Haberin İngilizcesi için tıklayın
"Bu Suça Ortak Olmayacağız" mottosuyla yola çıkarak ortak bir barış bildirisine imza atan, Barış İçin Akademisyenler topluluğu, bildirinin yayınlandığı 11 Ocak 2016 tarihinden itibaren tehdit edildi, hedef gösterildi, ihraç edildi, çeşitli suçlamalara maruz bırakıldı.
Barış talebiyle yola çıkan akademisyenlerin dava süreci ise 5 Aralık'ta başlıyor.
Yargılananlar arasında Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Başkanı, Adli Tıp Uzmanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, Türk Tabipleri Birliği Başkanı Prof. Dr. Raşit Tükel, Barış Bloku Eş Sözcüsü Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu, Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Eş Sözcüsü Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) Eş Genel Başkanı Aysun Gezen'in de olduğu 150'ye yakın akademisyen var.
Barış İçin Akademisyenler'e her koldan soruşturmalar ve davalar açıldıkça devreye onları yalnız bırakmayan gönüllü avukatlar girdi. Sürecin başından beri akademisyenlerin yanında olan ve 5 Aralık'ta başlayacak yeni dava dalgasında akademisyenlerin büyük bir kısmının avukatlığını yürüten O. Meriç Eyüboğlu ile akademisyenlerin güne baskınla uyandıkları ilk sabahtan bugüne tüm süreci konuştuk.
Barış bildirisinin yayınlanmasından 4 gün sonra bir sabah polis baskınlarıyla uyandı akademisyenler. Bu ilk baskınlardan başlarsak hukuki açıdan ne kadar doğruydu ne kadar yanlıştı?
Kocaeli'nde Perşembe sabahı saat 5 sularında imzacıların kapıları çalındı ve gözaltı işlemleri başladı. Peşi sıra Bolu'da, Düzce'de, Erzurum'da, Van'da benzer süreçleri yaşadık.
O Perşembe ve Cuma açıkçası zor günlerdi. İmzacılar ilk iş olarak noterlere gidip vekaletname çıkardı, eşyalarını hazırladı, çocuklarını emanet etti. O iki günde olağanüstü sayıda vekâletname çıkarıldı. Örneğin benim adıma çıkarılmış sayısını bilmediğim kadar çok vekâletname var. Bir kısmı hala bana iletilmedi bile. (Gülüyor) Hala toplantılarda bu vekaletname çılgınlığının esprisini yapıyoruz.
Sürecin hukuki ölçütlerle işlemeyeceğini gösteren ilk emarelerden biriydi bu. Eş zamanlı olarak Cumhurbaşkanı başta olmak üzere hükümet yetkilileri tarafından akademisyenlere yönelik hakaretler, ağır suçlamalar, da başladı "mandacı", "aydın müsveddeleri", "karanlık", "zalim", "alçak", "sözde", "akademik terörün aktörü", "sütteki kıl" gibi ifadeler ilk akla gelenler... Çalıştıkları üniversitelerde açık hedef haline getirildiler. Kimi yerlerde hocaların odalarına çarpı işaretleri koyuldu. Yerel basında çok sayıda saldırgan haber çıktı, açıkça hedef gösterildiler.
Hemen o günlerde, sadece bu bildiriyi imzaladıkları için ilişiğini kesen özel üniversiteler oldu. işsiz kaldılar.
Düzce'de sevgili Latife Akyüz gözaltına alındıktan sonra tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edildi. yurt dışına çıkma yasağıyla, adli kontrol şartıyla serbest bırakıldığı zaman sevinmiştik oysa O "sevindiğimiz" yurt dışı yasağı hala kaldırılmadı . Aylar önce Anayasa mahkemesine başvurduk.
Tabii akademisyenlerin "kanlarıyla duş almak"tan söz eden Sedat Peker'i de unutmamak gerek.
"Son yılların en güçlü dayanışması oldu"
Ne tarafa dönsek orada bir saldırı vardı. Gözaltı furyası, ev baskınları durdu diye düşünürken, Esra Mungan, Meral Camcı, Kıvanç Ersoy ve Muzaffer Kaya evlerine gelen polisler tarafından emniyete davet edildiler Biz de davete icabet edip emniyete gittik. Ardından gözaltı işlemi yapıldı, o geceyi Vatan'da geçirdiler. Obür gün savcılık, sorgu hakimliği, tutuklama kararı... Sonrasında 40 gün tutuklu kaldıkları bir süreç yaşandı.
