli etmemeye çalışarak anlatmaya başladı;
“Kızım bizi buldu!”
….
“Abim aradı,
“23 and Me Genetik araştırma firması aracılığıyla yaptırdığı test sonucu, abimin oğlu ile DNA benzerliği nedeniyle eşleşmiş olduğunu e-mailden haber almış…
“Hemen arayıp sorup soruşturmuş.
“Adı Joycelyn, California’da yaşıyor.
“Varlıklı bir ailede büyümüş.
“Bir avukatla evli!”
Dean oturup bir mektup yazmıştı Joycelyn’a…
Bir bir anlatıyordu onu neden, nasıl evlatlık vermek zorunda kaldığını…
“Arkadaşlıkları” işte böyle başladı.
Özellikle pandeminin de araya girmesiyle biraz daha uzayan tarihsel buluşmaya ben de tanık olacakmışım.
“Hayat sürprizlerle dolu” derler ya, ben inanırım!
Geldik bugüne…
Joycelyn geçenlerde 39 yıldır beraber olduğu eşi John ile birlikte Seattle’a geldi…
56 yıl sonra doğurduğu kızı ile ilk kez karşılaşan Dean’in yaşadığı duygu sarmalını kim anlatabilir?
Kendisi de anlatamadı.
Joycelyn, 56 yıl sonra ilk kez bir araya geldiği, onu dünyaya getiren annesini gördükten sonra, “İyi ki doğurmuşsun beni!” derken yaşama olan sevgisini, hiç bir pişmanlık ve terk edilmişlik duygusu yaşamadığını söylerken gözleri ışıl ışıldı.
Baba tarafı Lübnanlı olan John ile lise yıllarından beri sevgililermiş, sonra da hemen evlenmişler.
Her ikisi de son yıllarda ölüme yolculuk ettikleri anne babalarıyla birlikte yaşamışlar demek daha doğru.
Seattle’da kaldıkları beş gün hemen her gün beraberdik.
Dean ve Joycelyn’ın birbirlerine benzerliklerini bulmaları, konuşmalarını dinlemek ayrı bir zevkti…
Dean bir ara kızının yakasındaki çatal iğneyi işaret ederek “bak buna!” dedi.
Dokundum da…
Joycelyn’ın göğsünde, sol yanında, ucunda sarı bir ördek sembolü, tek başına bir çatal iğnesi takılıydı…
Dean “doğduğu günlerde altını temizlediğim, bezlerine taktığım, o günlerden bu yana 56 yıldır sakladığım çatal iğnesinden başka verecek bir hediyem yok ona” dedi!
Mini minnacık şeylerden mutlu olan, hatıra defterlerindeki kenar süslerine değer veren ben, aylardır kalbimin nasırlaştığını, duygularımın köreldiğini düşünüyordum.
Yanılmışım!
İnsan bir çatal iğnesine bakarken, burnunun direği sızlar, gözleri dolar, ağlar mı?
Ağlarmış!
Biraz kendime geldim, kalbimin kendi kendini biraz onardığını, biraz daha büyüdüğünü ve açıldığını hissettim…
Pamuk ipliğiyle bağlı olduğumuz gündelik hayata tutunmamızı sağlayan değerlerin başında nelerin yer alması gerektiğini sana bırakıyorum.
Hüzünlü ama güzel bir sonbahar yaşıyoruz bugünlerde.
Sevgiyle kal. (SU/AÖ)