2022 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Fransız yazar Annie Ernaux’nun Can Yayınlarından çıkan “Olay”, “Bir Kadın, “Seneler”, “Babamın Yeri” ve “Boş Dolaplar” isimli eserlerini okudum. Can Yayınları her ne kadar bu kitapları roman olarak sınıflandırmışsa da aslında “Boş Dolaplar” hariç hepsi birer otobiyografik anlatı örneği. Kurgusal yanı ağır basan “Boş Dolaplar”da bile otobiyografik esintiler belirgin. Çevirileri oldukça başarılı olan bu kitaplarda (çevirmenler Siren İdemen ve Yaşar Avunç’a da bence teşekkür borçluyuz) son derece yalın bir üslup ve sade bir anlatı var; yazarın kendisinin özellikle tercih ettiği bir yol bu. Peki, bu sadelik nasıl Nobel aldırdı?
Tabii ki cevabı içinde saklı bir soru bu. Ernaux işçi kökenli bir aileden gelip okuyarak ve meslek edinerek burjuva sınıfına atlayan pek çok genç kadının yaşayabileceği şeyleri yaşamış. Bütün eserlerinin temelinde yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Fransa’nın yaşadığı sosyo-politik ve sosyo-kültürel gelişmeler ekseninde okuyabileceğimiz bir sınıf çatışması meselesi var. Bu sınıf çatışması, kürtaj yasağına denk gelen, ikinci feminist dalganın yükselişe geçtiği yıllarda gençlik yıllarını yaşayan ve haliyle ataerkinin gücünün pek de kırılamadığı bir toplumda varoluş mücadelesi sürdüren genç bir kadının hikayesiyle birleşince ortaya hem Marksist hem de feminist okumaya müsait bir hayat hikayesi çıkıyor. Sınıflı ve ataerkil bir toplumda yaşayan herhangi bir kadının hikayesi olabilir Ernaux’nun hikayesi; çünkü kapitalizm ve ataerki hayatlarımızı paylaşılan dertler etrafında kurmamızı sağlayan iki büyük sistem. Hayatlarımızı standartlaştıran, sıradanlaştıran iki büyük pres makinesi. Yukarıda adı geçen kitaplarla Ernaux’nun okura çok da yabancı gelmeyen hayatını bazen kronolojik olarak bazen de belli karakterler veya münferit olaylar üzerinden okuyoruz.
Farklı mecralarda da belirtildiği üzere Ernaux kendi eserlerini nitelemek için “oto-sosyo biyografi” terimini kullanıyor. Yazar, yaşadığı dünyanın kültürel ve sosyal taraflarını ve siyasi durumunu yargılamadan, nötr bir dille hayat hikayesine bir zemin olarak kullanıyor[1]; bu da ortaya özellikle yazarın anlattığı dünyanın parçası olan okurlar açısından merak uyandıran hikâyeler çıkarıyor. Ernaux ile benzer bir geçmişe sahip olup da kitaplarını okurken onunla özdeşleşmemek, kendi hayatını veya çok yakın bir arkadaşının hayatını okuyor gibi olmamak neredeyse imkânsız. Yazarla aynı jenerasyonu veya benzer bir hayat hikâyesini paylaşmasanız bile bir kadın olarak bu eserlerde yüzünüze ayna tutulduğunu hissedebilirsiniz. Bu yazarla bir olabilme hali o kadar cezbedici ki kitapların biri bitmeden diğerine geçmek istiyor insan. Kişisel olanın politik olduğuna güzel bir örnek Ernaux külliyatı. Aynı şekilde politik olanın kişisel olduğuna da.
Ernaux’nun Nobel’i alması bence edebiyat dünyası adına çok anlamlı. Edebi bir eser okumanın yalnızca güzel bir şekilde kaleme alınmış bir kurgu okumak olmadığını ve edebiyatın çok disiplinli bir alan olduğunu günümüz okurlarına çok sade bir şekilde gösteriyor Ernaux. Edebiyatın psikolojiyle ve felsefeyle dostluğuna aşina olan okurları edebiyatın sosyolojiyle, politikayla ve medyayla da kol kola girebildiğini gösteriyor. Üstelik bunu otobiyografik eserlerle yapıyor. Kurgusal olmayan bir tür olarak otobiyografinin edebi yönü sorgulanırken Ernaux otobiyografileriyle aldığı Nobel Edebiyat Ödülü üzerinden neyin edebi sayılabileceği sorusunu yeniden gündeme taşıyor. Birkaç cümleye sığdırabilirsek insanın yüreğine dokunduğu sürece anlatılan her şey edebi olabilir dedirtiyor Ernaux:
Dişiyle tırnağıyla hayat mücadelesi veren ebeveynlerin okuyan çocukları zamanla aldıkları eğitim yüzünden ailelerinden nasıl uzak düşüyor, sonra bu uzaklıktan nasıl utanıyorlar, araya giren yılları nasıl beceriksizce telafi etmeye çalışıyorlar… Gözümüzün önünde yaşlanan anne babamızın ölümünün nedense bizimkine göre daha hızlı yaklaştığını düşünürken nasıl çaresizce izleriz, nasıl ince bir ipe tutunup dondurmak isteriz zamanı, sonra ölüm nasıl sıradanlaşır… Kendi politik düşüncelerinle hiç bağdaşmayan bir siyasi rejimin altında yıllarını geçirince ne hissedersin, sonra en ufak bir değişim rüzgarında kendini nasıl bir bahar havasına kaptırırsın, sonra o bahar rüzgarı geçince yine köşene nasıl çekilirsin ve yıllar nasıl böylece geçer gider… Çok da âşık olmadığın bir ilişkide hamile kaldığında tek başına nasıl ecel terleri dökersin, kuytu köşelerde hayatına istemediğin bir şekilde devam etmemek için hayatını nasıl riske atarsın… Buna benzer birçok soruya cevap var Ernaux edebiyatında, hayatın ta kendisi var.
Ernaux’yu okumak lazım. Yirminci yüzyılı ucundan kıyısından yaşayanların hele kesinlikle okuması lazım. Yirmi birinci yüzyılın bu baş döndüren atmosferinde tarihsel, siyasal ve kültürel olanın hayatlarımıza nasıl damga vurduğunu hatırlamak için, kişisel olanın nasıl kolektif olabileceğini görmek için, kendimizi hatırlamak için, bir durup dinlenmek için, “Yalnız değilim” demek için Ernaux’yu okumak lazım.
(HB/AÖ)
[1] https://perspectives-francophones.blogs.uni-hamburg.de/lauto-socio-biographie/