Aslında cezaevi dönemi, bu haksızlıklara, ağır ihlallere karşı yaşanan şaşkınlığın, belki yer yer dağınıklığın, belki yer yer endişenin aşıldığı bir dönem oldu. İktidarın evdeki hesabı çarşıda tutmadı bence. Çünkü cezaevleri önünde özgürlük nöbetleri tutulmaya başlandı.
TIKLAYIN - Dört Akademisyen İçin Çağlayan'da Dayanışma
Bir avuç akademisyen tarafından başlatılan nöbetler daha sonra toplumsal muhalefet tarafından da desteklendi. Hatırladığım kadarıyla son yıllarda en güçlü cezaevi nöbeti o dönemde, Bakırköy Cezaevi'nin önünde gerçekleşti.
Nitekim duruşmanın yapıldığı 22 Nisan'da Çağlayan'da oluşan kalabalığı ondan sonra bir daha göremedik. Muazzam bir kalabalık vardı, binlerce kişi "özgürlük şölenine" gelmişti.
22 Nisanı imzacılar, dayanışmanın çok yükseldiği bir hazırlık süreciyle karşıladı. Tutuklama süreci sona erdi fakat sonrasında da üniversitelerdeki idari süreçler başladı. Disiplin soruşturmaları, verilen ifadeler, sözlü savunmalar... Yine büyük bir dayanışmayla sürdürüldü.
15 Temmuz'un hemen öncesinde tebligatlar geldi ve YÖK imzacı 25 kişiyi Ankara'ya, "kamu görevinden çıkarma" cezası yönünden sözlü savunmaya davet etti. Oysa o tarihlere yürürlükte disiplin yönetmeliği bile yoktu. Buna rağmen ısrarlı bir şekilde soruşturma sürecini ilerlettiler. Sonuçta YÖK bu toplantıyı açık hukuka aykırılık nedeniyle yapamadı, ertelemek zorunda kaldı. Ya da biz öyle sandık çünkü erteleme kararını 13 Temmuz Çarşamba günü tebliğ aldık, Cuma günü ise takvimler 15 Temmuz'u gösteriyordu. E sonrası da malum OHAL ilanı ve KHK'lar süreci...
Hepsi kamuoyuna yansımadı ama arka planda bir hukuki mücadele de her daim yürüdü.
Üniversitelerin bir bölümünde imzacılar mobbingle karşı karşıya kaldı. 3 aylık görevlendirmeler kabul edilmiyor, bilimsel toplantılara katılım, yurt dışına çıkışlar engelleniyordu. Bu nedenle istifa eden imzacılar da oldu. Bir de imzacı olmayan kademisyenlerin tutumu var. Pek çoğunun selam vermekten kaçındığı, "nasılsın?" diye sormaktan korktuğu günler yaşandı. İmzacılar arasındaki yaygın gözlemlerden biri bu yalnızlaştırma, ötekileştirme haliydi.
"İhraçla başlayan süreç davayla taçlandırıldı!"
Belirttiğim gibi YÖK sözlü savunma randevumuzu son anda erteledi. Üzerine de 15 Temmuz gerçekleşti zaten. YÖK, ertelediğini belirttiği bu randevuyu halen gerçekleştiremedi. Ama gerek de kalmadı. Çünkü Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) ihraçlar başladı, Şimdiye kadar 400'e yakın imzacı ihraç edildi.
Barış İçin Akademisyenler'de tıpkı ihraç edilen binlerce kişi gibi, neden ihraç edildiklerini bilmiyorlar. Çünkü soruşturma açılmadı, savunmaları alınmadı, gerekçe belirtilmedi, açıklama yapılmadı. Yaptığımız bütün başvurular da sonuçsuz kaldı. Ama 400'e yakın kişi ihraç edildiği için, "ihraç" gerekçesinin bu metin olduğu sonucuna ulaşmak hiç de zor değil. Sonuç olarak ihraçlarla devam eden süreç, şimdi yine dava süreciyle taçlandırıldı tabir-i caizse...
"Tüm yaptırımlara rağmen kararlılıklarını sürdürdüler"
Bu arada üniversitelerin açtığı soruşturmalarda çok absürt sorular soruldu. "Olayın taraflarıyla akrabalığınız var mı?" gibi... Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben İstanbul Üniversitesi'ndeki soruşturmalara imzacı akademisyenlerle birlikte eşlik ettim. Sorulara ilişkin o dönemde haberler de yapıldı hatırlıyorum. Doğrusunu isterseniz haberlerin bir kısmı abartılıydı.
