*Manşet görseli: "Jüpiter'in Villası" ya da Villa Iovis 27 ve 37 yılları arasında Roma imparatoru Tiberius tarafından Capri adasında yaptırılmış bir saraydır.
Bir zamanlar tarihin derinliklerinde sonsuzluk yaratmak isteyenler vardı.
Bazı zamanlar hızla faşizme yaklaşır. Bazen zaman yerinden çıkar, yerinden çıkarılır.
Boşuna değildir saraylar…Kaçış ve sonsuzluk politikalarının görkemli görünüşüdür…
“Capri Adası'nın Napoli Körfezine bakan tepesinde, Roma İmparatoru Tiberius’un yazlık villasının harabeleri yer alır. Zirveye dek kıvrılarak uzanan dar yolu iki saat tırmandıktan sonra nihayet oraya vardığınızda manzara büyüleyicidir. Ne var ki, paramparça haliyle bile devasa bir saray olan villanın kendisi ondan daha etkileyici; haşmeti, kudreti ve dehşetiyle sizi müthiş etkiler. Kemerli patikalar sizi labirent gibi dönemeçli odalardan geçirerek eskiden herhalde sarayın ana odalarının açıldığı, gölgeli, revaklı bir taraçaya götürür-boyu tam 1,5 km uzunluğunda olan bu taraça Körfez’in rüzgarlarını toplayarak baca gibi çeker. İmparator burada ailesi ve maiyetindekilerle birlikte serin serin dinlenirdi. Daha yukarılarda, doruk noktasında, Tiberius’un saltanat temsilcilerini kabul ettiği kocaman yuvarlak bir platform bulunur. Arka tarafında, bütün Napoli Körfezi’nin ve Napoli sahillerinin alabildiğine uzandığı, oraya inşa edilmiş bir Hristiyan kilisesi sayesinde sapasağlam ayakta kalan platformda durduğunuzda, kendinizi dünyanın – daha doğrusu Olympos Dağı'nın tepesinde hissedersiniz. Buraya Luppiter (Jüpiter) Villası adı verilmesi tesadüf değil; hayallere dalmış imparatorun huzuruna titreyerek getirilen devlet görevliler ile elçiler, kendilerini Tanrılar Kralı’nın önüne çıkmış gibi hissederlerdi herhalde. Zaten böyle bir etki hesap edilmişti. Üstelik Tiberius, Tanrının gazabını saçmaya muktedirdi. Söylendiğine göre biri canını sıktığında (ki bunun için çok şey yapması gerekmezdi), oracıkta hemen aşağıya atılıp kayalara vuran dalgalara gömülmesini buyururdu”[i]
Tarih boyunca zamanlar değişebilir. Mekanlar olarak saraylar, yazlık saraylar, kışlık saraylar, adliye sarayları; hesap edilmiş etkileriyle haşmetli, kudretli ve dehşetli halleriyle herkesi etkilemek üzere inşa edilmiş görkemli yapılardır. Zamanda ve mekânda yer almışlardır.
Otoriterliklerini özgürce kabul edip teslim ettiğimiz bu mekanların sakinleri eğer vatandaşlarından bir şeyler isterlerse; vatandaşlar daha talep edilmeden yerine getirebilir ve böylece düzene uyum sağlanmış olur; düzenin adı tiranlıktır.
Beklentiye dayalı itaatlerin çoğaltıldığı yerler saraylardır….
Devleti yeniden yapılandırma adına; daha başında devleti yeniden yapılandıran ve böylelikle muhalifleri ve kendine karşı olanları bastıran, baskı uygulayanlar, rakip gördüklerinin siyasi yaşamlarını bitirmek için her fırsatı kullanarak halkı istismar etmekle işe başlarlar. Karşı çıkılmalı ve çok partili sistem desteklenmelidir. Demokratik seçimler için inat etmeli ve oyların korunmasında görev almalıdır.
Sahip olunan kurumların domino etkisiyle yıkılmaması için “bizim” dediğimiz şeyleri savunmalıyız. Tiranlık; yıkamaz denilmesin, yapabilir.
Bazı silahlı paramiliterler sisteme karşı olduklarını iddia edebilirler. Gösteri yapıp herkese duyurabilirler. Günün birinde üniforma giymeye ve bir liderleri olduğunu söyleyerek açıklamalar yapmaya başlarlarsa; bilinsin ki gelen faşizmdir. Liderleri adına açıklama yapıp resmi polis ve askerlerin arasına karışırlarsa sona yaklaşılmış demektir.
Demokrasi ve hukukun üstünlüğünün hiçe sayıldığı böyle bir zaman ve mekânda; siyasi partilerin şiddet yarattığı bir düzen başlar. Siyasilerin yakın korumaları bu silahlı kişilerden oluşur. Demokrasi yoktur artık ve seçimler yapılamaz. Hukuk yoksa, hiç yoktur. Yasadışı organizasyon sayılan SS’ler kanundan üstün sayılan gücün temsilcileriydi. Tarih böyle yazdı. Şiddet sisteme dönüştürülürse tıpkı silahlı SS’ler gibi paramiliter gruplar herkese ve her şeye “meydan” okudular. Tarih kaçış politikalarını ve sonsuzluklarını doğurdu.
