Bu topraklarda Cumhuriyet rejimi altında bir asrı devirmek üzereyken çok büyük kutlamalar planlanabilirdi; görülen o ki planlanmadı. Bunun sebepleri ve etkileri ayrıca tartışılabilir. Çoşkulu kutlamalara tanıklık etmeyecek olmak şahsen bende bir burukluk yaratıyor. Peki, acısıyla tatlısıyla, eksiğiyle fazlasıyla, eğrisiyle doğrusuyla bu günlere gelmenin gururunu yaşamamalı mıyız? Nasıl bir geçmişin yüküyle nasıl bir rejimi devraldığımızı hatırlayıp buradan nereye gideceğimizi düşünmemeli miyiz? Yurttaş olarak bu meselelere biraz kafa yormak boynumuzun borcu gibi geliyor bana. Beni bu şekilde düşünmeye iten pek çok neden var; fakat bunların arasında son dönemlerde okuduğum Zaman da Eskir’in ayrı bir yeri oldu.
Ayla Kutlu’nun 2006 yılında Bilgi Yayınevinden çıkan otobiyografisi yazarın çocukluğundan başlayarak 1960 darbesinin hemen ardından mezun oluşu ve iş hayatına atılışıyla sona eriyor. 1930’ların ortalarından 1960’a uzanan bir dönemden bahsediyoruz. Yazar ilksözde anılarını yazmanın acı veren bir yanı olduğunu ve bazı anıların kaleme dökülürken değişebildiğini, dolayısıyla tarafsız bir bakışın mümkün olamayacağını belirtmiş. Son derece içten bir paylaşım. Zaten otobiyografi okuru olmak tüm bunları kabul etmek anlamına gelir bir yerde. Bu kabullenişle Ayla Kutlu’nun hayatına kapı araladım. Türkiye’de Cumhuriyet henüz çok çok gençken büyüyen bir çocuk, lise eğitimi memleketin çeşitli illeriyle sınırlıyken yetişen ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesine girmeyi başaran bir genç kızdı tanımaya çalıştığım.
Güçlü bir umut ve direniş var Ayla Kutlu’nun yaşamında; insanın yaşama olan inancını tazeleyen türden bir hayat çizgisi. Oysa İkinci Dünya Savaşının getirdiği karanlığın ve fakirliğin ağırlığı hissediliyor sayfalarda. Kutlu’nun çocukluğu ve ilk gençliği çok büyük bir yoksulluğun içinde geçiyor. Cumhuriyet’in yetiştirdiği ilk öğretmenlerden sayabileceğimiz babasının maaşı dört çocuğu ancak boğaz tokluğuna büyütmeye yetiyor. Senelerce Antakya-İskenderun hattında kaza kaza, ev ev gezerek yoksulluğun çeşitli yüzleriyle tanışıyorlar ailecek. Bu yoksulluk çocuklarda mutsuzluğa neden olmuyor; aksine birlikte kendi dünyalarında kurdukları oyunlarla mutlular.