Araştırma görevlilerine, doktora öğrencilerine hocalarından etkilenip etkilenmediklerine yönelik sorular sorulduğu doğru ama. "Size bu metni bilmem kim hocanız mı gönderdi, bu yönde telkinde bulundu mu?" gibi sorular. Benim daha şaşırtıcı bulduğum soru ise "siz hiç Diyarbakır'a" ya da "bölgeye gittiniz mi" sorusuydu doğrusu...
Bir de "benim gelinim de kürt" konuşmaları var ama bu soru değil, "sohbet" kısmı olduğu için geçiyorum. Kabul etmek gerekiyor ki Barış İçin Akademisyenler birbirini tanımayan insanların, sosyal medya üzerinden gördükleri bir metne imza atmasıyla bir araya gelen kocamann bir topluluk. Fakat örgütlü olmayan, farklı görüşleri olan insanların bir araya gelmesiyle oluşan kesinlikle ve kesinlikle homojen olamayan bir imza grubu olmasına ve bu kadar büyük yaptırımlara, ağır ihlallere maruz kalmasına rağmen şimdiye kadar yol arkadaşlığını sürdürdüler.
Bu koşullarda "barış" talep etmek de, Onların ifadesiyle "sözlerinin arkasında" durmak da, bunca yaptırıma rağmen dayanışmadan vazgeçmemek de çok kıymetli, çok önemli. Eminim bu deneyimden çıkaracağımız çok sonuç olacak, Barışın akademisyenleri de tarihin başköşesine şimdiden isimlerini yazdırdılar bence.
Bu süreçte diğer meslek grupları tarafından da destek mesajları yayınlandı. Sinemacılar, edebiyatçılar, avukatlar, sağlıkçılar... Hepsi destek verdi. Çok sayıda uluslararası destek metni yayınlandı. Benzer bir durum avukatlara yönelik yaşansaydı, hep birlikte ve derli toplu durabilir miydi avukatlar kesinlikle emin değilim. (Gülüyor) O yüzden de barışın akademisyenleri çok kıymetli bir örnek de oluşturdular, oluşturuyorlar.
"Söyledikleri değil, söylemedikleri için yargılanıyorlar"
Suçlamaların Terörle Mücadele Kanunu (TMK) 7/2'den yapılmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Bu suçlama bizim dörtlü'nün (Esra Mungan, Meral Camcı, Kıvanç Ersoy, Muzaffer Kaya) yargılandığı ilk iddianemede de vardı; . Tırnak içinde 'terör örgütü propagandası yapmak.' Aslında "bu suça ortak olmayacağız" söyledikleri nedeniyle değil, söylemedikleri nedeniyle yargılanıyor. savcılık ve idari soruşturmalar dahil değişik aşamalarda yöneltilen ilk soru şuydu: Niçin sadece Türkiye Cumhuriyeti devletini eleştiriyorsunuz? Neden sadece bir tarafı eleştiriyorsunuz? İmzacılar haklı olarak dedi ki "çünkü bizim muhatabımız devlet. Tabii ki devleti eleştireceğiz."
"İddianamede temel bir hata ve hukuki sakatlık var"
"Neden bunu söylediniz de, şunu söylemediniz?" diye bir yargılama olabilir mi? Böyle bir hukuk aklı olabilir mi? Olamaz kuşkusuz. İlk iddianame başka bir savcı tarafından hazırlanmıştı. Şimdi bu ikinci grup davalar için hazırlanan iddianame de öz olarak aynı. İkisi de bildirinin söylediklerini değil, söylemediklerini tartışıyor. Bu tabii ki bir hukuken çok yadırganacak bir durum... Kimse söylemedikleri üzerinden yargılanamaz.
İddianamenin temel sakatlıkları dışında TMK'nin 7/2 maddesi üzerinden de şunları belirtmek gerekiyor. Kanun maddesi "Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi" den söz ediyor. Oysa "bu suça ortak olmayacağız" şiddet güzellemesi yapan, şiddetle çözüme ulaşılabileceğini söyleyen, teşvik eden ve hatta ima eden bir metin değil. Her okuyan görebilir, bunun için hukukçu olmaya da gerek yok.
Dolayısıyla metin, TMK'nın 7/2 sinde düzenlenen 'suçun' unsurlarını taşıyan bir metin değil. "Bunun üzerinden yargılama yapamazsınız" dedik. Demeye devam ediyoruz.