Faşizmin yeniden gelmesi artık mümkün değil diye bakarken adete bir kaçınılmazlık politikasına teslim olmuş gibiyiz. Birinci Dünya Savaşının artık savaşları ortadan kaldıran bir savaş olduğuna olan insanlığın inancı II. Dünya savaşını önleyemedi. Faşizm işbaşı yaptığında yaşanan onca acı ve onca gözyaşına rağmen savaş sonrası demokrasinin kurulması ve barış içinde bir dünya beklentisi ile tüm mücadele araçlarında bir rehavet ve hatta tarihin tek yönde ilerleyeceğini umuyorduk. Savaşlarda yaşanan travmalar unutuldu. Berlin Duvarı yıkıldığında ise komünizmin sonunun geldiği inancıyla “tarihin sonu” geldi zannedildi. Tarih gizlendi. Artık tüm kapılar açılmış, beklemediğimiz birçok rejim kapımızdaydı.
Amerikalı tarihçi Tımoty Snyder’in dediği gibi kaçınılmazlık politikası gibi geçmişe bakmanın en eski yolu “sonsuzluk politikası” dır. Bu politika da tarihi gerçekleri gizleme eğilimine sahiptir. Mağduriyetlerle yaşama alışkanlığı yaratır, kendini düzeltme dürtüsünü ve isteğini ortadan kaldırır. Siyaset gerçek sorunlar ve çözümlerin tartışılmasından ziyade iyinin ve kötünün tartışılmasına dönüşür. Kriz hep vardır, kalıcıdır. Düşman ise hep kapıda beklemektedir. Olağanüstü güvenlik tedbirleri olağanlaşır.
Snyder’e göre; “Şu anda karşı karşıya olduğumuz tehlike, kaçınılmazlık politikalarından sonsuzluk politikalarına doğru bir geçişten; yani saf, ama kusurlu bir demokratik cumhuriyet kategorisinden, şaşkın ve alaycı bir faşist oligarşi biçimine geçişten oluşuyor.
Ancak kaçınılmazlık politikası yaşadığı şoka karşı çok savunmasız bir halde. Alışkın olduğumuz efsane parçalanıp, zaman ortak bir biçimde akmadığında deneyimlerimizi organize etmenin başka bir yolunu bulmaya çabalıyoruz. En az direnç isteyen yol da bizi kaçınılmazlıktan ayırıp, doğruca sonsuzluğa götürür. Şayet bir kez, önünde sonunda her şeyin iyi olacağına inandıysanız, şimdi de asla hiçbir şeyin iyi olmayacağına ikna edilebilirsiniz, ya da gelişimin kaçınılmaz olduğuna inandığınız için şimdiye dek hiçbir şey yapmadıysanız, tarihin kendini tekrarlayacağını düşünüp bundan sonra da hiçbir şey yapmamaya devam edebilirsiniz” [ii]
Araştırıldı ve yazıldı… Bin adet basıldı. 186 Sayfa. “Faili Meçhul Siyasal Cinayetler Meclis Araştırması Komisyonu Raporu”[iii] 1995-1996 yıllarında TBMM’nin tozlu raflarına gönderildi. Orada duruyor. Meclis Genel Kuruluna bile inmedi. Faili meçhul siyasal cinayetler için faili belli denildi. Ama Rapor sonsuzluk politikasına teslim edilerek kaçınılmazlık politikası gereği sonsuza gönderildi.
Çok örnek gördük, terkedilmiş umutlar, kırılmış onurlar ve yitirilmiş yaşamlar.
Sonuç kaçınılmazlık ve sonsuzluk politikalarına teslim olunmuş bir kaderi kabul edenler değiliz. Artık zaman yerinden çıkmıştır. Ne TBMM Araştırma Komisyonu ne Soruşturma Komisyonu ne de yasama ve yargının gücü vardır, varsa da yoktur çünkü.
Tarih bize karar verebilme olanağı verir, her şey için olmasa bile sorumluluk almamızı sağlar. Özgürlük arayabileceğimiz oluşumları tasvir eder.
O yüzden hepimiz ve yeni nesiller tarihi kendimiz yazmalıyız.
Bu bir son değil başlangıçtır. Sonsuzluk ve kaçınılmazlık politikalarını yürütenler bizim tarihimizi mahvetmemelidirler.
“Zaman çıktı yerinden / Ah, benim makus talihim / Demek ki ben bunu yoluna koymak için doğmuşum!” diyor Hamlet. Ve sözünü şöyle bitiriyor “Haydi, gelin birlikte gidelim.”
Haydi gelin bu defa tarihi hep birlikte yazalım.
(Fİ/RT)
[i] Tiranlar. Waller R. Newell. YKY. Ekim 2020. İstanbul. Sayfa 11
[ii] Tiranlık Üzerine. Timoty Snyder. Olvido Yayın. 4 Bası 2018. Kaynak kitap. Hamlet örneği Snyder’indir.
[iii] TBMM DYP Grup Başkanvekili ve Zonguldak milletvekili Güneş Müftüoğlu, ANAP Grup Başkanvekili ve Kütahya Milletvekili Mustafa Kalemli, SHP Grup Başkanvekili ve İçel Milletvekili Aydın Güven Gürkan, RP Grup Başkanvekili ve Kocaeli Milletvekili Şevket Kazan ve CHP Grup Başkan Vekili ve Ankara Milletvekili H. Uluç Gürkan’ın, Ülkemizin Çeşitli Yörelerinde İşlenmiş Faili Meçhul Siyasal Cinayetler Konusunda Anayasa’nın 98 inci, İçtüzüğün 102 ve 103 üncü Maddeleri Uyarınca Bir Meclis Araştırması Açılmasına İlişkin Önergesi ve (1/90) Esas Numaralı Meclis Araştırması Komisyonu Raporu (Dönem: 19- Yasama Yılı: 5, TBMM S. Sayısı 897)