Öğretmenliğin dışında dergi çıkarmakla, yerel gazetelere yazı vermekle de meşgul olan baba Selâhattin Kutlu ekmeğini tam olarak kâğıttan çıkarmaya çalışan bir aydın portresi çiziyor. Annesi Sabriye Kutlu ise okumaya olan hevesini toplumsal cinsiyet rollerinin getirdiği zorunluluklarla bastırmış bir kadın; dört duvar arasında dört çocukla, dişini tırnağına takarak bir hayat kuruyor. Kutlu’nun sanata düşkün ve hayvansever babası biraz hayalperest bir adam gibi görünürken annesi babasının “para getirmeyen” hayallerinin peşinden koşmasını kimi zaman sessizce kimi zaman isyan ederek izliyor. Kutlu, sonradan gelen küçük erkek kardeşi de dahil olmak üzere üç erkek kardeşin arasında tek kız çocuğu olarak büyüyor. En büyük abileri ergenlikten sonra asabi bir yapıya bürünerek evde “astığım astık, kestiğim kestik” pozlarında kardeşlerine, en çok da Ayla Kutlu’ya psikolojik şiddet uyguluyor. Kutlu, böylece babasının olmasa bile abisinin gölgesinde koyulaşan ataerkil bir aile ortamından nasibini alıyor. Sonradan okumaya gittiği şehirlerde “namus” takıntısı olan bir amcanın psikolojik baskısına da maruz kalıyor. Velhasıl, Kutlu’nun ilk gençlik yıllarını yalnızca yoksulluğun değil biraz da erkek-egemen toplumun yarattığı basınç şekillendiriyor; ama yazar iç karartıcı görünen bu hayat hikâyesinden çıkıp kendi hikâyesini yazmayı başarıyor. Kanımca, okumaya duyduğu heves Kutlu’nun yaşama sevincini hep diri tutuyor. Ne yoksulluğun ne ataerkilliğin ayağına bağ olmasına izin veriyor Kutlu. Büyük bir hayranlıkla sevdiği ve mensubu olmaktan gurur duyduğu Siyasal’da okurken kendi kendini yaratıyor; sanatla kültürle ve kız kardeşleriyle birlikte usul usul dokuyor hayatını.
Ayla Kutlu’nun otobiyografisinde yaşadıklarını kabullenen, geçmişine selam duran, aile bireylerini özlemle yad eden bir ton var. Zaman da Eskir öyle bir his veriyor ki Kutlu’nun bu kitabı yazdıktan sonra geçmişine karşı sorumluluğunu yerine getirmenin kıvancıyla başını yastığa daha rahat koyduğunu düşünmeye başlıyorsunuz ve onun için seviniyorsunuz. Öyle samimi anlatılmış bir aile ve Türkiye hikâyesi bu. Bu hikâye elbette Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi koşullardan ari değil. Neticede İkinci Dünya Savaşının Türkiye’deki yankısı, Hatay’ın anavatan katılışı öncesi ve sonrası yaşanan gelişmeler, Amerikan askerlerinin İskenderun’a gelişi ve Mayıs darbesi insanların hayatını derinden sarsacak türden olaylar.
Yazar kimi zaman siyasi görüşlerini geri planda tutarak kimi zaman da açıkça bir düzen eleştirisine girişerek Türkiye’nin hikâyesini kendi hikâyesine karıyor. İşte bu noktada, Ayla Kutlu’nun yaşama dört elle sarılışında, okuma ve öğrenme aşkında içsel motivasyonu kadar genç Cumhuriyet’in bir rolünün olup olmadığını sordum kendime. Yoksulluğun pençesinde kıvranan bir ailede babanın dergilere, gazetelere para yatırıyor olmasında, annenin çocukların okumalarını ne pahasına olursa olsun canı gönülden desteklemesinde, ailenin tek kızının okuyarak bağımsız bir hayat kurmak istemesinde ve bu yönde gerçekten umudunun olmasında, bu amaçla girdiği okullara güven duymasında Cumhuriyet’in üflediği özgürlük havasının etkisi olmaz mı hiç? Aksini iddia etmek nankörlük olur gibi geliyor bana.
Cumhuriyetimiz 100 yaşını devirirken Ayla Kutlu’nun 50’lerde yeşerttiği umut ve sahip olduğu direniş gücü bizde var mı, peki? Yarınlarımıza güveniyor muyuz, okursak bağımsız hayatlar kuracağımıza? Güvenle yaslanıyor muyuz devletimizin kurumlarına? Ben güvendim ve umut ettim hep, şimdiye kadar. Bundan sonra aynısını gençlerimiz için de istiyorum. İstiyorum ki hiç de kolay kurulmayan bu Cumhuriyet’in sığınağında gençlerimiz yarınlara umutla ve güvenle sarılsın; her şeyin kötü gittiğini düşündükleri anda Ayla Kutlu gibi değerlerimiz onlara ışık tutsun. Zaman eskisin, Cumhuriyet eskimesin. Nice 100 yıllara! (HBM/AS)