Nitekim dörtlünün yargılandığı ilk duruşma olan 22 Nisan'da 13. Ağır Ceza Mahkemesine de açıkladık. Duruşmanın sonunda önce savcı, arkasından da mahkeme heyeti yargılamanın Terörle Mücadele Kanunu 7'ye 2'sinden değil, Türk Ceza Kanunu 301'inci maddesinden devam etmesi gerektiğine dair bir sonuca ulaştı.
Bu bizim talebimiz değildi elbette. Zira biz "ortada bir suç yok, derhal beraat kararı verin" talebini dile getiriyorduk.
TCK'nın 301 maddesi "Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin kurum ve organlarını aşağılama" başlıklı şu meşhur madde. Adalet Bakanlığı Genelgesi gereğince, eğer söz konusu olan 301'inci maddeyse o zaman Adalet Bakanlığı'ndan yargılamanın seyrine ilişkin izin alınması gerekiyor. Adalet Bakanlığı izin vermeden 301. madde üzerinden bir yargılama yapılamıyor. 22 Nisan 2016 tarihinden bu yana Adalet Bakanlığı'ndan herhangi bir cevap gelmedi.
"Hukuk tekniği yönünden de içerik yönünden de 'suç' söz konusu değil"
İkinci grup davalar TMK 7/2 üzerinden açılmaya devam ediliyor.Şayet adalet bakanlığı, TCK'nın 301. Maddesinden yargılanma izni verirse. Aynı metin nedeniyle bir kısmı TMK 7/2'den, bir kısmı TCK 301'den yargılanan imzacılar bile olabilir. (Gülüyor)
TMK 7/2 yönünden suçun oluşmadığını zira suçun unsurları arasında sayılan şiddeti övme, teşvik etme vb. unsurların bulunmadığını söylemiştim. Ama sadece suçun unsurları yönünden değil, metnin içeriği yönünden yapılacak bir okumanın da ortada bir suç olmadığı sonucuna ulaşmaması mümkün değil.
Nihayetinde "barış" talep eden ve ifade özgürlüğünün kullanımı sonucu ortaya çıkan bir imza metni söz konusu. İlki 5 aralıkta başlayacak duruşma çağrıları "Barış Talebi Yargılanamaz" sloganıyla paylaşılmaya başlandı. Benzer şeyleri 301'inci madde için de söyleyeceğim. Kanun'un 3 fıkrasında "Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmayacağı" açıkça yazıyor
Üstelik Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2011 tarihli Taner Akçam-Türkiye kararında 301. Maddenin "kanun niteliği taşımadığına, içeriğinin muallak olduğuna" karar vermişti. Türkiye'de sadece barışın akademisyenleri değil, hiçkimse bu madde nedeniyle yargılanamaz aslında.
Ortada açık bir eleştiri var, kim eleştiriliyor, hükümet ve hükümet politikaları. Demokratik bir hukuk devletinde, hükümet, yönetenler, onların icraatları, tutumları eleştirilemez diye bir "suç" olmayacağına göre eleştiri hakkını kullanan insanların da yargılanmaması gerekir.
Maalesef hukuki dayanağı olmayan politik bir yargılama süreciyle karşı karşıyayız. Sadece imzacı olmaktan dolayı insanlara dava açılmaya devam ediyor. Üstelik iddianameye yanı sıra bu arada yaşanmış her şey iddianamanin içine doldurulmuş durumda.
Bildiri imzalandı ve oratada bir 'suç' varsa bile işlendi bitti. Hukuk tekniği açısından suç işlendikten sonra yaşananlar, şayet suç oluşturuyorsa ayrı bir davanın konusudur, o yargılamanın konusunu oluşturamaz.
Sonrasında yapılagelenler, örneğin cezaevi önünde özgürlük nöbeti tutmak, basın açıklaması yapmak ya da 'Dayanışma Akademisi' kurmak "suçsa" ayrı davalara konu olması gerekir. Oysa tüm bunlar bu iddianamenin içinde karşımıza çıkıyor. Yani ilk imzadan bugüne geçen neredeyse 2 yıllık süreç... Herhalde iddianamenin inandırıcılığı arttırılmak istenmiş!
"İddianamede sayfa kalabalığı var"
Savcı İsmet Bozkurt'un 'sözde barış bildirisi' tanımlaması var. Buna ne diyorsunuz?
Hukuken söylemek gerekirse söylediğim nedenlerle iddianameyi genel olarak başarısız buluyorum İddianameyi 'güçlendirmek' , akademisyenleri itibarsızlaştırmak için onlarca bunun gibi ifade kullanılmış.
Chris'in yargılanması örneğin. (Bilgi Üniversitesi Öğretim görevlisi Chris Stephenson) Chris yargılandı ve beraat etti. Her şey o kadar ortada ki... Beraat kararından hiç söz etmeden, bu yargılamanın iddianameye taşınmasının bir izahı yok ki
"Davaların birleşmesini talep edeceğiz"
Önünüzde aylarca sürecek bir dava süreci var. Nasıl hazırlanıyorsunuz?
Savunma çizgisine avukatlar değil imzacılar karar veriyor. Avukatlar kolaylıkla müvekkillerin yerine geçip onlar adına savunmaya karar verebiliyor. Pek çok örnekte müvekkiller de bunu talep ediyor aslında. Ama bu kez böyle olmaması için azami özen gösterdik, gösteriyoruz...
Amacımız akademisyenlerin kendi imza atma gerekçelerini kendi cümleleriyle ortaya koyacağı, BAK'ın kendi çeşitliliğine, renkliliğine, çoğulculuğuna uygun bir dava planlaması oluşturmak.
Davaların tek tek açılmasının hukuki hiçbir dayanağı yok. Ceza Muhakamesi Kanunu gereği tek bir dava açılması gerekirdi. Çünkü ortada bir suç varsa bu "bu suça ortak olmayacağız" metnidir. Kanun'un 8. Maddesinin ifadesiyle "bir suç, birden çok sanık" vardır. Dolayısıyla yargılamanın tek bir dosya üzerinden yapılması gerekir. Buna rağmen imzacılara ayrı ayrı davaların açıldığı bir sürece girdik.
Amaçlanan dava açılmasının yarattığı ürküntü ile dayanışmayı kırmak, imzacıları mahkeme koridorlarında tek başına bırakmak, yalnızlaştırmak. Gerçekten hali hazırda dava açılan 150 kişinin kişinin yargılanmasıyla tek tek yargılanmanın farklı duygular yaratacağı açık. Ama dosyalar, var olan hukuki düzenlemelere rağmen birleştirilmese bile, dayanışma sürecek.
"Dava sürecine hem hukuki hem politik olarak hazırlanılıyor"
Barışın akademisyenlerinin davasında, kimse kendisini yalnız hissetmeyecek, davalara tek başına girmeyecek. Tüm hazırlıklar buna göre yapılıyor. Ben imzacıların yine iyi bir sınav vereceklerine inanıyorum. Kural gereği davaların ilk açılan davada birleşmesi gerekiyor. Biz de davaların dörtlünün yargılandığı 13. Ağır Ceza Mahkemesindeki dosyada birleştirilmesini isteyeceğiz. Tamamının değil ama aynı mahkemedekilerin birleştirilmesi yani parçalı birleştirmeler yaşanması da olası.
Birleştirme taleplerinin reddi halinde, CMK (Ceza Muhakamesi Kanunu'na) aykırlık dışında yargılamanın hangi madde üzerinden (TMK 7/2 mi, TCK 301 mi?) yürüyeceği konusunda da farklılık söz konusu olacak. Bu nedenle tek tek açılan bu davalarda "durma" kararı verilip, Adalet Bakanlığı'nın kararının beklenmesi gerekiyor. Aksi halde diğer pek çok şeyin yanı sıra çelişkili kararlar verilmesi de söz konusu olabilecek.
Tüm bu olasılıkları dikkate alarak hukuki hazırlıkları yaptık. Hukuk tarihine geçmesi, ilerleyen yıllarda hukuk fakültelerinde örnek dava olarak okutulması muhtemel bir süreçle karşı karşıyayız kanımca.
Savunma çizgimiz açısından da, imzacılar için belirttiğim ölçüt geçerli. İmzacıların homojenliğini, farklılığını, çoğulculuğunu gözeten bir kapsayıcılıkta davranmak, mümkün olan en geniş imzacı akademisyen ve araştırmacı ile buluşmak. Ve her halükarda davaların birlikte ya da ayrı ayrı devam ettiği koşullarda dahi, bir imzacının ifadesinin diğerini etkileyeceği, bir dosyada verilecek kararın diğer dosyaları ve tüm süreci hem hukuken hem moral değerler olarak etkileyeceğini bilerek hareket etmek.
148 Akademisyenin Dava Tarihleri
|
Barış İçin Akademisyenler hakkındaPekçok üniversitede akademisyenlerin kapılarına çarpı işareti konuldu, hedef gösterildi.
|